Bir süre sonra Wallander, Martinson’dan soruşturma ekibinin sabah sekizde emniyette hazır olmasını istedi. Sonra arabadan indi. Yağmur durmuştu. Ne kadar yorgun ve üşümüş olduğunu hissetti. Boğazı ağrıyordu. Trafo binasında ortalığı toparlayan Nyberg’e doğru yürüdü.
“Bir şey buldun mu?”
“Hayır.”
“Andersson’un söyleyecek bir sözü var mı?”
“Hangi konuda? Adli tıp incelemesinde mi?”
Wallander devam etmeden önce içinden sessizce ona kadar saydı.
Nyberg’in aksiliği üstündeydi. Yanlış bir şeyler söylerse, adamla bir daha konuşması imkânsız olurdu.
“Ne olduğunu tespit edemiyor,” dedi Nyberg bir süre sonra. “Güç kesintisine sebep olan bir ceset mi, yoksa canlı bir insan mıydı, bunu ancak patoloji doktoru söyleyebilir. Belki o bile anlayamayabilir.”
Wallander başıyla onayladı. Kol saatine baktı. Saat gece üç buçuktu. Daha fazla kalmanın bir manası yoktu.
“Ben çıkıyorum artık. Ama sabah sekizde toplantımız var.”
Nyberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Wallander orada olacağım demek istediğini algıladı. Sonra Martinson’un notlar aldığı arabaya döndü.
“Gidiyoruz,” dedi. “Beni eve götürmen gerek.”
Sessizce Ystad’a döndüler. Wallander evine girer girmez küveti doldurmaya başladı. Küvet suyla dolarken son ağrı kesicilerini içti ve mutfak masasındaki listeye ekledi. Çaresizce bir daha ne zaman eczaneye uğrayabileceğini merak etti.
Ilık suya girince vücudunun âdeta buzları çözüldü. Bir süre uyukladı, zihni bomboştu ama sonra görüntüler geri geldi. Sonja Hökberg ve Eva Persson. Olayları kafasında yavaş yavaş tekrar canlandırdı. Hiçbir şeyi unutmamak için sakin ve adım adım ilerledi. Mantığa uymuyordu hiçbiri. Lundberg neden öldürülmüştü? Hökberg ve Persson’u bunu yapmaya iten güdü neydi? Rastgele bir dürtü olmadığından emindi. Paraya gerçekten ihtiyaç duymuşlardı ya da olay tamamen başka bir şeydi.
Trafoda buldukları çantanın içinde sadece 30 kron vardı. Soygundan ele geçirdikleri paraya polis el koymuştu.
Hökberg kaçtı, diye düşündü Wallander. Birdenbire bir firar fırsatı görmüştü. Saat sabah ondu. Önceden planlanmış bir şey olamazdı. Emniyetten çıktıktan sonra on üç saat boyunca kayıptı, ta ki sonunda Ystad’ın sekiz kilometre ötesinde cesedi bulununcaya dek.
Oraya nasıl gelmiş, diye düşündü Wallander. Otostop çekmiş olabilir. Aynı zamanda birisini arayıp onu almasını istemiş de olabilir. Peki ya sonra? Beni şuraya götür demiş de orada intihar mı etmiş? Yoksa orada öldürülmüş mü? Peki ya kimin çelik kapıyı açacak anahtara erişimi var da demir kapıların anahtarına erişimi yok?
Wallander banyodan çıktı. Çok önemli iki soru var, diye düşündü. Hökberg intihar etmeye karar verdiyse neden trafoyu seçti ve buranın anahtarlarına nereden ulaştı? Cinayete kurban gittiyse, o zaman neden? Peki onu kim öldürdü?
Wallander yatağa girip yorganı çenesine kadar çekti. Saat dört buçuktu. Başı dönüyordu ve düşünemeyecek kadar yorgundu. Uyumak zorundaydı. Işığı söndürmeden önce alarmını kurdu. Saati yatağından mümkün olduğunca uzağa itti, böylece alarmı kapatmak için yataktan kalkmak zorunda kalacaktı.
Uyandığında sanki sadece birkaç dakika uyumuş gibi hissetti. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ ağrıyordu ama bir önceki güne göre daha iyiydi. Alnına dokundu. Ateşi düşmüştü ama burnu tıkalıydı. Wallander banyoya gitti, burnunu temizledi, aynadaki yansımasına bakmadı. Yorgunluktan bütün vücudu ağrıyordu. Kahve suyunun ısınmasını beklerken camdan dışarıya baktı. Hava hâlâ rüzgârlıydı ama yağmur bulutları kaybolmuştu. Hava 5 dereceydi. Araba işini halletmeye ne zaman fırsat bulabileceğini düşündü.
* * *Sabah sekizi biraz geçerken emniyetteki toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander; Martinson ve Hansson’un yorgun yüzlerine baktı ve kendi yüzünün kim bilir nasıl gözüktüğünü merak etti. Saatlerdir uyumadığını bildiği Lisa Holgersson hiç solgun görünmüyordu. Toplantıyı başlatan da oydu.
“Dün geceki, Skåne’yi vuran elektrik kesintisinin, gelmiş geçmiş en ciddi elektrik kesintisi olduğu gerçeğini açık ve net bir şekilde ortaya koymamız gerekir. Bu, güvenlik açığımızın boyutunu gösteriyor. Yaşanan şeyler imkânsız gibiydi ama yine de yaşandı. Şimdi yetkililer, enerji şirketleri ve kolluk kuvvetleri güvenlik önlemlerinin nasıl artırılabileceğini tartışmak zorunda kalacak. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.”
Devam etmesi için Wallander’e başıyla işaret verdi. Wallander olayların kısa bir özetini geçti.
“Bir başka deyişle, ne olduğunu bilmiyoruz,” dedi sonunda. “Kaza mı, intihar mı, cinayet mi bilmiyoruz, ancak kaza ihtimalini eleyebiliriz. Kız ya yalnızdı ya da dış kapıları kırarken biriyle birlikteydi. Görünüşe göre anahtarlara da erişimleri vardı. Her şey en uygun tabirle tuhaf.”
Masanın etrafına toplanan diğer arkadaşlarına şöyle bir baktı. Martinson birçok polis arabasının, Hökberg’i ararken trafoya giden yoldan farklı saatlerde geçtiklerini rapor etmişti.
“O zaman şuraya geliyoruz,” dedi Wallander. “Birisi onu oraya arabayla götürdü. Oralarda hiç araba izi bulundu mu?”
Soruyu, masanın karşı ucunda kan çanağına dönmüş gözler ve karmakarışık saçlarla oturan Nyberg’e yöneltmişti. Wallander adamın emekliliği nasıl iple çektiğini iyi biliyordu.
“Bizim arabalar ve Andersson’un arabası dışında, iki araca daha ait iz bulduk. Ancak dün gece müthiş bir yağmur vardı, izler pek net değildi.”
“Yani oraya iki araba daha mı gelmiş?”
“Andersson içlerinden birinin, meslektaşı Moberg’e ait olabileceğini düşünüyor. Hâlâ kontrol ediyoruz.”
“O hâlde bir lastik izinin sahibi meçhul?”
“Evet.”
Şu noktaya değin tek kelime etmeyen Ann-Britt Höglund burada elini kaldırdı.
“Bu olayın cinayetten başka bir şey olma ihtimali var mı?” dedi. “Hepiniz gibi ben de Hökberg’in intihar edeceğine inanmıyorum. Ayrıca hayatını sonlandırmaya karar vermiş dahi olsa kendini yakarak öldürmeyi seçeceğini hayal edemiyorum.”
Wallander’in aklına birkaç yıl önce yaşanan bir olay geldi. Orta Amerika’dan genç bir kadın kolza tarlasının ortasında üstüne benzin döküp kendini yakmıştı. Wallander’in en korkunç anılarından biriydi bu. Kendisi de oradaydı, kızın alev alışını görmüştü ve hiçbir şey yapamamıştı.
“Kadınlar hap içer,” dedi Höglund. “Kadınlar nadiren kendilerini silahla vurur. Ama kendilerini yüksek gerilim hattına atacaklarını sanmıyorum.”
“Sanırım haklısın,” dedi Wallander. “Yine de patoloğun raporunu beklemek zorundayız. Dün gece oraya giden hiçbirimiz ne olduğunu saptayamadık.”
Başka soru soran olmadı.
“Anahtarlar,” dedi Wallander. “Hiçbir anahtarın çalınmamış olduğundan emin olmalıyız. Odaklanmamız gereken şey bu.”
Martinson anahtarları kontrol etme işini üstlenmeye gönüllü oldu. Toplantıyı bitirdiler, Wallander odasına gitti, giderken kendine bir fincan kahve aldı. Telefon çalıyordu. Arayan danışmadan Irene’di.
“Birisi seni görmek istiyor,” dedi.
“Kimmiş?”
“Adı Enander, kendisi doktor.”
Wallander zihnini taradı ancak bir sima canlandıramadı. “Onu başka birisine yolla.”
“Denedim ama ille de seninle konuşmak için ısrar ediyor. Acil olduğunu da söylüyor.”
Wallander iç geçirdi. “Birazdan oradayım,” dedi ve telefonu kapattı.
Danışmada bekleyen adam orta yaşlı ve kısa saçlıydı, eşofman giymişti. Sıkı sıkı tokalaşması Wallander’in dikkatini çekti. Adam isminin David Enander olduğunu söyledi.
“Çok meşgulüm,” dedi Wallander. “Dün geceki elektrik kesintisi büyük keşmekeşe yol açtı. Sadece iki dakikam var. Benimle hangi konuda görüşmek istemiştiniz?”
“Bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyorum.”
Wallander adamın devam etmesini beklediyse de adam devam etmedi. Birlikte odasına yürüdüler. Enander’in oturduğu koltuktaki kolçak yerinden çıktı.
“Ziyanı yok,” dedi Wallander. “Zaten kırıktı.”
Enander hemen sadede geldi. “Buraya Tynnes Falk’la alakalı geldim.”
“Bildiğimiz kadarıyla o dosya kapandı. Adam doğal sebeplerden öldü.”
“Benim de konuşmak istediğim yanlış anlaşılma buydu,” dedi Enander, bir eliyle kısacık saçlarını kaşıyarak.
Wallander adamın endişeli olduğunu fark etti. “Dinliyorum.”
Enander acele etmedi. Kelimelerini düşünerek seçti. “Uzun yıllardır Falk’ın hekimiyim. İlk kez 1981 yılında hasta olarak geldi, yani 15 yıldan uzun zaman geçmiş. Bana ilk defa ellerindeki alerjik bir kızarıklık için gelmişti. O yıllarda hastanede dermatoloji bölümünde çalışıyordum ama sonra 1986 yılında kendi muayenehanemi açtım, Falk oraya da geldi. Nadiren hastalanırdı. Alerjik sorunları ortadan kalkmıştı ama düzenli kontrollerini yaptırdım. Falk sağlık durumunu düzenli olarak kontrol eden biriydi. Kendine çok iyi bakardı. Sağlıklı beslenirdi, egzersiz yapardı ve çok düzenli alışkanlıkları vardı.”
Wallander, Enander’in lafı nereye getirmeye çalıştığını merak ettiği için sabırsızlanmaya başladı.
“O öldüğünde ben şehir dışındaydım,” dedi Enander. “Olayı dün gece öğrendim.”
“Nereden duydunuz?”
“Eski karısı beni aradı.”
Wallander devam etmesi için adama doğru başını salladı.
“Ölüm sebebinin büyük bir koroner kalp yetmezliği olduğunu söyledi.”
“Bize öyle dediler.”
“Durum şu ki bu imkânsız.”
Wallander kaşlarını kaldırdı. “Nedenmiş?”
“Daha on gün gibi kısa bir süre önce, Falk’a kapsamlı bir sağlık muayenesi yaptım. Kalbi çok iyi durumdaydı. 20 yaşındaki bir insan kadar sağlamdı.”
Wallander bunu enine boyuna düşündü. “Yani ne söylemek istiyorsunuz? Patologlar bir hata mı yaptı?”
“Son derece sağlıklı bir insanın kalp krizi geçirip ölebildiğinin oldukça nadir de olsa farkındayım. Fakat Falk’ın durumunda, bunun olmasını kabul edemiyorum.”
“Başka hangi sebeple ölmüş olabilir?”
“Orasını bilmiyorum. Ama onu öldüren her neyse, kalbi olmadığını netleştirmek istedim.”
“Bana söylediklerinizi gerekli yerlere ileteceğim,” dedi Wallander. “Başka bir şey var mıydı?”
“Bir şey oldu, kesin,” dedi Enander. “Haklı mıyım bilmiyorum ama anladığım kadarıyla, başında bir yara varmış. Bence saldırıya uğradı. Öldürüldü.”
“Bu sonuca giden hiçbir işaret yok. Cüzdanını almamışlar.”
“Ben patolog ya da adli tıp doktoru değilim, onu neyin öldürdüğünü söyleyemem,” dedi Enander. “Ama kalpten değildi. Eminim.”
Wallander, Enander’in telefon numarası ve adresini not etti. Sonra ayağa kalktı. Konuşma tamamlanmıştı. Daha fazla vakti yoktu.
Wallander, Enander’i danışmaya kadar geçirip odasına döndü. Falk hakkındaki notları bir çekmeceye koydu, devamındaki bir saati de dün geceki olayları yazıya dökmekle geçirdi.
Bilgisayarda yazarken bir zamanlar bilgisayardan ne kadar iğrendiğini hatırladı. Ancak bir gün bilgisayarın aslında çalışmayı kolaylaştırdığını fark etmişti. Çalışma masası artık eline geçen kâğıtlara not edilmiş gelişigüzel notlara boğulmuş vaziyette değildi. Wallander hâlâ iki parmakla yazıyor ve sık sık hata yapıyordu ama artık raporlarını yazdığı zaman hatalarını düzeltmek için Tipp-Ex kullanmıyordu.
Martinson trafo anahtarlarına sahip insanların listesiyle içeri girdi. Toplam 5 kişiydiler. Wallander isimlere göz gezdirdi.
“Hiçbirisinin anahtarı kayıp değil,” dedi Martinson. “Başka birine de vermemişler. Moberg haricinde, son birkaç gündür hiç kimse trafo binasına gitmemiş. Hökberg’in kayıplara karıştığı saatlerde ne yaptıklarını araştırayım mı?”
“Bunu askıya alalım,” dedi Wallander. “Adli tıp raporları gelene kadar beklemekten başka çaremiz yok.”
“Eva Persson’u ne yapalım?”
“Tekrar sorguya çekilmeli, hem de daha ayrıntılı.”
“Sen mi yapacaksın?”
“Hayır, teşekkürler. Bunu Höglund’a bırakırız diye düşündüm. Ben bahsederim ona.”
Öğlen olduğunda Wallander, kadına Lundberg davasındaki son gelişmeleri aktarmıştı. Boğazı daha iyiydi ama hâlâ çok yorgundu. Arabasını çalıştırmayı denemişti ama çaresizlik içinde bir oto servisini arayıp arabayı almalarını istemek zorunda kalmıştı. Anahtarlarını Irene’e bırakıp öğle yemeği yemek üzere şehir merkezine doğru yürüdü. Yemekten sonra eczaneye gidip sabun ve ağrı kesici aldı. Emniyete döndüğünde arabası yerinde yoktu. Wallander tamirciyi aradı ama henüz sorunu tespit etmeye fırsat bulamamışlardı. Tamiratın ne kadar tutacağını sorduğundaysa muğlak bir cevap aldı. Wallander telefonu kapattı, canına tak etmişti. Kendine yeni bir araba almaya karar verdi.
Sonra düşüncelere daldı. Üstünde kafa yordukça Hökberg’in, kazara trafoya gitmiş olamayacağına kanaat getirdi. Ayrıca buranın Skåne’nin elektrik dağıtım sisteminde en hassas nokta olması da tesadüf değildi.
Wallander, Martinson’un listesine uzandı. Beş insan, beş çift anahtar:
Olle Andersson, elektrik hattı tamircisi.Lars Moberg, elektrik hattı tamircisi.Hilding Olofsson, trafo müdürü.Artur Wahlund, güvenlik müdürü.Stefan Molin, teknik müdür.İsimler ona ilk baktığı anki kadar az bilgi veriyordu hâlâ. Wallander telefona uzandı, Martinson hemen cevap verdi.
“Anahtarı olan bu insanlar var ya,” dedi. “Polis kayıtlarında isimlerini arama şansın olmadı, değil mi?”
“Aramalı mıyım?”
“Şart değil ama sen çok titizsindir, bilirim.”
“İstersen şimdi yapabilirim.”
“İlk önceliğimiz olmayabilir. Patologlardan bir ses çıkmadı mı?”
“Bence en erken yarından önce bize bir bilgi veremezler.”
“O zaman isimleri kurcala bakalım. Vaktin varsa.”
Wallander’in aksine Martinson bilgisayarını severdi. Emniyette bu konuda sorun yaşayan birisi olduğunda hep ondan yardım isterdi.
Wallander, Lundberg cinayet dosyasına döndü. Saat üçte kahve içmeye gitti. Kendini daha iyi hissediyordu, boğazı da normale dönmüş sayılırdı. Hansson ona, Höglund’un o sırada Persson’la konuştuğunu söyledi. Her şey su gibi akıyor, diye düşündü. İlk kez yapmamız gereken her şeye ayıracak zamanımız var.
Tam evrakları önüne çekip oturmuştu ki Holgersson kapıda göründü. Elinde akşam gazetelerinden birini tutuyordu. Wallander kötü bir şey olduğunu kadının suratından anladı.
“Şunu gördün mü?” diye sorarak ona gazeteyi uzattı.
Wallander fotoğrafa uzun uzun baktı. Eva Persson’un sorgu odasında yerde yatan bir resmiydi bu. Düşmüşe benziyordu.
Wallander boğazı düğümlenerek manşeti okudu: Ünlü polis genç kıza saldırdı. İşte resmi.
“Kim çekti bu fotoğrafı?” dedi Wallander gözlerine inanamayarak. “Orada gazeteci yoktu, değil mi?”
“Varmış demek ki.”
Wallander koridora çıkan kapının hafif açık olduğunu ve sanki birisinin gölgesinin geçtiğini hayal meyal hatırladı.
“Basın toplantısından önceydi,” dedi Holgersson. “Belki muhabirlerden biri erken gelmiş, koridorda takılıyordu.”
Wallander kalakalmıştı. Otuz yıllık kariyeri boyunca itip kakıştığı ya da yumruklaştığı olmuştu ama hep zorlu gözaltılar esnasında olurdu bu. Ne kadar sinirlenirse sinirlensin daha önce sorgu ortasında karşısındakine saldırdığı olmamıştı.
Hayatında ilk kez böyle bir şey yaşamıştı ve onda da fotoğrafçı oradaydı.
“Bu mevzu sorun olacak,” dedi Holgersson. “Neden kimseye bir şey demedin?”
“Kız annesine saldırıyordu. Annesine daha fazla vurmasın diye ona bir tokat attım.”
“Ama bu resim böyle demiyor.”
“Olay bu ama.”
“Neden bana söylemedin?”
Wallander’in verecek cevabı yoktu.
“Umarım bununla ilgili bir soruşturma yapmak zorunda olduğumu anlayışla karşılarsın.”
Wallander kadının sesindeki hayal kırıklığını duydu. Buna öfkelenmişti. Bana inanmıyor, diye düşündü.
“Görevden alındım mı?”
“Hayır ama tam olarak ne olduğunu duymak istiyorum.”
“Anlattım işte.”
“Persson, Ann-Britt’e farklı bir versiyonunu anlatmış. Senin durup dururken ona saldırdığını söylemiş.”
“O zaman yalan söylüyor. Annesine sorun.”
Holgersson cevap vermeden önce duraksadı. “Sorduk,” dedi. “Kızının ona hiç vurmadığını söylüyor.”
Wallander sessiz kaldı. İstifa edeceğim, diye düşündü. İstifamı verip teşkilattan ayrılacağım. Bir daha da dönmem. Holgersson bir cevap bekliyordu ama Wallander hiçbir şey demedi. Sonunda kadın odadan çıktı.
9
Wallander hemen emniyetten ayrıldı. Kaçıyor muydu yoksa hava almaya mı çıkmıştı, emin değildi. Olanları doğru hatırladığını biliyordu ama Holgersson ona inanmıyordu ve bu canını sıkmıştı. Ancak dışarı çıkınca arabası olmadığını anımsadı. Küfretti. Kafası atmışken sakinleşene kadar araba kullanıp boş boş dolaşmayı severdi.
İçki dükkânına gidip bir şişe viski aldı. Doğruca eve gitti, telefonun fişini çekti ve mutfaktaki masaya oturdu. Şişeyi açıp iki fırt içti. Tadı berbattı. Ama Wallander buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Onu şu dünyada çaresiz hissettiren bir şey varsa o da yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanmaktı. Holgersson kelimelere dökmemişti ama Wallander şüphelerinde yanılmıyordu. Belki de Hansson başından beri haklıydı, diye düşündü sinirli sinirli. Asla kadından müdür olmaz. Bir fırt daha içti. Kendini daha iyi hissetmeye başladı ve hatta, doğruca eve gelmiş olduğundan pişmanlık duymaya bile başladı. Bu da suçlu olduğu şeklinde yorumlanabilirdi. Telefonu fişe taktı. Hiç kimsenin onu aramaması karşısında çocuksu bir sabırsızlığa kapıldı. Emniyeti aradığında telefonu Irene açtı.
“Bugünlük eve geldiğimi söylemek istedim,” dedi. “Soğuk algınlığım devam ediyor.”
“Hansson seni soruyordu, Nyberg de. Ayrıca bir sürü gazeteden insanlar.”
“Ne istiyorlar?”
“Gazeteler mi?”
“Hayır, Hansson ve Nyberg.”
“Söylemediler.”
Herhâlde gazete şu anda önündedir, diye düşündü Wallander. O ve diğer herkes. Muhtemelen başka konu da kalmamıştır. Hatta kimileri o lanet Wallander sonunda hak ettiğini buldu diye seviniyordur.
Irene’den onu Hansson’un odasına bağlamasını istedi. Hansson’un cevap vermesi uzun sürdü. Wallander, Hansson’un büyük ödül kazanacağım diye karmaşık at yarışı programlarını önüne serdiğini ancak küçük bir ikramiyenin ötesine geçmeyecek kuponlar yaptığını düşündü.
“Atlar ne yapıyormuş?” diye sordu Wallander, Hansson telefonu açınca.
Akşam gazetesindeki haberin onu etkilemediğini göstermek için söylemişti bunu.
“Ne atı?”
“Bu aralar at yarışı oynamıyor musun?”
“Hayır, şu sıralar değil. Neden sordun?”
“Sadece bir şakaydı. Sen bana ne sormak istemiştin?”
“Odanda mısın?”
“Evdeyim, üşütmüşüm.”
“Arabalarımızın hangi saatlerde o yoldan geçip döndüğünü bulduğumu söylemek için aramıştım. Sürücülerle konuştum, kimse Hökberg’i görmemiş. Yolun o kısmında toplamda dört kez geçilmiş.”
“Demek ki yürümedi. Birisi bırakmış olmalı. Emniyetten çıkar çıkmaz, ilk yaptığı birisini aramak olmuş. Ya da ilk iş birisinin evine yürüdü. Umarım Ann-Britt, Persson’a bunu sormayı akıl etmiştir yani Hökberg’i kimin arabayla bırakmış olabileceğini. Ann-Britt ile konuştun mu?”
“Vaktim olmadı.”
Bir sessizlik oldu. Wallander konuyu ilk açan olmaya karar verdi.
“Gazetedeki o fotoğraf pek hoş değildi, sanırım.”
“Değildi.”
“Asıl soru, bir gazeteci nasıl oluyor da emniyetin koridorlarında geziniyor. Basın toplantılarında her zaman grup olarak içeri alınırlar.”
“Sen de fotoğraf çeken birileri olduğunu fark etmemişsin, ne garip.”
“Bugünkü makineleri fark etmek kolay değil.”
“Tam olarak ne oldu?”
Wallander ona olanı anlattı. Holgersson’a anlatırken kullandığı kelimelerin aynısını kullandı.
“Hiç tanık yok muydu?” dedi Hansson.
“Fotoğrafçı haricinde hiç kimse yoktu, o da yalan söyler zaten. Yoksa fotoğrafı beş para etmez.”
“Kamuya açıklama yapıp kendi açından olanları anlatmak zorundasın.”
“Sence ne faydası olur? Bir anne ve kızının sözüne karşılık yaşlı bir polisin sözü? Asla işe yaramaz.”
“Sözü geçen bu kızın bir katil olduğunu unutuyorsun.”
Wallander bunun sahiden işine yarayıp yaramayacağını düşündü. Aşırı güç kullanan bir polis, her zaman ciddi bir meseleydi. Bu, Wallander’in şahsi fikriydi. Olayın ayrıntılarının da sıra dışı oluşu işini kolaylaştırmıyordu.
“Bir düşüneceğim,” dedi ve Hansson’dan onu Nyberg’e bağlamasını istedi.
Nyberg hatta bağlanınca Wallander viski şişesinden birkaç yudum daha almıştı, artık çakırkeyifti ve göğsündeki daralma hissi de yok olmuştu.
“Gazeteyi gördün mü?” dedi Wallander.
“Hangi gazeteyi?”
“Resim olan? Persson denen kızın resmi?”
“Akşam gazetelerini okumam ama duydum. Annesini dövüyormuş galiba.”
“Resmin altındaki yazıda öyle demiyor.”
“Ne fark eder o zaman?”
“Fark şu, başım büyük belada. Lisa resmî bir kovuşturma başlatacak.”
“O zaman gerçek ortaya çıkar. İstediğin bu değil mi?”
“Medya bunu yer mi diye merak ediyorum. Tazecik, güzel yüzlü bir katil kız dururken ihtiyar bir polisi kim takar?”
Nyberg şaşırmıştı. “Gazetelerde ne yazdığını ne zamandan beri umursar oldun?”
“Belki hâlâ umursamıyorum. Ama genç bir kıza yumruk attığımı söyleyen bir fotoğraf yayınlamaları başka bir olay.”
“İyi de kız cinayet işledi.”
“Yine de kendimi rahat hissetmiyorum.”
“Unutulur gider. Bak, sadece şunu söylemek istedim, araba izlerinden biri Moberg’in arabasına ait. Yani biri hariç bütün lastik izlerinin sahibi bulundu ama o bilinmeyen araç sahibi sıradan lastik kullanıyor.”
“Yani birisi onu oraya arabayla götürmüş, bunu biliyoruz ve onu orada bırakmış.”
“Bir şey daha var,” dedi Nyberg. “Kızın çantası.”
“Ne olmuş?”
“Çanta neden o kadar uzaktaydı merak ettim, ta çitlerin oradaydı.”
“Sence birisi alıp oraya fırlatmamış mı?”
“Tamam da neden? Bizim bulamayacağımızı düşünmüyordu herhâlde.”
Nyberg haklıydı. Önemli bir noktaydı bu.
“Yani, çantayı neden yanında götürmemiş? Özellikle de cesedin teşhis edilmemesini umuyorsa.”
“Aynen.”
“Cevap ne olabilir?”
“Onu bulmak senin işin. Ben sana elimizdekileri aktarıyorum. El çantası trafo binasından 15 metre uzaktaydı.”
“Başka bir şey var mı?”
“Yok.”
Konuşma sona ermişti. Wallander viski şişesini kavradı ama hemen yerine koydu. Yeterince içmişti. Eğer biraz daha içerse fazla ileri gitmiş olacaktı ve o noktayı düşünmek bile istemiyordu. Oturma odasına yürüdü. Gün ortasında evde olmak çok tuhaftı. Emeklilik böyle bir duygu muydu acaba? Bunu düşününce içi titredi. Pencere kenarına yürüyüp sokağa baktı. Hava kararmaya başlıyordu. Wallander, ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili onu ziyarete gelen doktoru düşündü. Wallander ertesi gün patoloğu aramaya ve ona Enander’in söylediklerini aktarmaya karar verdi. Bu yeni bilgi bir şeyi değiştirmeyecekti ama en azından edindiği bu bilgiyi yerine iletmiş olurdu.
Nyberg’in, Hökberg’in çantası hakkında söylediklerini düşünmeye koyuldu. Geriye sahiden bir sonuç kalıyordu ve bu da Wallander’in en aç soruşturmacı içgüdülerini kabartıyordu. Çanta oraya bırakılmıştı çünkü birisi çantanın bulunmasını istemişti.
Wallander koltuğa oturup bunu kafasında evirip çevirdi. Bir ceset tanınmayacak hâle gelecek şekilde yanabilir, diye düşündü. Özellikle de kontrol edilemez yüksek voltajlı bir elektrik akımıyla yanmışsa. Elektrikli sandalyeye mahkûm edilen birisi içten yanarak kaynar. Hökberg’in katili cesedin kimliğinin teşhis edilmesinin zor olacağını biliyordu. Bu yüzden çanta orada bırakılmıştı.
Yine de bu, çantanın çitlerin orada ne aradığını açıklamıyordu. Wallander yine enine boyuna düşündü fakat mantıklı bir çıkarıma varamadı. Çanta sorusunu bir kenara koydu. Her neyse, zaten fazla hızlı ilerliyordu. Önce Hökberg’in sahiden cinayete kurban gidip gitmediğini netleştirmeliydiler.
Mutfağa dönüp kahve yaptı. Hâlâ telefonu çalmamıştı ve saat dört olmuştu. Kahvesiyle mutfak masasına oturdu, tekrar emniyeti aradı. Irene ona gazetelerden gelen aramaların susmadığını söyledi. Onlara Wallander’in telefonunu vermemişti, iki yıldır telefonu gizliydi. Wallander ortadan kaybolmasının, suçlu olduğu ya da en azından bu olaydan dolayı utanç duyduğu yönünde yorumlanacağını düşündü bir kez daha. Sakinliğimi korumalı ve istifimi bozmadan durmalıydım, diye geçirdi içinden. Arayan her bir kahrolası gazeteciyle konuşmalı ve onlara gerçeği anlatmalıydım. Persson’un da annesinin de yalan söylediğini belirtmeliydim.
O zayıflık ânı geçmişti. Wallander sinirlenmeye başladı. Irene’den onu Höglund’a bağlamasını istedi. Önce Holgersson’dan başlayıp, tavrının kabul edilemez olduğunu söyleyip geçmeliydi aslında. Fakat karşı taraf açamadan telefonu kapattı. İkisiyle de konuşmak istemiyordu. Onun yerine Sten Widén’in numarasını çevirdi. Widén telefonu açana kadar Wallander aradığına pişman olmuştu. Fakat Widén’in gazetedeki resmi görmediğinden emin sayılırdı.
“Sana gelmeyi düşünüyordum,” dedi Wallander. “Tek sorun, arabam tamircide.”
“İstersen seni alabilirim.”
Akşam saat yedi diye sözleştiler. Wallander viski şişesine doğru baktı ama şişeye dokunmadı.
Zil çaldı. Wallander yerinden sıçradı. Hayatında hiç kimse çat kapı evine gelmemişti. Herhâlde bir şekilde adresini bulan bir gazeteci olmalıydı. Wallander viskiyi dolaba koyup kapıyı açtı. Fakat gelen bir gazeteci değil Höglund’du.