banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi


Necib Âsım’ın Türk Tarihi adlı bu kitabı, Arap harflerinden Latin harflerine aktarımından ziyade günümüz Türkçesi ile yayına hazırlanması oldukça zor bir eser, erbabı benim ne demek istediğimi mutlaka anlayacaktır. Bizim bu çalışmamızda birtakım eksiklerin olması da muhtemeldir, okurlar zaman içerisinde fark ettikleri yanlışları ve eksiklikleri iletirlerse bir sonraki baskıda düzeltme imkânımız olacaktır. Bu tür dikkatleri için okurlara şimdiden teşekkür ediyorum. Türk Tarihi’nin müellifi Necib Âsım Yazıksız’ı da rahmet ve minnetle anıyorum.

    Ankara, 23 Nisan 2021
    Dr. Öğr. Üyesi Nazlı Rânâ Gürel

TÜRK TARİHİ

BİRİNCİ KİTAP

Müellifi

NECİB ÂSIM

Sahibi ve Naşiri

Hasan Ferid ve Ahmed Şemseddin

Maarif Nezareti Celîlesinin 131 Numaralı ve 13 Zil’kade sene 315 ve 23 Mart sene 314 tarihli ruhsatnamesiyle basılmıştır.

BAŞLANGIÇ

Türkler ve Moğollar İran ve Çin medeniyetleri arasında ara bulucu oldular. Büyük toplumlar ve devletler kurup asayiş zamanlarında önemli medeniyetler meydana getirdiler.

Cenkten doğmuş ve fetihler için bir araya gelmiş bu topluluklar kendi komşularının zihnî kazanımlarında canlanarak bir ganimet malından istifade edercesine onlara da yayıldılar. Türk ve Moğol fatihlerinin fikir ve kurumları, uzun süre etki altına aldıkları kavimler ile birlikte karışmamak için direnme esasına dayanmakla birlikte, bunları kendi kavimlerine dönüştürüp kaynaştırmak için de esaslı bir fikir oluşmamıştı. Çünkü bunlar var olanı korur ve himaye eder, kendilerine yenilenlerin medeniyetlerini alır, ileri götürürlerdi.

Büyük fetihler ve güçlü devletler kuran Türk ve Moğollar ilk önce iki komşuları olan İran ve Çin ile ünsiyet kurmuş ve bunlarda görüp beğendikleri fikir ve bilgileri kabul etmiş oldukları için İran’a komşu olan Türklerin, Çin’e Acem terbiyesini, Çin’e komşu olanların da İran’a Çinli terbiyesini sırayla naklettikleri görülmüştür. İşte bu şekilde hicretten iki asır evvelinden dokuz asır sonrasına kadar şiddetle yer değiştiren Türk ve Moğollar, Doğu ve Batı Asya’nın iki medenî kavmini birbiriyle ilintilendirmeye ve her iki tarafın fikirlerini ve medenî eserlerini diğerine nakletmeye aracı olmuşlardır. Bu şekilde sürekli fikir ve medeniyet değişimine sebep ve aracı olan bu iki kavim kendi fikir ve kurumlarının başlangıç alâmetlerini geliştirmeye ve açmaya fırsat bulmuş ve medenî hizmetleri ile de tarihte önemli bir yer kazanmışlardır. Tarihlerinden çıkartılan bu sonuç yalnız bunlarda görülüp başka kavimlerin hiçbirisinde etki altına alınanların fikir ve kuruluşlarının esasları ve birbiri üzerine olan müşterek hareketleri bu kadar açık görülemez. Türk ve Moğol kavimleri ile oluşturdukları devletlerin tarihî vaziyetlerinin incelenmesi, bunlara çağdaş olan diğer cemiyet ve devletlerin daha karışık olan tarihî olaylarının hakikatini araştırmayı genellikle kolaylaştıracak bazı eserlerin ortaya çıkmasına yardım eder. Türk ve Moğollar daima galibiyete alışmış ve münasebette bulundukları kavimleri kılıçla dize getirmiş oldukları için bahsedilen kavimler tarafından kaydedilen fakat “tarih” adına gerçeği yansıtmayan vakayinamelerde Türklere birtakım fenalıklar isnat olunarak bu şekilde öç almaya kalkışılmıştır. Hatta Sadi-i Şirazî Gülistan’ında Şiraz bölgesinden gurbete gidişine sebebin Türkler olduğunu ve S’ad bin Zengi zamanında Fars ülkesinin imar olunduğunu naklederken bir Türk’e kendi hemcinsini yerdiğinin farkına bile varmamıştır. İşte bu gibi hâller yabancıların yazdıklarında bütün Türkler için görülebiliyor. Tarihî hikmetler ise bu kindar saldırıları reddeder. Öncelikle dinî düşmanlıklar, bunların ihtişamlı zaferleri üzerinde pek az etkili olmuştur. En haşmetli ve kuvvetli zamanlarındaki hükûmet tarzlarına misal olan Moğol Devleti zamanında belirli bir dinleri yoktu. Bunlar kılıç ile ne yapılırsa onu yaptılar. Kazandıkları başarılar hep kılıçlarının ekmeği idi. Devletlerini askerî fikirleri esas alarak kurdular. Kahramanlık, itaat, istikamet, meşru ve faideli zevkler gibi sahip oldukları güzel hasletleri, kendilerinin hakkıyla savaş ehli olduklarını ispat eder. Bunlar sağlam, hükmedici, metîn, iyi idare amirleri idiler. Sanatları ve ilmi tahkir etmek şöyle dursun erbabını onurlandırır, yüceltir, ünlendirir ve aklî melekelerle oluşturulan eserleri alır, bunlara meyleder, mesai sarf ederlerdi. Türklerin yaratılışında bulunan istikamet ve nurani bakış dolayısıyla ait oldukları medenî kavim, uygarlık eserlerini alıp benimsemeye pek müsait idi. Bu fatihler, İranlı ve Çinlilerden aldıklarını kendi tavır ve zekâlarına uydurarak genişlettiler.

Hicrî altıncı asırda “Buda” mezhebine girerek diğer Müslüman Türklerden ayrılan ve “lama” denilen Buda rahiplerinin tesirleri ile zaten rahata kavuşan Moğollar hakkında Çin’in tuttuğu siyasî yol ve Batı Türklerinin aslî vatanlarından coğrafî mekân ve siyasî ahval açısından ayrı düşmeleri her iki tarafı birbirine arka çıkmak ve korumaktan uzaklaştırmışsa da huy ve kurallarını değiştirememiştir. Hatta Afgan Emîri Abdurrahman Han meşhur layihasında bunu hatırlatarak muktedir bir kumandan çıktığı takdirde Türkistan’dan cihanı sarsacak ordular çıkabileceğini zikreder. Çin İmparatoru Kien Long o zamanın Moğolları hakkında: Moğollar artık bittiler! Rahipleri bunları eve bağladılar, demiştir. Bu sözü nakleden Çin tarihçisi de: Şefkat duyguları bunlardaki savaşçı ruhu söndürdü. Ahiret mükâfatları inancı gururlarını aldattı: (Buda mezhebini düzenleyen) Tsongkhapa Çin ve bütün âlem için iyi sonuçlar doğuran başarı temsilidir, diyor.[1 - Rahip Palladius’un Moğolistan’da İki Cevelan adlı eserinden alınmıştır.]

Bu büyük milletin ortaya koyduğu irili ufaklı devletlerin tarihte yapmış oldukları faaliyetlerin tamamını içine alan ve tarihî hikmetleri esas alarak oluşturulmuş bir umumi tarihlerinin bulunmayışı, insanlık âlemi için büyük bir gecikme sayılabileceği gibi, bilhassa bizim için büyük bir gaflet alâmeti sayılabilir. Dolayısıyla bu önemli ve zor vazifeyi üstlenmeme sebep millî muhabbet hissinden başka bir şey değildir. Fakat bu mukaddes söz hilafetpenahîye layık ve milletimizin büyüklüğüne yakışan, oldukça mükemmel bir eser meydana getirebilmek için yalnız bir kişinin teşebbüs edip özenle çalışması yeterli olamayacağından bazı ehil kişilerin malumatlarına başvurulduğu gibi doğru ve yanlışı ayırt eden kardeşim Hasan Tahsin Bey’in ziyadesiyle takdire şayan yardımlarına nail oldum. Kaynakların güzelce tedariki, ismi geçen Bey’in ilim muhabbeti ve yardımları sayesinde, millî tarihimiz oldukça istifadeye layık bir inceleme olarak bir araya getirilmiştir diyebiliriz.

Bu eser “etrâk-i bî-idrâk” falan diyerek koca bir milleti küçük düşürmekten utanmayan ve tarihçilik sıfatını haksız yere sahiplenen kindarların yalan ve iftiralarını reddederek, övünülecek milliyetimizi yine onların eserleriyle ispat edebilecektir. İşte bu fayda da bizim için hayırlı bir sonuç demektir.

***

Böyle bir kitapta şahıs ve yer isimleri tamamıyla doğru ve muntazam olamaz. Hatta Hîve Hanlarından olup hicrî 1073 yılında Şecere-i Türkî adıyla ataları olan Türk ve Moğolların tarihini kaleme alan Ebulgazi Bahadır Han bile hakikate tam uygunluğun zorluğunu, Moğol Tarihi’ni yazan meşhur Reşidüddîn’in Farsça kitabının yanlışlarla dolu olduğunu beyan için şu şekilde bir açıklamada bulunuyor: Bütün dağ, ırmak, şehir ve şahıs isimleri Türk veya Moğolca iken bunların üçte bir ve hatta yarısını değiştirmiş veya yanlış yazmıştır. Bu tarihi yazmakla görevlendirilen zat ile nüshaları bize kadar ulaşan müstensihler tamamen Moğolca ve Türkçe bilmez Acem veya Taciklerdi. Birtakım Moğol adları vardır ki bir Tacik on günde doğru telaffuzunu öğrenemez. Artık bunlar onları nasıl doğru yazabilirler?[2 - Şecere-i Türkî, s. 36.]

Ebulgazi’nin bu şikâyeti çok doğru olup bu eseri meydana getirmek için Arapça, Farsça ve Fransızca eserlerde bir ismin çok farklı şekillerde kaydedilip yazıldığı görülmüş ve bunlardan asılları Arapça ve Farsça olanlar aslî imlalarıyla kaydedilerek Türkçe ve Çince isimler için elde edebileceğimiz Türkçe eserler ve leksikolojinin yardımına başvurularak mümkün mertebe düzeltilmeye çalışılmıştır. Kullanmakta olduğumuz Arap alfabesi kelimeleri hakkıyla ifade etmekten aciz olduğu için yeri geldiğinde harekelemek ve hatta Latin harfleriyle yazmak gereği de duyulmuştur.

Kitabımız Türk ve Moğolların eski tarihlerinden de bahsettiği için bu devre ait hâllerden dolayı kavimlerin cehalet ve vahşetine hükmedilemez. Bugünün medenî kavimlerinin o zamanki hâlleri, Türk ve Moğollarınki ile kıyaslanırsa bunların ahlakî üstünlük ve diğer faziletlerce onlara kat kat üstün geldikleri görülür. Türklerin ve Moğolların eski ahvalinde Romalılar, Yunanlılar ve Arapların cahiliye devrinde görülen kötü hâllerin hiçbirisi değilse de pek çoğu görülemez. Dolayısıyla ilmî dikkat sahiplerinden eserimizi işte bu şekilde okumasını temenni ederiz.

***

Bu tarihi meydana getirmek için bir kütüphane dolduracak kadar kaynak tedarik edilmiş ve her birisinden yapılan alıntılar yerli yerince gösterilmiştir. Fakat en çok işimize yarayan eser, Paris’te Mazarine Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Mösyö Leon Cahun cenaplarının Introduction a l’historie de l’Asie, les Turcs et les Mongles adlı seçkin eseridir.

Hicrî 753 yılına kadar kaynak göstermeksizin naklettiğimiz vakaların çoğu bu kitapta ya aynen yahut az bir değişiklikle alınmıştır. Hakikaten Türk tarihine vukufu ve Türklere muhabbeti ile meşhur olan Mösyö Leon Cahun cenapları zaten eserinin tercümesine ve istenilen şekle konulmasına müsaade ettiler. Bu sebepten kendilerine samimi hislerimizi arz etmeden sözü sonlandıramayız.

    Necib Âsım

ASYA-ARAZİ

Batıya doğru uzanmış bir kolundan ibaret olan Avrupa kıtası gibi, Asya’nın da sahillerinde derince içeriye sokulmuş denizler vardır. Güneyde Hint Okyanusu Asya kıtasının içerilerine girerek Şap Denizi’ni (Bahr-i Kulzüm), Basra Körfezi’ni veya Acem Denizi’ni, Siyam ve Tonkin kıyılarını teşkil eder. Avrupa’nın İber, Rhone ve Po nehirleri, Akdeniz’den Pirene ve Alp yamaçlarına çıktıkları gibi bu girintilere tamamlayıcı olan Fırat, Sind ve Ganj nehirleri de içerilerde Kürdistan ve Kafkas dağlarına, Hind veya Hindikuş, Bin Dağ veya Himalaya dağlarına çıkarlar. Fakat kuzeyde bu iki kıtanın manzarası büsbütün başkalaşır. Avrupa’da Baltık, Kuzey ve Manş denizleri, güneydeki Akdeniz’e karşılık kuzeyde bir iç deniz oluşturdukları gibi güneyde bulunan yarımadalara nazire olarak İsveç, Danimarka yarımadalarıyla, İngiltere, Konstantin ve Britanya arasını gösterir. Hâlbuki Asya’nın güneyinde bulunan Arabistan, Hindistan, Hint Çini yarımadalarının mukabilleri Kore ve Japonya’da ortaya çıkmıştır. Hint Okyanusu’nda bulunan canlı körfezlerle Kuzey Denizi’ni sınırlayan ruhsuz sahiller arasında pek geniş karalar vardır. İlk bakışta Avrupa ile Asya arasında görülen benzerlik, sahillerinin gözden geçirilmesiyle derhâl ortadan kalkabilir. Asya’da, Avrupa’da olduğu gibi Ren, Rhone, Po ve Tuna gibi gemi seferlerine elverişli, denizlere açılan ve aktıkları girintileri kaynaklarına yaklaştıran nehir yolları yoktur. Kuzeye doğru akmakta olup Türklerin Ögüz ve Yençü, eskilerin Oxus ve Yaksart dedikleri Ceyhun ve Seyhun[3 - Seyhun’a “Hocend Suyu” derler. Babürnâme, s. 1.] (şimdiki adları Amuderya ve Siriderya) nehirleri ve güneye akan Fırat ve Sind nehirleri ve doğuya doğru akan Nehr-i Asfer aralarında olan benzerlik, Ren ve Alp, Ren, Po ve Tuna nehirleri arasında dahi bir dereceye kadar bulunmaktadır. Ren ve Elbe nehirlerini alan Avrupa’nın kuzey iç denizine karşılık Asya’da iskâna elverişli geniş bir toprak vardır. Nitekim vaktiyle Viking denilen deniz korsanları kuzey iç denizini Baltık’tan Manş’a kadar nasıl gezinti yeri saymışlarsa bu arazi de çöl halkına birçok zaman gezinti yeri olmuştur. Yukarı Yenisey[4 - Bunun bize göre telaffuzu (Yeni Çay) şeklinde olmalıdır. Türkçenin Kaşgar kolunda (ç) s’ye dönüşür. “Yenice” olmak ihtimali de mümkündür.] ile İrtiş, Emba, Yayık (Ural), İdil (İtil-Volga), Ton (Don) nehirleri arasında bulunan stepler,[5 - Bu step kelimesinin Türkçede karşılığı bozkırdır.] dağlar, ormanlar Vistül ve Luvar arasında bulunan denizler, körfezler, yarımadalar ve burunlara mukabildir. Eğer doğuya doğru bakılırsa iş büsbütün değişir. Çünkü Yeni Çay’ın yüksek havzasından hareket eden bir Tatar, atından inmeksizin Nehr-i Asfer’e doğru gidebildiği gibi Don Nehri’ne de varabilir. Hâlbuki Vistül veya Danimarka ile İsveç arasındaki boğazdan gemiye binen bir seyyah gemisini terk etmeksizin Tuna ağızlarına inemez. Çünkü burada gemi seyri çok karışık, ziyadesiyle eğri büğrü, çok engellidir. Asya’da Hazar Denizi’nin kuzeyinde bulunan ekinsiz ve geniş yerler Aral,[6 - Arapçada “cezair-i müctemia” denilen takımadaların Türkçe ismidir. Bu göle Aral denmesi de çok adalı olmasındandır.] Balkaş gölleri arasından bir atlı ulağın geçmesi için mevcut olan kolaylık ve güçlük Avrupa’da da Kuzey İç Deniz yaygın adıyla anmakta olduğumuz Baltık, Kuzey ve Manş denizleri arasında sefer gerçekleştirecek gemiciler için de mevcuttur. Denizci nasıl Cebel-i Tarık Boğazı’nda bir engelle karşılaşacak ise seyyah da Karadeniz Boğazı’nda öyle olacaktır. Fakat Avrupa’ya has olan şu nehir ve denizlerin birleşmesi keyfiyeti, Asya’nın hiçbir yerinde bulunmayan imara sebep olmuştur. Avrupa’da Tuna kaynaklarından Po, Rhone, Ren, Sen kaynağına gidildiği gibi Asya’da da kara yoluyla mesafe oranı korunmak şartıyla Asfer Nehri kaynaklarından Yenisey, İrtiş, hatta Ceyhun ve Seyhun kaynaklarına kadar gidilir. Fakat Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin denize bir çıkış yeri olmadığı gibi Obi, Yenisey ve Nehr-i Asfer ağızlarının arasında da gemi seyahati imkânı olmayan Kuzey Buz Denizi yolu veya devr-i âlem yolundan başka ulaşım vasıtası yoktur. Avrupa’da ulaşım hayatı damar mesabesinde bulunan kara yolları, nehirler ve denizlerde cereyan ettiği hâlde Asya’nın içerisinde kara yollarıyla, dışarıya çıkışı bulunmayan nehirlerde cereyan ediyor. Avrupa’nın kuzey iç denizinin baktığı yön Asya’nın Karadeniz kuzeyinden ve Tuna’dan başlayarak Japon Denizi ve Nehr-i Asfer’e kadar uzanan bozkır mıntıkası olduğundan beri bir denizden ibaret olan şu ulu yolun adaları yerinde olan dağlarını, körfezlerini teşkil eden vadilerini, boğazlarını, çukurlarını, sarp yerlerini, su akıntılarını incelemek gerekir.

Nehr-i Asfer’den başka açık denizlere bir çıkışı bulunmayan Asya’nın karalar kısmını Baykal Gölü’nün doğu sahilinden, yerli Türklerin Pamir ve İranlıların Bam-ı Dünya dedikleri yüksek ve verimsiz ova ve yaylalara kadar, kuzeydoğudan güneybatıya bir dağ silsilesi iki havzaya ayırır. Bu havzayı ikiye ayıran dağ silsileleri veya ara duvarlarının Baykal’ın kuzeydoğusunda bulunan bir ucu Norveç toprağında olduğu gibi, Pamir’in öte tarafındaki ucu da Sicilya kadar güneşe maruz olmak üzere güneye iner. Pamir Yaylası’nın yanlarından çıkan sular Sind’e ve Yengeç Dönencesi altında bulunan denizlere yönelir. Baykal civarındaki dağlardan inen sular da Lena Nehri’ne ve kutup buzullarına doğru akar.

Doğu havzası batıdan bin metreden ziyade yüksektir. Ortalama yüksekliği bin yüz ile bin iki yüz metre arasında olup bu havzayı batıdan ayıran silsilenin eteklerinde ise bin metrelik bir çukurluk belirir. Silsilenin diğer tarafında bulunan batı havzası ise çukurlaşarak Aral Gölü düzlüğünden kırk sekiz ve Hazar Denizi’nden yirmi altı metre aşağıya iner.

Aşağı ve yukarı havzalar arasında Baykal Gölü’nün güneyinden Pamir’e kadar olan silsilede birçok noktalarda geçit verir gedikler ve boğazlar vardır. Kuzeyde yerlilerin Altay[7 - Altay kelimesini bazı lügatler Altun Dağı terkibinden bozma kıyas ediyorlar ise de bu nazar Türkçe telaffuz ile uygun değildir. Altay Ora Türkçesince yüksek orman manasında Al-Tayga terkibinden ibarettir. Bu, oryantalistlerin bakışı ve seyyahlardan Radloff’un sözüdür. Bize kalırsa yine bu manada olarak Al-Toyga’dan değişmiştir.] dedikleri doğudan batıya doğru uzanıp giden heybetli bir silsile ile güneyde buna paralel ve altı yüz kilometre uzunlukta bulunan Tanrı Dağı arasında geniş bir geçit mevcuttur. Bu Tanrı Dağı’na Çinliler kendi lisanlarında aynı manayı ifade eden Tiyen veya Tiyen-Şan diyorlar.

Bu boğazın içerisinde bulunan birtakım beller, çıkıntılar, tümsekler burada bir hayli engeller teşkil ediyor. Fakat Rusların Tarbagatay Dağları dedikleri bir yığının kuzey ve güneyinde boğazlar Altay ile Tanrı Dağı arasında yukarı havzadan aşağısına inmek üzere geniş bir geçit verir. İşte bu çukurluktan Çaysan (Dzaissan) Gölü İrtiş Nehri’ne ve Ala Kul (Lac aux Eaux-Violettes)[8 - Ala Kul, Ala Göl demektir.], Yedi Irmak (Sept Riviéres) Balkaş Gölü’ne inerler.

Altay ile Tanrı Dağı arasındaki geçit ne kadar geniş ve kolay ise doğu havzasını batıdan ayıran dağ silsilesi üzerinde ve Tanrı Dağı güneyinde bulunan gedikler de o kadar dar ve geçmesi zordur. Tanrı Dağı güneydoğudan kuzeydoğuya doğru uzanan ve aralarında yaklaşık 30 derece kadar bir açı oluşturarak başı batıya doğru yönelen yan yatmış bir (V) şeklini alan bir dağ ile birleşir. Çinliler böylece (V) şeklini alan dağın aşağı koluna Güney Dağı manasında Nan Şan dedikleri gibi, iki dağın birbirine en ziyade yaklaştıkları noktaya da Çong Ling [9 - Çincenin (ling) kelimesi “geçitli tepe” demektir. Çung Ling Türkçenin “Gök Arat” terkibinin tam tercümesidir. Türkçede arat kelimesinin asıl manası çatı şeklinde olan dam olması sebebiyle, böyle yerler de bu terimle anılmıştır. Arat yüksekliği çok bir boyunu, yanaşılması kolay veya imkânsız olan komşu iki akarsuyun beslenme teknelerini ayıran sınırdır. Hâlbuki (davan) sarp boğaz ve (bel) gibi geçilmesi kolay boyun veyahut fark olunmadan bir vadiden diğer vadiye geçilen boğaz manasındadır. (Arat) komşu iki akarsuyun beslenme teknelerini ayıran sınır üzerinde boyun, (davan) ise bir geçittir.] derler. Buranın coğrafyasını yazan Araplar, dağ kayalarının parlaklığına bakarak Cebel-i Billur[10 - Billur; vahan bölümünde bulunan güney dağlarının bir kısmında iskân olan bir kabile dahi bu adla anılır.] demişlerdir. Avrupa coğrafyacıları da bu ismi oralarda rast gelen dağa vere vere birtakım karışıklığa sebep olmuşlar, nihayet böyle bir dağ yoktur, demeye mecbur kalmışlardır; fakat Billur ismi Güney Dağları’nın Çinlilerce Çong Ling denilen kısmından ibarettir. Yine bu Çinliler daha güneyde bulunan tepelere K’un Lun-Kouen Len İspinoz[11 - “Kouen” (değnek, kuru fidan) ve “len” (böğürtlen) demektir.] derler ki şimdi elde bulunan Avrupa haritalarında burası Kunlun diye kaydedilmiştir.

Pamir yığını (V) şeklinde bulunan iki dağ silsilesinin teşkil ettikleri açının güney tarafında ortaya çıkmıştır. Pamir yığınının kuzeyinde Tanrı Dağı ile Nan Şan’ın (Güney Dağı) teşkil ettikleri açıya benzer fakat iki kenarı daha kısaca ona karşı gelen bir açı daha vardır. Birincinin karşılığı olarak açıklığı batıya doğru olan ikinci (V) şeklindeki dağın birleştiği kuzey kolu birinciye nispetle -ki doğuya doğru yönelmiştir- batıya yönelerek içinde bulunan pek çok vadiden birisine Çat Tagal[12 - Rusların şimdi (çotkal) yazdıkları kelime Türkçenin (çatkal) terkibinden bozmadır. Manası: vadinin dibi ve sel yatağıdır.] daha doğuda iki kol arasını kısmen kapayan ve bir boyun vasıtasıyla geçilmesi mümkün olan buzlu tepeye nispetle de Gök Arat[13 - Ruslar bu kelimeyi Kog-art şeklinde tahrif etmişlerdir.] adını alır. (V) şeklinin güney kolu yayla manasına gelen alay adını aldığı gibi Farsların tercüme ile Surh-Âb dedikleri Kızıl Su Yüksek Vadisi de Pamir Yaylaları’ndan ayırır.[14 - Alay Vadisinde Kızıl Su Irmağı bir değildir. Bu isimde Kızıl Bel’den itibaren birbirinin aksi yönde akan iki ırmak daha vardır. Bunlardan birisi Surh-âb’ın başıdır. Diğeri kollarında birisi olan Kaşgar-Derya adıyla da anılan Tarım nehrinin baş tarafıdır.] Batıdaki (V) şeklinde görünen iki silsileden oluşan ve geçit manasına gelen eski Farsçada adı Fergana[15 - Bu kelimenin aslı Türkçenin barmak mastarından müşterek olan Bargana’dan olması muhtemeldir, çünkü barmak sınırı aşmak manasınadır.] denilen mahâl âdeta bu kara denizinin bir körfezi hükmünde olup iç taraftan gelen sel dereleri sularını aldığı gibi, güney tarafından da Altaydan gelen suları alarak Sir Derya denilen Seyhun’u oluşturur. Bu nehir önce doğudan batıya, sonra güneyden kuzeybatıya doğru akarak Tanrı Dağı ile Altay arasındaki aralıktan geçip Aral Gölü’ne dökülür. Altay ile Pamir arasında bulunan Kızıl Su deresi ilkin bu nehre paralel bir yataktan akarak, dağların geçit yerinde bir dirsek teşkil ettikten sonra Hindikûh’tan[16 - Hind Dağı demek olan Hindikûh’a İranlılar Hint öldüren manasına gelen Hindûkûş ismini vermişlerdir.] ayrılan bir belden dolayı kuzeydoğuya inerek vaktiyle (yani 981 hicrî tarihinden evvel) döküldüğü Hazar Denizi’ne meyil ile Aral ve Hazar havzasına girerek, Aral gölüne karışır. Dirsek ve ovadan itibaren Kızıl Su eski Arap kitaplarında Ceyhun diye anılan ve önceki kitaplarda Ögüz denilen Amuderya adını alır.

Kuzeydeki körfez Tanrı Dağı, Pamir yığını ve Ku’en Lun sularını, Lop denilen bataklık ve çukur yere gidip kaybolan Tarım nehrine birleştirir. Tarım kelimesi Osmanlıcada ekmek manasına gelen “tarımak-taramak” mastarından türemiş bir isim olup bu vadiye sembol olmuştur. Pek eski bir zamandan beri ekilip biçilmekte olan bu mıntıkaya düzgünlük hâlini göstermek üzere Türkler Altı Şehir adını da veriyorlar. Yine bunun gibi Altay ile Tanrı Dağı arasındaki kuzeydeki büyük boğaz civarında bulunan Türkler, kendi yerlerine Biş Balık[17 - Osmanlı şivesine göre “Biş Balık” “Beş Şehir” demektir.] ve kendi kendilerine de ekinci manasında “tarancı” diyorlar.

Çinliler kuzey boğazına, güney körfezine “geçit ve gedikleriyle beraber Rumların “Pontus-Pontos” ve İranlıların “Fergana” isimlerine uygun olarak Lou adını vermişlerdir. Çinliler boğaz ve körfezlere “Tanrı Dağı’nın kuzeyindeki cadde” manasında Tiyan Şan Pe-Lu ve “Tanrı Dağı’nın güneyindeki cadde” anlamına gelen Tiyan Şan Nan-Lu diyorlar. İşte bu kuzey caddesi ve güney gedikleri vasıtasıyla kuzeydeki yukarı ve doğudaki aşağı havzalar arazi ve ahalisi irtibat ve münasebet kurarlar.

Batı Havzası, güneyden Pamir ve Hindikuş ile kapanık ve yarımada bölgesinden yani Hindistan’dan ayrıktır. Daha ileride, batıya doğru bu havza, Hazar’ın güneyinde bulunan Elbruz ve Kafkas’ın güneyindeki Ararat Dağlarıyla birtakım tepeler veya silsileler ile de kapalıdır. Orta yerdeki açıklık Hazar’a doğru olan bu tepelerin arasında Türklerin Alatağ ve güneyde Kopet Dağ[18 - “Kopet” Türkçede “eğer kaşı” ve “hallaç yayı” manasınadır. Osmanlı okçuları meyanında acemilerin talimine mahsus gevşek yaya “kepade-kepaze” diyorlar.] dedikleri dağlar bulunur. Etrek[19 - “Etrek” “Türk” kelimesinin Arapça çoğulu olan (Etrâk)in bozulmuş hâlidir. Yani bu nehir “Türk Nehri” diye Arapların verdikleri isimdir. Etrek’in güneyinde bulunan “Gürgan” (Kurtlar) Nehri, şimdi İran ile Türkistan hududundadır.] Çayı’nın kuzeyinde bulunan bir gedikten Tecen Irmağı veya Herîrûd akar. Bu ırmağın Hindikûh’tan çıkan suları Kopet Dağı’nın kuzeyinden geçerek nihayet toprak üstüne yayılıp kurur gider. Kopet Dağlarının uzanımı Kara Tağ, Gülistan, Kopet, Koran, Balkan dağları olarak adlandırılıp Hazar Denizi’nde son bulur.

Kuzeyde Merv, güneyde Herat eski şehirleri arasında bulunan Tecen gediği, batı havzasından yüksek İran iklimine çıkmaya müsaittir.

Batı ve kuzey havzalarının ayrıldıkları yere yakın, Alay Dağı’nın batıya doğru uzanan bir kolundan Türklerin Kara Göl dedikleri bir batağa kadar Ceyhun ile Seyhun arasında katran uzanıp giden çok geniş bir yer bulunduğuna dikkat etmelidir. Buranın içerisinde Alay Dağı’nın yüksek vadilerinden inen bir ırmak akmaktadır. Türklerin bu ırmağın kollarına Kara Derya-Kara Su, Ak Derya-Ak Su; İranlılar ise bu nehir şebekesine Zerefşan yani Altın Saçan derler. Hakikaten vaktiyle Soğd daha sonra İslâm fatihleri tarafından Maveraünnehir denilen ve şimdi Buhara imaretiyle Rusya’nın Semerkant nahiyesinden ibaret olan bu arazi mahsullerini Zerefşan süslemektedir. Türkler bu suya Yançu yani İnci demişler.

Doğu havzası K’un Lun Dağları ve büyük Tibet Ovası’nın güney tarafı ile kapalıdır. Bu Tibet ovasının güney tarafında ortalama yükseklik, yaklaşık olarak üç bin altı yüz metreyi aşan Bin Dağlar-Himalaya bulunur. Kuzeydoğuda arazi birçok set çekilmiş havzalara ayrılmış gibi görünür. Burası tuzlu bataklar ve çimenlik yüksek ovalardan ibarettir. Coğrafya kitaplarımızda Nehr-i Asfer-Huang Ho ve Nehr-i Ahzar-Kiang Çu diye gördüğümüz iki nehir işte buradan çıkarak okyanusa iner, Nehr-i Asfer yatağının orta yerlerinde doğu havzasından geçer, buraya Khukhunur-Khokhonourun[20 - Moğolca olan bu kelime (Mavi Göl) demektir.] kuzeyde bu K’un Lun silsilesini takip eden ve nehrin çöl sahili üzerinde “Alaşan”[21 - (Alaşan) ismi Türk kaidesine uygun bir terkiptir. Birinci kelimesi Türkçeden alınmış (Ala) ve diğeri Çincede (dağ) demek olan (şan)dır.] ile sağ sahili kenarında Çin’in Lan Chau şehri civarında yükselmeye başlayarak sonra “güney nehri” manasına gelen Hunan kıtasına kadar batıya akıp bu isimde olan doruklar arasındaki bir gedikten çıkar. Buradan sonra kuzeye doğru iki yüz fersahdan fazla uzayıp giden bir dirsek teşkil eder.

Hunan ile Nehr-i Asfer’in sağ sahili arasında bulunan gediğin doğusundaki havzanın kuzey yönü, güneyden kuzeye doğru uzanan Kingan (Kadırgan) Dağlarından müteşekkildir. Bu dağların belli başlı gedikleri Nehr-i Asfer’i Pekin ve Pihu-Peiho; Nehr-i Ebyaz ve Çin ile Kore arasındaki derin körfez ovasıyla birleştirirler. Kingan’ın güneyinin sonu, Gobi’nin[22 - Gobi’nin ne demek olduğu bir iki sahife aşağıda görülecektir.] güney sınırını oluşturan K’un Lun silsilesiyle birleşir. Bu heybetli dağ silsilesi hakikatte eski hayvanlar devrine mensup olup Rus jeoloji âlimlerinden Çihaçov, Mösyö Richthofen’den naklen burayı Asya kıtasının en eski yeri saymaktadır. Kingan’ın (Kadırgan) doğusunda Japonya ve Büyük Okyanus’tan hâsıl olan bulutlarla nemli, her türlü yeşilliklerle ferahlık veren Mançurya yamacı bulunur.

Her iki havzada zeminin üstü ve altı birdir: Şöyle ki birbirinden ayrılmış ve bazı kere de granit, profiro, diyorit kayalarıyla kesilmiş billur kayalar ve eski, tortulanmış kaygan zeminin altını oluşturur. İşte bu kayalar üzerinde tufandan kalma ya da yeni tortular bulunur. Bu suretle oluşan arazinin uzantısı Altay silsilesinin kuzeyinden Kuzey Buz Denizi’ne ve batıda Ural Dağlarına ve yukarıda adı geçen silsilenin güneyinden Hindikuş, Elbruz, Ararat Dağlarına ve doğuda (Tibet) Yaylası’na, Nehr-i Asfer’e, Mançurya Dağlarına ve Kore ile Nehr-i Asfer arasında bulunan geniş Peçili Körfezi vasıtasıyla Büyük Okyanus’a kadar gider.

Bu geniş kıta arazisi dünya ulemasının “Loess”[23 - Loess yahut Lehem Almanca salsal-balçık manasında olup Ren Nehri’nin teşkil ettiği hakiki araziye verilen addır.] diye adlandırdıkları bir tür toprakla diğer toprakların karışmasından ve ara sıra özü sağlam kayalarla yırtılıp kum ve çakıl taşı tabakalarıyla tabakalar oluşmasıyla meydana gelmiştir.

Asya Loess’e Ora Türkleri tofrak (toprak) derler. Toprak gözenekli bir kil olup, kurak havalarda toz haline ve ıslak günlerde çamura dönüşür. Suların geçmesiyle ıslanan ve sürüler geçmesiyle yoğurulan, güneşte kuruyan bu toprak kaskatı taş haline gelir. Sel sularıyla akıp giden kısmı Nehr-i Asfer ve Kızıl Su’yu kendi rengine boyar. Çukurları doldurur, su yataklarının iki yanında bulunan yerleri, dağ sırtlarında bulunan dere ve yarları mümkün mertebe doldurarak bitki yetiştirme güçlerini artırır. Alçak vadi ve ovalarda doksan santimetre kadar bir tabaka meydana getirir. Dağlarda on bin kadem ve daha ziyade yüksekte bulunan granit taşlarının aralıklarını örter. Doğu ve batı havzalarıyla boğazlardaki ahaliden bu toprağı edinebilenler, bununla evlerini, şehirlerinin duvarlarını, mahzenlerini inşa ettikleri gibi, ekinleri vesair lazım olan yerleri sulamak için kullandıkları sayısız arklarını da bununla yapmışlardır. Bura ahalisi işte bundan dolayı: Toprak ve su olan yerde Sart bulunur.[24 - Aslı gerek Türk ve gerekse İranlı olsun buralarda yerleşip kalana “Sart” denildiğini Avrupalı seyyahlar rivayet ediyor. Çağatay Lügati’ni yazan Şeyh Süleyman Efendi bu kelimeyi: “Türkistan’da Asabire denilir ki aslı Tacik ve Farsdır, Tat dahi derler.” diye tarif ediyor.] derler. Nehr-i Asfer, İli, Tarım, Seyhun ve Ceyhun vadilerinde bulunan köylü Çinliler, çiftçi Türkler, İranlı Sartlar, köylü ve şehirliler tarihin kaydetmediği zamanlardan beri burada buğday, arpa, pirinç, süpürge darısı, mısır, akdarı ekip biçtikleri gibi; asma, elma, dut fidanları yetiştirmişlerdir. İnsanlar bu sarı topraklı yer kadar hiçbir yerde kökleşip kalmadıkları gibi, hiçbir yerin de köylüsü, tarlası, evleri bu kadar birbirinin eşi ve aynı olduğu görülmemiştir.

Türk tarihçi Ebulgazi Bahadır Han, Hazreti Âdem’in toprağı buradan başka yerden alınmamıştır.[25 - Şecere-i Türkî, s. 3.] diyor. Hakikaten burada insanla toprak birbirinden ayrılmaz. Buraların kendisine mahsus bir manzarası var: Yazın birkaç hafta bir damla yağmur yağmadığı, yerler susuz kaldığı zaman Taşkent, Buhara, Semerkant yolu üzerinde bulunan seyyah büyük, sarı, renksiz topraklı bir yol üstünde bulunarak; ortalığı fırtınaya hazırlanmış bir hafif rüzgâr içinde meydana gelen sıcak ve bayıcı bir giysiye bürünmüş gibi görür. Yaya, atlı, arabalı yolcuları gayet ince ve göz pınarlarında çamur lekesi hâsıl eden ve ortalığı göz gözü görmez bir hâle koyan toz içinde bulundurur. Ağaçlar, insanlar her şey bu tozla sıvanmıştır. Yol sarı renkli dikey iki sarp kaya arasından, kurumuş bir dere başına indiği zaman güneşin tesiriyle insan kendini bir fırına girmiş sanır. Irmak suyu veya sel ile kazınan bu derede su yerine kızgın çakıl taşları bulunur. Sarp kayaların çatlak kovuklarında baykuş, kuzgun ve oraya mahsus bir tür kartal yuva yapmışlardır. Bu dereler şiddetli sularla çatlamış, mağara gibi oyulmuş, güneşin tesiriyle âdeta kuru kiremit şeklini alarak kuvvetlenmiştir.

Yerlilerin Orda-Ourda[26 - (Orduluk) demek olacak.] dedikleri yüksek kerpiç duvarla çevrilmiş barınakları güneşte pişip dayanıklılık kazanan çamurdan inşa edilmiştir. O çukur yerler ekin, mezar, bazen bütün köyü çevreleyip şehirlerin civarında gayet latif manzara oluştururlar.

Asya’nın şu iki havzasını düzgün bir “toprak” tabaka örtmemiştir. Bu toprak Ora ahalisinin “kum” dedikleri silisli kil ile vaktiyle Hazar Denizi’nden Baykal Gölü’ne ve Nehr-i Asfer’e kadar uzayıp giden denizin bırakmış olduğu tuzla muhtelif miktarda karışarak, biri suyun geçişine mâni yoğun kil, diğeri akışkan ve kumlu silisli kil, üçüncüsü de tuza doymuş çorak toprak olmak üzere üç tür ortaya çıkarır. Bunların üçünü de sertliğinden dolayı insanlar işlemekten acizdir.

Orada Yer katık, âsmân ırak[27 - Türkçeye “yer katı, gök uzak” diye tercüme olunabilir.] sözü Türklerce darb-ı meseldir. Doğu havzası akarsu yatakları arasında hendekleri, dağ yamaçlarında ağaçlıklı dereleri kapsayan ve balçıklı, kumlu, yol yol tuzlu ve çakıllı araziden ibaret olup batı havzası ise arazinin her hâl ve türünü beyanda milletlerin dillerine gıpta verecek kadar zengin olan Türkçede barkan[28 - Barmak, yani varmak mastarından türemiştir.] olarak adlandırılan dalgalı ve hareketli kum yığınlarıyla kesilmiştir. Mösyö Richthofen burayı sarı toprak (Loess), kumsal, çakıllık ve taşlık bozkırlar diye üç kısma ayırıyor. Bu tasnif kumlu ve balçık çölleri kapsar ki bunları hakkıyla tespit ve sınırlandırma o kadar kolay değildir.

Bazı yerlerde balçıklı bozkır kumsalları ortaya çıkar, böyle yerlere Türkçede takır denilir.

Çukur ve oyuk olan su ve çamurun birikinti yerlerine de bataklık (batak) derler. Asya topografya haritalarında kamış ismi ile balçık ve batak kelimesiyle kum ismine birlikte rastlanır. Takır yerler daima ve genel olarak çıplaktır. Mösyö Henri Morez Türkistan Seyahatnamesi’nde: Takır yerler her türlü ziraata uygun değildir. Çünkü bunların toprakları toz tortularıyla beraber veya özellikle özlü balçıktan ibaret olup üstlerine düşen yağmur sularını aşağı tabakalara indirmeyerek buharlaştırdıklarından alt katları bitkilerin gelişimine yeterli gelecek miktarda rutubete sahip olamazlar. Kışın veya baharın yağan yağmurların buhar olup gitmesinden sonra sıcaktan yeryüzü pişerek âdeta cilalı tuğla şekline girer. Üzerinden geçen develerin ayakları kayar ve tesadüfen buraya düşen tohum taneleri bu pişmiş toprak altında çimlenip baş göstermeyi başaramadıkları gibi, feyz almak üzere baş gösterenler de ilkbaharın şiddetli güneşinde kurur gider.

Akar ve durgun sulardan uzak olup yüzleri tuğla gibi pişmiş takırlardan ve barkan denilen seyyar kum yığınlarından, yeri boğan çakıl ve kumlardan uzak ve bağımsız ovanın sair kısımları ekinlik ve ağaçlık ile örtülüdür.