banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası


diye söylüyordu tenor ve Amory sessiz ama tutkulu bir şekilde onayladı.

Senin… Tüm… Güzel sözlerin
Heyecanlandırıyor beni…

Kemanlar gittikçe yükselerek son notaları titretti, kız sahnede kıvrak bir kelebeğe dönüştü ve tüm salonda bir alkış koptu. Ah böyle âşık olmak, böylesine büyüleyici bir melodinin sarhoş edici ahengine kapılmak…

Son sahne bir terasta geçiyordu, çellolar ayın müziğine iç çekti. Sahne, hafif macera ve derinliksiz sabun köpüğü komedi arasında gidip geliyordu. Terasların müdavimi olmak, bunun gibi bir kızla, hayır hayır! Daha iyi bir kızla, anlaşılmaz bir garson, dirseğinin üzerinden şampanyalarını doldururken saçları altın rengi ay ışığıyla kaplanmış hayallerindeki o kızla tanışmak için yanıp tutuşuyordu. Perde son kez indiğinde öylesine uzun bir iç çekti ki ön sıradakiler dönüp ona baktılar ve rahatça duyacağı bir ses tonuyla şöyle dediler:

“Ne dikkate şayan görünüşlü bir çocuk!”

Bu sözler hemen dikkatini oyundan alıp götürdü, acaba New York ahalisine gerçekten de yakışıklı mı görünüyorum diye merak etti.

Paskert ve Amory otellerine doğru yola koyuldular. İlk konuşan Paskert oldu. On beş yaşındaki titrek sesi Amory’nin hayallerine melankolik bir iz bırakarak daldı.

“Bu akşamki kızla evleneceğim.”

Hangi kız olduğunu sormasına gerek yoktu.

Paskert “Onu eve götürüp ailemle tanıştırmaktan gurur duyarım,” diye devam etti.

Amory kesinlikle etkilenmişti. Bunları söyleyenin Paskert değil kendisi olmasını dilerdi. Kulağa çok olgunca geliyordu.

“Şu aktrisleri merak ediyorum, hepsi gerçekten de ahlaksız insanlar mı?”

Tecrübeli genç üstüne basa basa “Hayır, bayım, hiç alakası yok,” dedi “ve o kızın altın gibi pırıl pırıl olduğunu biliyorum. Buna eminim.”

Broadway kalabalığına karışarak yürümeye devam ettiler, kafelerden taşan melodilerle hayallere daldılar. Karşılarında sayısız ışıklar gibi yeni yüzler beliriverdi, solgun boyalı yüzler, yorgun fakat bıktırıcı bir heyecanla hayata tutunan yüzler… Amory onları büyülenmişçesine izledi. New York’ta yaşayacak, her restoran ve kafe tarafından tanınacak, akşamın ilk saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar takım elbise giyip öğleden önceki sıkıcı zamanları uyuyarak geçirecekti.

“Evet, bayım, bu akşamki kızla evleneceğim!”

Genel Olarak Kahramanca

St. Regis’te geçirdiği ikinci ve son yılın ekim ayı Amory’nin hafızasında önemli bir yere sahipti. Groton’la oynanan maç öğleden sonra ferahlatıcı serin bir havada başlamış, aradan geçen üç saatin sonunda dondurucu bir sonbahar karanlığı çökmüştü. Oyun kurucu olarak oynayan Amory çılgın bir çaresizlikle takım arkadaşlarını ikaz ediyor, karşı takımın top taşıyıcısını mucizevi şekilde durduruyor, sesi kısılıp öfkeli bir fısıltı halini alana dek arkadaşlarına işaret veriyor yine de başındaki kanlı bandajdan, birbirine çarpan, birbirini ezip geçen bedenlerin görkemli kahramanlığından ve ağrıyan uzuvlarından zevk alıyordu. Bu cesaret dakikaları bir kasım alacakaranlığında şarap gibi akıp gidiyordu. O, tıpkı eski İskandinav kadırgalarının pruvasındaki kürekçi, Roland ve Horatius, Sir Nigel ve Ted Coy gibi ölümsüz bir kahramandı; gemiyi dengede tutabilmek için dişini tırnağına takmış, sonra kendi iradesiyle uçuruma savrulmuş, dalgalarla dövülürken uzaklardan gelen sevinç çığlıklarını duymuştu… Sonunda yara bere içinde ve yorgun fakat hâlâ tarif edilemez bir coşkuyla dönerek, kıvrılarak, temposunu bir artırıp bir azaltarak, kollarını uzatıp rakiplerini iterek bacaklarına yapışmış iki adamla Groton, kale çizgisini geçip yere düştü. Maçın ilk ve son sayısını yapmıştı.

Parlak Çocuğun Felsefesi

Son sınıftaki üstünlüğü ve başarısı sebebiyle Amory bir sene önceki durumunu alaycı bir hayretle hatırlıyordu. Amory Blaine’in değişmesi ne kadar mümkünse o kadar değişmişti. St. Regis’e başladığında bu genç adam Amory, artı Beatrice, artı Minneapolis’te geçirilen iki yıldan ibaretti. Ama Minneapolis yılları “Amory artı Beatrice”i yatılı okuldaki meraklı gözlerden saklayabilecek kadar kalın bir katman oluşturamadığı için St. Regis Beatrice’i ondan son derece acı verici bir şekilde söküp çıkarmış ve onun yerine esas Amory’yi oluşturacak yeni ve daha sıradan bir zemin hazırlamıştı. Ama hem St. Regis hem de Amory, bu esas Amory’nin kendi içinde değişmemiş olduğunu fark edememişti. Önceleri ona sıkıntı veren huysuzluğu, sahte tavırlar takınma eğilimi, tembelliği, kendine aptal süsü verme aşkı artık birer sorun olmaktan ziyade yıldız oyun kurucu, zeki bir aktör ve St. Regis Tattler’ın editörü olan bu delikanlının tuhaflıkları olarak görülüyor, Amory de kısa süre öncesine kadar zayıflık olarak kabul edilen bu bencilliklerinin genç çocuklar tarafından taklit edildiğini gördükçe hayrete düşüyordu.

Futbol sezonu sona erince sakin bir döneme geçiş yaptı. Tatil öncesi dansının olduğu gece oradan sıvıştı ve çayırların ötesinden dalgalar halinde penceresine ulaşan keman seslerini dinlemenin keyfine varabilmek için erkenden yatağa girdi. Çoğu geceyi yatağında uzanıp orkestra Macar valsleri çalarken entrika, ay ışığı ve macera yüklü yoğun ve büyülü bir havada, fildişi renkli kadınların zengin diplomat ve askerlerle gizemli aşk maceralarına atıldığı Montmarte kafelerinin sırlarını hayal ederek geçiriyordu. İlkbaharda istek üzerine L’Allegro’yu okudu ve Arkadya ile Pan’ın flütünü konu alan lirik dışavurumlar üretme konusunda ilham aldı. Şafakta güneş onu uyandırsın diye yatağının yerini değiştirdi; böylece giyinip dışarı çıkabiliyor ve son sınıfların yatakhanesinin yanındaki elma ağacına kurulmuş eski salıncağa gidebiliyordu. Salıncağa oturup yükseğe, daha yükseğe sallandıkça havalara uçup flüt çalan satirlerin ve sarı saçlı kızların yüzlerine sahip su perilerinin yaşadığı bir periler ülkesiymişçesine Eastchester’ın sokaklarında gezerdi. Salıncak en yüksek noktaya ulaştığında Arkadya gerçekten de kahverengi patikanın altın bir nokta halini alarak gözden kaybolduğu tepenin sırtında yer alıyormuş hissine kapılırdı.

On sekiz yaşına bastığı ilkbahar boyunca durmaksızın okudu: The Gentleman from Indiana, The New Arabian Nights, The Morals of Marcus Ordeyne, The Man Who Was Thursday’i anlamadan sevdi. Stover at Yale onun için bir ders kitabı halini aldı. Dombey and Son’ı daha iyi şeyler okuması gerektiğini düşündüğü için seçti. Robert Chambers, David Graham Phillips ve E. Phillips Oppenheim’ın eserlerini tamamladı; aralarına birkaç Tennyson ve Kipling kattı. Derste karşılaştığı şeyler arasından yalnızca L’Allegro ve uzay geometrisinin değişmeyen açıklık niteliği naçizane ilgisini çekebildi.

Haziran yaklaştıkça kendi fikirlerini oluşturmak için sohbet etme ihtiyacı duydu ve hiç beklemediği bir anda son sınıfların başkanı Rahill’in de kendisi gibi bir filozof olduğunu öğrendi. Çoğu zaman yolda yürürken, beyzbol sahasının kenarında yüzüstü uzanırken ya da karanlıkta sigaralarını tüttürürken yaptıkları sohbetlerde okulla ilgili sorunlardan dert yanarlardı. İşte, “parlak çocuk” tabirini de bu sohbetlerin birinde geliştirmişlerdi.

Bir gece ışıklar kapandıktan beş dakika sonra Rahill başını kapıdan içeri uzatarak “Sigaran var mı?” diye fısıldamıştı.

“Elbette.”

“İçeri geliyorum.”

“Birkaç yastık al da pencerenin önündeki koltuğa uzan.”

Rahill sohbet için yerini alırken Amory yatağına oturup bir sigara yaktı. Rahill’in en sevdiği konu son sınıf öğrencilerinin kendilerine mahsus gelecekleriydi ve Amory onun için herkesi nelerin beklediğini ana hatlarıyla özetlemekten hiç sıkılmazdı.

“Ted Converse mi? Çok kolay. Bütün sınavlarından kalacak, bütün yazı Harstrum’da özel ders alarak geçirdikten sonra dört dersten şartlı olarak geçerek Sheff’e girecek ve birinci sınıfın ortasında okuldan atılacak. Sonra batıya dönecek ve bir yıl vur patlasın çal oynasın eğlenecek. En sonunda babası onu boyacılık işine sokacak. Evlenecek ve hepsi de kalın kafalı dört oğlu olacak. Daima St. Regis’in kendisini bozduğunu düşünecek, bu yüzden oğullarını Portland’da bir devlet okuluna gönderecek. Kırk bir yaşına geldiğinde frenginin son safhasında omurilik felci geçirerek ölecek ve karısı Presbiteryen kilisesine üzerinde onun adı yazan bir vaftiz kürsüsü ya da adına her ne diyorsanız ondan yaptıracak…”

“Yavaş ol, Amory. Bu çok karamsar oldu. Peki ya sen?”

“Ben çok daha seçkin bir sınıftanım. Sen de öylesin. Bizler filozofuz.”

“Ben değilim.”

“Elbette öylesin. Senin çok sağlam bir kafan var.” Ama Amory Rahill’in hiçbir koşulda soyut fikirlerle hareket etmeyeceğini biliyordu; bir konunun en ufak ayrıntıları çözülmeden parmağını bile kıpırdatmazdı.

Rahill “Hayır, yok,” diye diretti. “Burada insanların benden faydalanmasına izin veriyorum ve karşılığında hiçbir şey elde etmiyorum. Kahretsin ki arkadaşlarım benim sırtımdan geçiniyor, onların ödevlerini yapıyorum, onları beladan kurtarıyorum, yazın evlerine aptal ziyaretlerde bulunarak küçük kız kardeşlerini eğlendiriyorum, bencilleştiklerinde öfkeme hâkim oluyorum. Bunun karşılığında onlar da sınıf başkanlığı seçimlerinde oy vererek ve St. Regis’in ‘büyük adamı’ olduğumu söyleyerek bana olan borçlarını ödediklerini zannediyorlar. Herkesin kendi işini yaptığı ve insanlara ‘Canınız cehenneme!’ diyebileceğim bir yere gitmek istiyorum. Okuldaki herkese iyi davranmaktan sıkıldım.”

Amory aniden “Sen parlak çocuk değilsin,” dedi.

“Ne değilim?”

“Parlak çocuk.”

“O da ne demek öyle?”

“Pekâlâ, şeye benziyor hani… Hani… Onlardan etrafta çok var. Sen onlardan biri değilsin, ben de değilim. Ama senle kıyaslanınca ben onlara daha çok benziyorum.”

“Kim onlardan biri? Seni onlardan biri yapan da nedir?”

Amory düşündü.

“Nedir, nedir… Sanırım en belirgin özellikleri suyla saçlarını ıslatarak geriye doğru yapıştırmaları.”

“Carstairs gibi mi?”

“Evet, aynen. O bir parlak çocuk.”

Tam bir tanım yapabilmek için iki akşam uğraştılar. Parlak çocuk yakışıklı ya da düzgün görünümlü olurdu; zekilerdi ki, bu genelde sosyal zekâydı; bir konuda öne geçmek, popüler olmak, hayran olunmak ve asla başlarını derde sokmamak için ellerindeki tüm imkânları kullanırlardı. İyi giyinirlerdi, görünümleri genelde zarif olurdu; onların “parlak” adını almasının nedeni saçlarının daima kısa olması, su ya da jöleyle sırılsıklam yapılıp ortadan ikiye ayrılarak modaya uygun şekilde geriye doğru yapıştırılmasıydı. O senenin parlak çocukları, parlaklıklarının bir nişanesi olarak sarı-kahverengi alaca renkli gözlük takmayı bir âdet haline getirdiğinden, bir tanesi bile Amory ve Rahill’in gözünden kaçmazdı. Parlak çocuklar okulun geneline yayılmıştı, yaşıtlarından biraz daha olgun ve kurnaz olmakla birlikte hepsinin kendi grubu vardı ve zekâlarını çok iyi saklarlardı.

Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.

Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.

“PARLAK ÇOCUK”

1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.

2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.