banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

“Ben de.”

Amory büyük kardeşe “Özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Benim yok. Burne ise Prince olmaya, yani The Daily Princetonian’a girmeye hevesli, üniversite gazetesini biliyorsundur.”

“Tabii, biliyorum.”

“Senin özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?”

“Aa, evet. Birinci sınıf futbol takımında şansımı deneyeceğim.”

“St. Regis’te oynamış mıydın?”

Amory alçakgönüllülükle “Biraz,” diye yanıt verdi “ama giderek zayıflıyorum.”

“Zayıf değilsin ki.”

“Geçen sonbahar daha gürbüzdüm.”

“Ah!”

Yemekten sonra sinemaya gittiler. Amory önünde oturan adamın boşboğaz yorumları kadar çılgın bağırış çağırışlarından çok etkilenmişti.

“Yahu!”

“Ah, tatlı bebek ne kadar büyük ve güçlüsün ama ah bir o kadar da hassassın!”

“Sarıl!”

“Ah, sarılsana!”

“Öp şunu, öp şu kadını çabuk!”

“Ahhh!”

Bir grup ıslıkla “By the Sea”yi çalmaya başladı ve izleyiciler hep bir ağızdan onlara eşlik etti. Bunu birçok ayak vuruşu içerdiğinden ne olduğu pek anlaşılmayan bir şarkı izledi, ardından sonu gelmeyen ahenksiz bir ağıta geçildi.

“Ahhhhh
O kız bir reçel fabrikasında çalışıyor
Ve belki bunda bir sorun yoktur
Ama beni kandıramaz
Çünkü ben ÇOK İYİ biliyorum
Tüm gece reçel YAPMADIĞINI!
Ahhhh!”

İtişe kakışa dışarı çıkarken etraflarını saran insanlarla merakla bakıştılar. Amory sinemayı sevdiğine karar verdi; filmlerden, önünde oturan, ellerini arkadan bağlayıp eleştirel zekâ ve tavizkâr eğlencenin bir karışımı olan İskoçça iğneleyici yorumların sahibi o üst sınıftan çocuklar kadar zevk almak istiyordu.

Kerry “Dondurma ister misiniz, ah yani jigger demek istedim,” dedi.

“Elbette.”

Ağır bir akşam yemeği yediler ve aheste adımlarla 12 numaranın yolunu tuttular.

“Harikulade bir gece.”

“Harika.”

“Siz gençler bavullarınızı mı açacaksınız?”

“Sanırım. Hadi, Burne.”

Amory bir süre verandanın merdivenlerinde oturmaya karar verdiğinden onlara iyi geceler diledi.

Alacakaranlığın en uzak ufuklarında ağaçların oluşturduğu dokuma örtü karanlığa gömüldü ve ağaçlar birer gölge halini aldı. Yeni doğan ay, kemerleri soluk mavi ışıklarla doldurmuştu; geceyi ince bir ağla ören yarıklardan sızan ay ışığı bir şarkı eşliğinde uçuşuyordu. Öyle bir şarkı ki, içinde hüzünden çok daha fazlası vardı: Ebediyen fani, ebediyen pişmandı.

Doksanlı yılların mezunlarının kendisine anlattığı Booth Tarkington’ın eğlencelerinden birini hatırladı: Gecenin köründe okul yerleşkesinin ortasında dikilerek yıldızlara tenor şarkıları söyler ve koltuklarına kıvrılmış öğrencilerin o an içinde bulundukları ruh haline göre karmaşık duygulara kapılmasına sebep olurdu.

Şimdi gölgeli bir çizgi gibi gözüken üniversite meydanın ötesinde beyazlara bürünmüş bir güruh karanlığı dağıttı. Uygun adımlarla yürüyen beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu figürler kol kola girip başları dimdik, ahenkli bir şekilde salınarak yolun karşısına geçtiler:

Geri dönmek… Geri dönmek,
Nassau salonuna… Geri dönmek
Geri dönmek… Geri dönmek,
Hepsinin… En iyisi olan… O eski yere
Geri dönmek… Geri dönmek,
Bu… Dünyevi balodan
Geri döndükçe… Sileceğiz izleri
Nassau salonuna… Geri döneceğiz

Amory bu hayali alay kendisine yaklaşırken gözlerini kapadı. Şarkı öylesine yükselmişti ki tenorlar dışında herkes susmuştu, onlar da melodiyi ustalıkla en tiz notalara çıkardıktan sonra tekrar normal ritme indirdi ve olağanüstü nakarat yeniden başladı. Sonra Amory göreceklerinin, armoninin yaratmış olduğu bu berrak hayali bozacağından biraz korkarak gözlerini açtı.

Sabırsızlıkla iç çekti. Beyazlı grubun en önünde futbol takımının kaptanı, zarif ve asi Allenby yürüyordu, sanki bu yıl üniversitenin tüm umutlarını kendine bağladığının farkında gibiydi. Yetmiş iki kiloluk bu adamın koyu mavi ve kızıl çizgilerin[14 - Princeton Üniversitesi’nin spor müsabakalarında en büyük rakibi olan Yale ve Harvard’ın renkleri. (ç.n.)] arasından sıyrılarak zafere ulaşması bekleniyordu.

Amory kol kola girmiş her bir sıra yanından geçerken büyülenmiş bir şekilde onları izledi, polo tişörtlü adamların yüzleri birbirinden ayrılmıyordu, sesleri bir zafer nidasıyla birbirine karışıyordu. Sonra kafile, gölgeler içindeki Campbell Kemeri’nden geçti ve kampüsün doğusuna doğru ilerleyen sesleri giderek zayıfladı.

Dakikalar geçti. Amory olduğu yerde sessizce oturdu. Belirli bir saatten sonra birinci sınıfların sokağa çıkmasını yasaklayan kural yüzünden kederlendi, çünkü güzel kokularla kaplı gölgeli yollarda boş boş yürümek istiyordu. Witherspoon’un tavan arasındaki çocukları Whig ve Clio’nun üzerine karanlık bir anne gibi kanat germişti, Little’ın gotik yılanı Cuyler ve Patton’ın üzerine çöreklenmişti.[15 - Princeton Üniversitesi’nde bulunan binaların adları. (ç.n.)] Göle doğru inen tepenin yamacından gözüne çarpan gizemler bundan ibaretti.

Gündüz vakit Princeton’ın ne halde olduğu yavaş yavaş aklında yer ediyordu: 1860’ları hatırlatan West ve Reunion, kırmızı tuğladan mağrur Seventy Nine Salonu, mağazalar arasında yaşamaktan pek de hoşnut olmayan asil Elizabeth dönemi hanımları gibi görünen Yukarı ve Aşağı Pyne, hepsinin tepesinde berrak mavi bir özlemle gökyüzüne uzanan Holder ve Cleveland kulelerinin hülyalı sivri tepeleri.

Amory daha ilk andan itibaren Princeton’ı sevmişti. Durgun güzelliği, tam kavranamamış önemi, curcunanın keyfini çıkaran başıboş ay ışığı, spor müsabakalarını izlemeye gelen yakışıklı zengin kalabalıklar ve tüm bunların altında yatan sınıfının başarılı kişilerinden olmak için verilen mücadelenin havası. Okul armalı montlarını giyen bitkin ve gözü dönmüş birinci sınıfların spor salonuna doluşup liseden birini sınıf başkanı, Lawrenceville’den tanınmış birini başkan yardımcısı, St. Paul’lü hokey yıldızını yazman seçtiği günden başlayıp ikinci sınıfın sonuna kadar aralıksız devam eden akıllara durgunluk verici bu sosyal sistem, bu tapınma, ara sıra adı anılsa da asla tamamen kabul edilmeyen “Büyük Adam”ın hortlağından ibaretti.

İlk başlarda gruplaşma okullarla sınırlıydı. Amory St. Regis’ten gelen tek kişi olduğundan kalabalıkların yeni gruplar oluşturup genişlemesini, sonra tekrar dağılışını izliyordu: St. Paul, Hill ve Pomfret’ten gelenler açıkça belirtilmemiş olsa da yemekhanede kendilerine ayrılan masalarda oturup spor salonunda kendilerine özel köşelerde giyinerek farkında olmadan giderek önemini yitiren, fakat sosyal açıdan kendilerini kafa karıştırıcı lise samimiyetinden korumaya yarayan duvarlar örüyorlardı. Amory bunun farkına vardığı andan itibaren güçlülerin kendilerini, zayıf yancılardan ve güçlü zannedenlerden ayırmak için uydurdukları yapay nitelikler oldukları için toplumsal sınırlara içten içe öfkeleniyordu.

Sınıfının ilahlarından biri olmaya karar verdikten sonra birinci sınıfların futbol takımının antrenmanlarına katıldı; ama oyun kurucu olarak oynadığı ikinci hafta Princetonian’ın köşelerinde bileğini çok kötü burktuğu için sezonun geri kalanında sahaya çıkamayacağına dair haberler çıkmaya başladı. Bu da Amory’yi emekliye ayrılarak durumu tekrar değerlendirmeye zorladı.

“Pansiyon 12” bir sürü soru işareti barındırıyordu: Lawrenceville’den sessiz sakin ve ehemmiyetsiz üç dört ürkek çocuk, New York’taki özel bir okuldan iki yabani özenti (Kerry Holiday onlara “adi sarhoşlar” adını takmıştı), Yahudi bir genç ki o da New York’tandı ve Amory için bir teselli halini alan kısa zamanda ısındığı Holiday kardeşler.

Holiday kardeşlerin ikiz oldukları söyleniyordu ama aslında kahverengi saçlı olan Kerry, sarışın Burne’den bir yaş büyüktü. Kerry uzun boyluydu, neşe saçan gri gözleri ve aniden beliriveren çekici bir gülüşü vardı. Her şeye karışanların kulaklarını çeken, kibire kapılanların önüne geçen eşsiz, iğneleyici mizahıyla çok geçmeden pansiyonun akıl hocası olmuştu. Amory, geleceğe taşınacak arkadaşlıklarını, onun üniversitenin ne demek olduğu ve ne olması gerektiği yönündeki düşünceleriyle şekillendiriyordu. Kerry bir şeyleri ciddiye almaya pek alışık olmasa da Amory’nin bu uygunsuz zamanda toplumsal sistemin çapraşıklığını kurcalıyor oluşundan duyduğu memnuniyetsizliği nazik bir şekilde dile getiriyor; ama yine de onu seviyor, arkadaşlığından keyif ve ilham alıyordu.

Sarışın Burne, sessiz ve azimliydi. Pansiyonda işi başından aşkın bir hayalet gibi dolaşır, gece sessizce eve gelir ve çalışmak için sabahın erken saatlerinde çıkıp kütüphaneye giderdi. Princetonian’a girmek için çabalıyor ve birincilik için kendisi gibi kırk öğrenciyle yarışıyordu. Aralık ayında difteriye yakalanıp yatağa düşünce yarışmayı başkası kazandı, ama Şubat ayında üniversiteye geri döndüğünde tekrar ödülün peşine düştü. Amory’nin onunla olan tanışıklığı bir dersten diğerine yürürken zaman buldukları üç dakikalık sohbetlerden öteye gitmiyordu, bu yüzden Burne’ün bu ilginç takıntısının altında yatanları tam olarak kavrama fırsatı bulamadı.