banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi

Genç ve bakımlı ormanlar, ekinli yerler arasında Kara Kum, Kızıl Kum, takır ve barkan olan yerler kil gibi leke leke görünürler. Orta Asya’da hakikaten “çöl” denilebilecek her tarafı bitkilerden mahrum ve imara elverişsiz, boydan boya boş yer yoktur. Her yerde, her iki havzada “saksaul” bulunur. Bu ağacımsı kaba ot türünden bitki kumsal, üstü nemsiz kurak yerleri sever. Dört metre kadar boy atar. Ağacı baltanın güç işleyeceği kadar sert olduğu hâlde yanlamasına şiddetle vurulduğu gibi kolayca kırılır. Amuderya kenarı Heftrik, Harezm, Merv, Çârcûy arasında çorak bulunur. Kurtlanmaz. Oraların kömürü makbuldür. Saksaul ile birlikte bakliyat, sayvaniye ailesinden ağaçlar ve bitkiler de bulunur. Kazuarina ve okaliptüs denilen ağaçlar da Orta Asya’da bunlardan daha ziyade gölgelik oluyor.

Bakliyat ailesinden olan bitkilerin işgal ettiği yerlerde çöl az çok uzayıp giden bozkır hâline gelir. Birtakım yerlerde, yani güneş tesirinin çok olduğu, toprağa çokça toz karıştığı yerlerde etli, parlak, genellikle yapraksız fakat kalın ve sulu, başka bitkilerle birlikte bulunmayı sevmeyen, kuvvetli ve tatlı su ile sulanmış, toprak istemeyen birtakım bitkiler yetişmektedir.

Derelerin ağzında, yağmurlu, büyük hava cereyanlarına elverişli bölgelerde, iki havzanın sınırları üstünde, Baykal’ın doğu, Altay’ın kuzeyinde Balkaş, Aral Hazar gölleri etrafındaki çay ve Orhun, İrtiş, Yedi Irmak,[29 - Ruslar buna (Semirçe-Sémirtché) derler.] Çu[30 - İyi su demek.], Sarı Su, Turgan[31 - Toygarlı su demek.] nehirlerinin Yayık (Ural), İdil (Etil), yani Volga’ya Kuban, Kafkas etekleri ve (Don) nehrine kadar Avrupalıların “step”, Çinlilerin “Tsao-ti” Türkler ve Moğolların bu manaya gelen “Kıpçak” ve “Gobi” dedikleri göz alabildiğine kadar boş çayırlı arazi uzanıp gider. Türk ve Moğol lisanları bu ulu yerlerin çayırlarını, iki havzanın içinde, kenarında kuzey boğazları arasında, tayga yani Sibirya ormanında da bulunan her türlü ahval ve görünümü ifade eden kelimelerle dopdoludur. Buraların bir kısmı otlak, bazı yerleri hem kara, hem de suya salıverilen dala[32 - Türkçede beyabân, deşt manasınadır. Moğolcanın (dalay), (döngel) kelimesi ise (deniz) demektir.] saksaulluk, togay[33 - Orman, gabe manasında Türkçe bir kelimedir.] ortalığa saçılmış tuz kristallerinden dolayı, güneş ışınlarında yansımalar ve hayaller meydana getiren yalgın yani serap ve birtakım yerleri de imardan yoksun hakikaten çöldür.

Bu iklimin bazı bölgeleri de Kırgız keskin ıtrî kokulu çayır manasına gelen ve içinde alacalı atlar otlayan natırdır.[34 - Aşaşnıng boyı ay natır Alalı cılkı coşatır, Radloff, C. 3, s. 22] Hatta arazi şekillerine dayanan ıstılahları tamamlamak için meydan ve deşt gibi Farsça isimlerini bile ahali kullanmaktadır. Şu kitabı yazmak için eserini eleştirdiğimiz Mösyö Leon Cahun: Türk ve Moğolların arazi şekillerini belirlemek için kullandıkları türlü kelime ve ıstılahları karşılayacak kadar Fransızca sözlük geniş değildir diyor. Burada fırtınalar hiçbir engelle karşılaşmaksızın çölü süpürür. Bağırlak denilen kırlangıçlar coşkun rüzgârları ok gibi yararak bir hışıltı ile uçar.

Batı havzada Tanrı Dağı’na doğru uzun bir meyil ile çıkan vadiler, o dağın zirvesinden şiddetli bir meyil ile batı havzaya inen yamaçlara donmuş araziden akıp gelen sular tüm çöküntü ve canlı maddeler ile toprağı karıştırarak ormanlık bölgelerin siyah zeminini hâsıl eder. Fergana, Yukarı Siriderya tarafları hakkında Nalvikin şöyle diyor: Takriben bin iki yüz yıl evvel sanavber, ardıç, ceviz, dişbudak, kayın, elma, zerdali ağaçları kesintisiz Fergana’yı çevreleyen dağları kaplar ve hatta bu orman orta bölge ırmaklarının kenarına kadar inerdi…

…Bu orta bölgenin büyük kısmı şam fıstığı, ılgın, döngel, hanımeli vs. fidanlarıyla kaplı idi. Hatta bundan seksen sene evvel bugün büsbütün çıplak ve âdeta çorak yerler olan Namangan şehrinin kuzey tarafındaki yüksek alanın şamfıstığı fidanlığı olduğunu ihtiyarlar hatırlıyorlar.

Vadinin ortalarını örten gümrah bitkiler arasında pek çok yerlerde, karların erimesinden hâsıl olan sularla dolan kuyular bulunuyordu. Bununla beraber geniş yeşillikler, meralar vardı… Vadinin aşağı tarafları hemen göz alabildiğine bataklıklar, göller, kamışlıklar, çalılıklar ve geniş turangalıklarla (tarafatamarix- ılgın) örtülü idi.[35 - Sayılan bitkilere hâlâ ismi “kendbadem” adıyla kasabaya âlem olup kalmış olan badem ağaçlarını ve Bâbür’ün eserinde saydığı birçok bitkiyi, mesela kırmızı kabuklu “ayık otu-ayu otu”, “tabolga”yı “terek” yani (kavak) ağacını ilave etmelidir.] Üç yüz otuz üç senesi Buhara ahvalini yazan Türk tarihçi Ebubekir Muhammed Bin Caferü’n Nerşahî vaktiyle bütün Maveraünnehir ikliminin Seyhun Nehri’nin yüksek vadilerine benzediğini rivayet ediyor ve diyor ki: Vaktiyle Buhara, bataklık ve sazlıklı kamış ve ormancıklarla örtülü çukur bir yerdi. Şimdi Semerkant’ın bulunduğu doğu tarafı dağlarının karları eriyerek her yıl ırmak ve dereleri şişirir ve sularını düz yerlere taşırır ve buraları ne ekinci ve ne de bakıcı ve avcıların işine yaramaz bir hâle düşürür idi. İşte bundan dolayı Türkistan içerilerinden birtakım kimse av arkasında geldiler.[36 - Hicrî 6. Yüzyılda Kara Göl’de kuğu kuşları avlanıyordu.] Sonra birleşerek araziyi ektiler ve Tarkamurd, Pervane, Ezvana ve Nur kasabalarını tesis ettiler.[37 - Nerşahî burayı Ebu’l Hasan Bin Muhammed Nişâburî’den iktibas etmiştir.]

Güneyde ve Hind Dağları’nın diğer tarafında, arazi kuvvet kazanır.

Muazzam Moğol Devleti’nin kurucusu olan zat Sultan Babür, Maveraünnehir ile Hindistan arasında bulunan dağların arka yönünü, yani güney yüzünü kendine mahsus bir surette şöyle tasvir ediyor: Çamlarla örtülü, pınarları bol, yumuşak toprakla örtülü tepeciklerle çevrilidir. Bitkiler, dağlar, dereler tekdüze ve ruh okşayıcıdır. Biraz daha aşağıda da serviler, meşeler, zeytinler, sakızlar… Sert kayalar üzerinde birbirini müteakip uzayıp giden bir hat oluşturan dağcağızlar… Batıda bir demet otsuz dağ başları ve sırtları… Üzerlerinde at koşturulabilir düz dağ tepeleri… Derin, dikine meyilli, geçilmez derelerde akan sular, her yerde dağ tepeleri en güç geçilen yerler olduğu hâlde, burada yamaçlar eteğe yaklaştıkça sarplaşmakta ve etekler ise büsbütün sarp bir hâlde bulunmaktadır… Afganistan’da tepeler az yüksek, toprak kil, sular nadir, bitkiler yok, manzara kederli ve vahşi memleket ahalisine benzer.[38 - Babürnâme, s.173 ve devamı…] diyor. Burada Belucistan’ın boş fundalıkları ve çakıllı dereleri, güneyde ise İran’ınkiler sıralanır.

Tanrı Dağı’nın kuzey, Himalaya’nın güney vadilerinin yanları çam, söğüt, kavak ve kayın ağaçlarıyla örtülüdür. Çayır ve boş arazilerini gölgeleyen gölgelikli dağları, Ora ahalisi:

Bauru Ala Tau deyenin kılman terk
Ala Tağ yamacında söğüt ve kavaklar[39 - Radloff, C. 3, s. 82.]

diye şarkılarla överler.

İçlerinde bozkırlar yahut saksaulluk, yahut göz alabildiğine çayırlık, içinde takır, barkanlar, bol bol taşlıklar vardır. Bozkırlardaki toprağa hayat veren sulak yerlerde, nehir kıyılarında sarımtırak yerler, otlar ve ormanlarla ferahlık bulur. İli’nin Türk “tarancı”ları köylerinin letafetini güzel şarkılarla ilan ederler:

Şu zengin Altaylarda
Erik, elma olur dağda,
Elma, erik olur bağda
Hoş kalınız dağlar, kırlar
Kandilimiz sönmez yanar
Evim, yurdum hoş kalınız[40 - Bu buralı bir Türk şarkısı tercümesidir ki Çin’de söylenmesi yasaktır. Radloff, C. 6, s. 202.]

Altay’ın doğusunda bulunup doğu havzasından verimsiz bir zemin ile ayrılan Khingan Dağlarının etekleri de kavak, çam, ak ve kara kayın, söğüt, iri ögüz, bodur meşe, ıhlamur, ardıç gibi bitkilerle örtülü olup bunlar Moğolistan’ın bozkır, kıpçak, çayır, çakıl ve kumluklarını Çin’in ekili arazisinden tefrik ederler.

Gobi’nin batısında, yeşillikli kıpçağın orta yerinde yani Baykal Gölü ile Kentei arasında ormanlarla bezenmiş, Selenga, Orhun, Tula gibi büyük ırmaklar kıyısında Eski Türk ve Moğolların mukaddes bildikleri arazi bulunuyor. Çin’den Sibirya’ya giderken buradan geçen Rahip Palladius, burada şahit olduklarını şöyle tarif ediyor:

Kuzey doğuya yönelen yol Çin’den gelen Buğu Uula Dağı’nın batıya doğru uzanan kolu ile kapanıverir. Binaenaleyh yol burada dağın alçaldığı yere kadar kuzeybatıya döner. Bu geçidi geçtiğimiz gibi ovaya indik… Ufuk uzaktan dağlarla çevrilmiştir. Batıda bulunan bir tepe bizi Urga Vadisi’nden ayırır. Kuzeyde, yüksek dağlar eteğinde, doğudan batıya doğru Tula Nehri boyunca uzanan ve onunla beraber, kuzeybatıda, kenarları sarp dar bir geçitte kaybolan sık bir karaağaç ormanı görüyoruz.

…Urga vadisini bizden saklayan alçak tepenin zirvesine ulaşıyoruz. İşte o zaman bu vadi önümüzde belirerek doğudan kuzeydoğuya uzanmış sarı bir yer görüyoruz ki burası Kouren’dir. Güneydoğuya doğru yolumuzu takip ettiğimiz sırada tepeleri sık çam ormanlığı olan yüksek bir sıradağ boyunca gidiyoruz… Sağımızda Buğu Uula’nın[41 - Uula, Moğolcada dağ demek olduğundan (Han Dağı) demektir. Buraya Türkler “Kut Dağı” derler ki buradaki (Kut) kelimesi (iktidar) manasına geldiğinden iki isim birbirinin tercümesi demek oluyor.] bir aşaması uzayıp gidiyor. Tula buna pek yaklaşır, bunun kıyıları ve dağın eteği yeşil bir ormanla örtülüdür. Dağlar dikine yükselmekte tepeleri bütün silsilede olduğu gibi sıkı çamlarla örtülü olarak suya aksetmektedir.

Gobi’nin bu apaçık görünen dağlarının Kentei güneyinde ayrılan mukaddes Kerulen Suyu, Tarhan ve Kentei nehirleriyle Urga’nın üstünde bulunan Han Uula Kut Dağı arasında akar. Kerulen suları Moğollar nazarında mukaddes gibi tanıtılmaktadır. Hatta buna seçkinler şifalı gözüyle bakmakta ve pek uzak yerlerden çimmek için gelinmekte olduğunu seyyah Palladius rivayet ediyor.

Kerulen’in yukarı kesimleri sahili sağında, Tarhan kutsal dağı semaya doğru yükselir. Önce adı geçen silsilenin zirvesi üzerinde, bazı yerleri kara yahut demir pası gibi sarı bir yosunla kaplı ve tamamı kırmızımtırak bir renk alan taş yığınları vardır. Düz, yeşillikli ve yalnız bir tarafa meyyal bir ova üzerinde bulunan bu taş yığınları tek veya dikine olduğu hâlde ovanın etrafını çevirmişlerdir. Bu tabii kaleler arasında, bir tür çatlak tarzında bulunan bir geçitte rüzgâr sıkışarak geçer ve uzaktan gelen gök gürlemesi gibi bir ses peyda eder. Ova üstünde demirci örsü şeklinde birçok kaya parçaları görülür. İşte bu dağın “Cengiz Han Demir Ocağı” namını almasına sebep şüphesiz bu hâldir. Bununla birlikte vaktiyle burada demir madeni işlendiğini reddedecek bir belge de yoktur… Tarhan üzerinde Moğollar dağ perilerinden korkarlar… Bu periler için Obu’ya götürülen kurbanları bize gösterdiler… Son kayanın tepesi üzerinde iki adet Çaça temsilî tasviri telakki edilen küçük koniler vardır.

Daha kuzeyde, Büyük Okyanus ve Kuzey Buz Denizi’nin yağmur ve rüzgârına maruz kalan arka kısmında Lena; Yeni Çay (Yenisey) ve Obi nehirleri boyunca çayırlar, büyük ormanlar, sonra karlı çukurlar uzayıp giderek ıssız ve âdeta Ölü Deniz söylemine uygun kutup denizlerine ulaşırlar. Bahar olunca buralarda göz alabildiğine çayırlar, meralar uzanır gider. Bu mevsim leylâkıyye ve bakliyye dönemi olup Türk ve Moğolların pek sevdikleri değişik renkli laleler açar. İşte bu sebebe dayanarak herkes:

Geldi Nevruz! Cümle âlem gülistandır şu gün[42 - Vambery: Türkmen Şarkısı.] diye mutluluklarını ifade ederler. Sevinçten ferahlayan Ora halkı, mutluluğunu ilan için ölenk yani çiçekli çemen kelimesini kullanırlar. Türk delikanlılarıyla arkadaşları gelinin etrafını alarak:

Hay hay ölenk hay[43 - Neş’e bahş, çiçekli çayırlar, neş’e bahş Bantu Suu’n tarancı şarkılarından, s. 57.] diye şarkı söylerler. Millî sanayiden olarak kadınların dokudukları halılardaki renklere sebep çiçekli çemenlerin renklerinin sürekli değişmesidir.

Yaz geldiği zaman, sonsuz çöl acınacak bir hâlde kupkuru kesilir. Etrafta bulunan dağ payelerinin zirveleri yağmur bulutlarını yırtar, dağıtır, çayırlar kuruyup sular sarı bir kasırga hâlinde ağırca havada damla damla saçılır. Yakıcı bir rüzgâr önüne toprak tozlarını, barkan kasırgalarını katar. Dağlara yakın olan göçebeler yaylaklara çıkar. Yahut ovada bulunanlar pınar başlarına gider veya bir iş becermek üzere öteye beriye başvurur:

İl uğrusuz bolmas- Tav börüsüz bolmas[44 - (bolmas) bizim lehçede (olmaz), (börü) (kurt) demektir. Osmanlıcada bu darb-ı meselin mukabili: “dağ başından duman, insan başından yaman eksik olmaz”dır.]

Sart denilen halk ise kemal-i ızdırab ile bulunduğu yerde kalarak balçık yoğurur. Topraktan hâsıl olan sarı tozlar içinde yine bu renkte sürülerle âhûlar, yarı at ve yarı eşeğe benzer kulan denilen yaban atları gezerler. Kamışlık ve saksaulluk yerlerde sarı donlu ve üstleri boz pençeli parslar, vadi ve göl kenarlarında “maral” dedikleri büyük geyikler gezdiği gibi “yak” denilen yabani deve, soğuk Tibet yaylasında “argali” denilen ve bir alay burma burma boynuzları bulunan koyunlar da Pamir bölgesinde bulunan cılız yaylaklara kadar tırmanırlar.

Fırından farkı olmayan böyle bir yerde bitki örtüsü Alaşan kumlarına kadar dayanır. Ağustos ve eylülde Zülhayr kemale erer. “Zülhayr” denilen nebat altmış santimetreden bir metreye kadar uzar. Devingen kumlarda, çırılçıplak kumsal yerler kenarında yetişir. Ufak tohumları leziz ve gıdalıdır. Moğollar bu taneleri toplarlar ve kumlu yerlerde tümselip çıkan takırlar üzerinde dökerler. Harsız ateşte kavurup kabuğunu soyduktan sonra hâsıl ettikleri otunu çaya katarlar. İşte hareketli mevsimin son mahsulü budur. Bu çetin arazinin bazı yerlerinde su arayanlar yer altı sularını keşfederler.

“Şanda” denilen, toprağı çukur ve nemli yerlerde “sayır” denilen dağ kovuklarında iki adım derinliğinde su çıkar. Otları ziyadesiyle sık ve bu sebeple çok bitişik olan Bouridou dedikleri mahallerin suları umumiyetle kötüdür. Kouibeur olarak adlandırılan yerlerde su pek ince bir tabaka toprak altında bulunduğundan “kulan” denilen yabani katırlar tırnaklarıyla eşeleyerek su fışkırtıp içerler.[45 - Palladius’tan menkuldür.]

Bütün etrafta kuru toprak güneşin tesiri altında titremekte ve hayat ise tesirini göstermekten hâli kalmaktadır.

Taşlar arasında beş adet taç yapraklı yapracıklar, ak ve sarı renkli ufak çiçekler görülür. Etraftaki arazi çakıl taşı ile karışık kumluktur. Kumluk içinde çok miktarda altın varakların parladığı gibi beş altı fastalı evren pulu (mika-talk) parçaları bulunur. Bunlar pek hafif olduklarından rüzgârın tesiriyle havada uçarlar. Buralarda bulunan granit ve kuvars yığınları içinde de o taşlardan uçar.[46 - Palladius’tan menkuldür.]

Biraz daha ötede sert toprak canlanarak bitkilerde bolluk görülür.

“Dargana” denilen huşbih bitkisi gürgengillerdendir, kısa boylu olur ve eğri çıkar. Filizleri hemen yeri kaplar, bodur ağaç denebilecek bu fidan, çıktığı toprak ne kadar sert olursa o kadar yaprağı geniş, kendisi yeşil ve kuvvetli olur. Dağların kayalık yamaçlarında bunlar âdeta bir orman hâlini alarak güzel bir yeşillik hâsıl ederler, çok geniş ve düz yerlerde ise renksiz olur ve piç kalır… Bu “dargana” denilen bitki top hâlinde çıkar ve bir demet şeklini alır. Tohumları sararıp solan dallarının üstündeki dalcıklar üzerinde bulunur, çiçekleri sarı olur, bunlar alçak ve tozlak yerlerde yetişir. Dalları eğilip bükülen fakat kırılmayan deresuya gelince; bunlar kum yığınlarını örter. Moğollar burada mütemadiyen rüzgâr estiğini ve ancak geceleri havanın sakinleştiğini beyan ederler, işte bundan dolayı baharın yağmur bulutlarını rüzgârlar götürerek bir damlasını yere düşürmezler… Fakat bir kere yağmur düştüğü gibi ortalık yeşillik kesilir. Görünüşte verimsiz zannedilen bu kır pek ziyade bitki yetişmesine müsaittir. Buna karşılık bu çölleri ihya eden de rüzgârlardır. Gece mehtapla aydınlattığı zaman o çöller renksiz görünerek ebedî sükûnete mahkûm zannolunur.[47 - Palladius’tan menkuldür.] Geceleri don olur. Ve hatta gündüzleri bile hava durumunda görülen değişiklik pek dehşetlidir. Alaşan’da Mösyö Prjevalsky martın on üçüncü günü öğleden bir saat sonra sıcaklık derecesinin sıfırdan yirmi iki derece yukarı olduğunu ve ertesi gün yine o saatte sıfırdan eksi beş dereceye indiğini görmüştür. Martın otuz birinde kır, otuz altı santimetre kalınlığında karla örtülmüş ve hararet derecesi sıfırdan eksi on altıya inmiş idi. Mayısta güneş çıkarken kırk iki ve gündüzün gölgede kırk derece görülüyordu. Hatta güneydoğu Moğolistan’da takriben İstanbul iklimine eşit sıcaklıkta yani kırk iki derece civarında bin sekiz yüz yetmiş bir senesi yirmi Kasım’ında sıcaklık derecesi otuz iki buçuk olduğu hâlde kuzeydoğu Cungarya Pe-Lu[48 - Kuzey İpek Yolu.] hararet derecesinin cıvanın donma noktasından bile aşağı düştüğü görülür. Diğer taraftan yine bu yerlerde yazın hararet aşağı yukarı sıcak ülkelerdeki derecede olup gölgede otuz altı ve otuz yedi dereceyi bulur. Bu mevsimde kıpçağın kupkuru kalan toprağı ısınarak elli ve hatta altmış derece bir sıcaklık hâsıl olduğu gibi kışın da yirmi altı dereceye iner.

Batı havzasındaki çukurlarda yazın dehşeti bundan az değildir. Hive, Buhara, Taşkent’in sıcağı Fergana, Semerkant veya Şehr-i Sebz’den ziyadedir. Hive’de mayıs yaz başlangıcı sayılarak şöyle bir tecrübe icra olunur: Güneşe bakan bir toprağa konulan tavuk yumurtaları bir günde üç kere pişerse yazın iyi ve verimli olacağına delil kabul edilir. Daha doğuda, yaz ve güzün Türklerin germsal[49 - Germ-sal terkibindeki germ kelimesi Farsçanın sıcak manasına gelen bir sıfatı ve sal lafzı da eski Türkçede yel-rüzgâr manasında olan bir isimden oluşmuştur.] ve Acemlerin “tebbâd” dedikleri korkunç rüzgârlar eser.

Batı ve kuzeybatıdan gelen rüzgâr cereyanı Türkmânî denilen yanık çöller üzerinden geçerken kendisini Hocend geçidinden Fergana’ya yol veren dağlar üstüne çarpar. Mösyö Kapu-Capu, germsal estiği zaman bin yedi yüz yetmiş bir senesi Mayıs’ın yirmi yedinci günü öğleden bir saat sonra Kıtlık-Faim Kıpçağı’nda sıcaklık derecesinin kırk biri bulduğunu görmüştür. O zaman güneş ince ve sıcak bir toz ile kaplanmış hava tahammül olunamayacak dereceye gelerek ağırlaşmış, manzara harap bir görünüm almış, her yer buz ve toza boğularak ufukta güneşin yerini bile tayin etmek güçleşmiştir. Şurası gariptir ki bu rüzgârın ardından ortalık oldukça serinlemektedir. Bin sekiz yüz yetmiş iki senesi Ekim ortasına doğru Taşkent, Penckent civarına germsal yılını takiben bol kar yağmıştır.

Güzün ve sonra kışın Tanrı Dağları fırtınaları toplayıp bunları kuzeydoğu borası ile beraber Nan-Lu Körfezi, Tarım Vadisi üzerine, sonra kuzeydoğu rüzgârıyla karıştırarak hafif rüzgârlı havayı gayet ince kumlarla doldurarak ve alçak yere barganları sürerek Gobi doğu havzası üstüne sevk eder. Derken Orta Asya’nın dehşetli kışı gelir, engin yerlerde, vadilerde, dağ yamaçlarında ta Hind hududuna Hindikûh yamaçlarına kadar kasvetli, bol kar yığınları dolar. Bâbür Şah kitabında kışın Herat’tan Kâbil’e kadar zorlu yolculuğunu şöyle nakleder: Kar o kadar çok yağdı ki üzengilerin boyunu aştı. Ekseriya atların ayağı yere basmazdı, yine de kar yağardı. Bir hafta kar üstünde yürüdük. Her adımda bele ve hatta göğse kadar kara gömülüyorduk. On beş yirmi kişi ayaklarıyla karı çiğnedikleri zaman izlerinden süvarisiz olarak giden at üzengisine ve hatta eyerin arka kaşına kadar kara gömülür ve böylece on on beş adım giderek kuvveti kesilirdi.[50 - Babürnâme, s. 344-345.] Şiddetli bir don, Tanrı Dağı’nın kuzeyinde ve bir derin, kuytu yerinde bulunup Türklerin Issık Göl, Moğolların Demir Göl manasında Timur Tunuur dedikleri acayip bir gölden başka bütün gölleri, nehir ve ırmakları dondurur. Ova ve yaylalarda ince kar taneleri tutmaz, şiddetli rüzgârlar bunları süpürüp toplayarak insan, hayvan, tepe, devrilmiş ağaç gövdeleri gibi engelleri, o iğne gibi donmuş kar billurlarıyla iğneleyerek derhâl kapatıverirler.

Karkovan genel adlandırması uygun olan bu rüzgârın fenalığını anlatmak için oralarda bulunup görmek lazımdır. Yağan ve yeri örtmekte olan kar öyle bir şiddetle süpürülüp gider ki rüzgâr tarafına bakmak mümkün olamaz. Bu engelle karşılaşıldığı zaman, çabucak orada toplanıp her şeyi yerle bir edip örter. Hava o kadar kararır ki insan önünden birkaç adım ilerisini göremez. Omsk beldesi karkovan rüzgârının tehlikesini pek iyi bildiğinden karakolhanelere ipler gerilip, rüzgârlı zamanlarda neferler karakolhaneden ayrılıp sokakları gelişigüzel devretmek tehlikesinde bulunmamak için elleriyle tutarlar. Omsk’ta böyle havalarda sığınacak bir ev bulamayan insan ve hayvanların telef olduğu vakidir. Hatta buna benzer bir hâl, beş gün süren karkovan rüzgârı sırasında yüz kadar şahıs yolu bulamayarak Kazan şehrine bağlı bir beldeye ulaşmayı başaramamışlardır.

Fergana’da dondurucu rüzgâra “ha derviş” diyorlar. Buna sebep ise: “Burada öyle bir rüzgâra tutulan dervişler, birbirini kaybederek buluşmak için Hayy derviş, Hayy derviş! diye bağrışmışlarsa da kurtulamayarak telef oldukları”[51 - Babürnâme, s. 5.] imiş. Bu rüzgâra Türkçe “boran” ve “kara boran”[52 - Bükmek, çevirmek manasında olan burmak mastarından türemiştir. Batı havzasında boran, kuzey ve kuzeydoğudan eser.] derler ki atları çıldırtır.[53 - Bazen bu bahar fırtınaları tabun yani hayvan sürülerine o kadar şaşkınlık verir ki atlar âdeta çıldırmışçasına kaçarak dereler içine saplanıp telef olurlar.] Mazlum, kar fırtınasına tutulan Moğol ve Tunguzlar buna Moğolcada zulümat manasına gelen “boragan” ve Tunguzcada yine o manaya gelen “borukaran”[54 - Tunguzların boru -bourou kelimeleri ile Finovaca “kara” manasına gelen puru kelimesi karşılaştırmaya değer.] demişlerdir.

Hava açılıp da fırtına sükûnet bulduğu zaman Kıpçak’ta yalgın (serap) meydana getiren yaz rüzgârı gibi devamlı, kuru, şiddetli, soğuk kuzey rüzgârı esmeye başlar.

Rusya seyyahlarından Prjevalsky[55 - Rus seyyah, coğrafyacı, doğa bilimci. Moğolistan, Çin ve Tibet hakkında çalışma yaptığı dönemde çetin Orta Asya coğrafyasında uzun ve zorlu yolculuklar da yapmıştır. (ç.n.)] bu rüzgârı tanıtmak için, bu kuzey rüzgârında otuz dereke[56 - Dereke, sıfırın altındaki sıcaklık için kullanılır. (ç.n.)] soğukluk hüküm sürerken, araya kuzeydoğu rüzgârı da karışarak soğuk büsbütün ekşir. Böyle bir seyahate tahammül için insan demir olmalıdır, diyor.

İşte böyle seyahatlere tahammül eden ve Asya’nın genel ahvalini defalarca değiştiren o demir vücutlu adamlar konumuzu teşkil edecek.

TÜRKLERİN ASLI

Amasyalı meşhur Strabon’un[57 - Strabon (Istrabon) milattan yaklaşık yarım asır önce doğmuş coğrafya yazarıdır.] Coğrafya’sından Asya’ya ait olan bahis okunur ve bunlar şimdiki bir harita üzerinde tatbike kalkışılır ise milâdî ilk asırda nitelikleri vasfedilen milletler, hükûmetler, dağlar, nehirler ve şehirlerin isimlerinin büsbütün, dünyaca görülmez olduğunu ancak asılları Sâmî ve İranî olan bir ikisinin anlaşılıp geri kalanların ahenkli ses çıkaran bir ülke lisanı kelimelerinden alınma olduğu görülerek hayrette kalınır. Mesela vaktiyle İyony denilen ülke şimdi Osmanlı Asyası’nın bir kısmını oluşturduğu gibi, bir zamanlar Halis denilen suyun şimdi Kızılırmak ve İberya ile Ufrat’ın (Euphrates) da Karabağ ve Fırat olduğu görülür. Strabon asrından beri Batı ve Orta Avrupa’da memleket ve kavim isimleri değişmiş ise de pek o kadar değildir. Zira Roman lisanlarını muntazam şekilde Gal, İspanyol, İtalyan lisanları takip etmiş, bunlarda hep Romanca esas olmuştur. Galce Fransa Britanya’sında, İrlanda ve İskoçya’da korunduğu gibi, Eski Slavca yerine yenisi geçmiştir. Yalnız Panonya’da[58 - Bugünkü Macaristan. (ç.n.)] Asya’dan gelme Macar ve Yunanistan ile Tuna arasında Türkçe yerleşerek bugün bâkî yerlerde lisan hemen Strabon zamanı gibi kalmıştır. Diğer taraftan Yunan ve Roma fikirlerinin manevi evladı yerine geçen Hristiyanlık kısmen buralardaki fikirleri kendisine veya kendisini onlara uygulayarak işi uyarınca bağlamakla etkili olmuştur. Asya’da batıdan doğuya Arapça, doğudan batıya Fi-nova ve Uygur, Türk ve Moğol, biraz daha ileride Çin, Mançu, Tunguz, gerek ayrıca bulunmak ve gerekse karışıp görüşme suretiyle Asya lisanları arasına girmiş ve bunların aslını oldukça değiştirmiştir. İslâmîyet ve Buda mezhebi gerek evvelce mevcut olan ve gerekse sonradan buralara giren dinleri mahvettikleri gibi Sibirya Ruslar eline geçtiği zaman oralara bir zamanlar girebilmiş olan Hristiyanlıktan eser olmak üzere yalnız Nasturî mezarlarından başka bir şey bulamamışlardır.

Hicretin yedi asır öncesinden zamanımıza kadar Asya’da genel durum Avrupa’ya nispetle pek ziyade değişmiştir. İşte bu değişikliğin tarihî oluşumunu burada nakledeceğiz. Bu değişikliğin en büyük ve esaslısı hicretten iki asır evvelki zamanla hicrî I. asır arasında meydana gelip her şeyi değiştirmiştir. Sair değişimler ise bu esaslı değişimden korunma ve telafisi mümkün olmayan birtakım tabii sonuçlardır ki bunların da başlıca kuvvetli failleri eski Türkler olmuştur. Türkî kavimlerin asıllarını ve Moğol istilalarının hicrî VII. asırdaki başlangıçlarına kadar icraatlarını izah ile bütün Asya’nın değilse bile Roma ve Yunanistan ile ancak belli bir dönem ve tesadüfî olarak birleşmiş kısmının tarihini aydınlatabiliriz. Şurası da malumdur ki Türkî kavimlerin gerek maddî, gerek manevî tesir ve üstünlükleri her zaman görülmüştür. Bunların kendilerine mahsus ve esaslı sadakat ve istikamet üzerine kurulmuş bir medeniyetleri olduğu gibi önceleri ve sonradan temasta bulundukları İran, Çin ve Arap hükûmetlerinin medeniyetlerini dahi kabul ve millî âdetlerine uydurmak için taassup göstermemişler ve bir millet nezdinde iyi buldukları medenî sonuçları diğer hemcinsleri arasına nakletmek suretiyle övülmeye layık yardımlar göstermişlerdir.

Türkler olmasaydı o koca Asya’da ne İran ne Çin ne de Arap düşünceleri kendi siyasî hudutlarından öteye geçemezlerdi. Bunların hudut geçip yayılma ve karışmaları Türklerin savaş hususunda etkili yaratılışları sayesinde varlık bulmuştur.

Ba Türk sitiza mekunî ey emîr beyana[59 - Beyana, Hindistan’da sağlam ve önemli bir mevzidir.]
Çalaki u merdânegî-i Türk ayan-est
Ger züd neyâyî u nasihat ne kunî gûş
Ancak ki âyânest çi hâcet bi-beyân est

(Ey Emîr Türkle savaş yapma. Çünkü Türk’ün çevikliği ve mertliği aşikârdır. Eğer tez gelmezsen, öğüt de dinlemezsen. Sonucu âşikar ve bellidir. Söylemeye gerek yok.)