Kendi evleri böylesine iğrenme ve yabancılama çemberinde olsa da, küçücük bir sanat adası gibi kalsa da Abay buna önem vermiyordu. Yaylada şarkı türkü söyleyen en hünerli gençleri toplayıp getirmiş, bütün ilgisini onlara gösteriyordu. İşte böylesi bir oyun eğlence toplantısının merkezinde ise çok saygın bir konuk topluluğu vardı. Uzak bölgelerden gelen konuklar… Bunlar şimdi başköşenin iki yanına serilen minderlere oturmuş, dirseklerini büyük ak yastıklara yaslamış olan marifetli bestekârlardı. Bunlar arasında en görkemlisi, bütün topluluğun en çok saygı gösterdiği ve beğendiği kişi ise şu çift telli dombırayı konuşturur gibi hiç durmadan çalan orta boylu, pembe yanaklı, geniş alınlı, nurlu yiğitti. Bu abdal ozan; bütün Arka’da adı duyulan, bütün Orta Jüz16 Kazaklarını asil sazı ve harika türküleri ile mest eden Birjan-sal idi.
Ta uzaklardaki Kökşetau’dan Tobıktı bölgesine gelen ender ve saygıdeğer konuk; hem şair, hem solist ve hem de büyük bir bestekâr olan Birjan idi. Üzerinde döşü dökümlü “hâkim yaka” beyaz gömleğin üzerine giydiği Çin ipeğinden dikilmiş, sarımtırak renkli, kadın yeleğine benzer bir yelek ile siyah pelüşten dikilen geniş ve hafif bir kaftan vardı. Sırmalı takkesinin ipek püskülü ırgalanıyordu. Kalabalık topluluk içli şekilde söylediği türküsüyle mest olmuşçasına sessiz ve sakin bir biçimde kıpırdamadan otururken süslü solistin yüzü nurlanıyor, küçük bir canlılık ortaya çıkıyordu:
“…Kocağul evladı bestekâr Birjan’ım,Yurda ziyanım yok, gezen bir insanım.Kendime denk kimseye başvurmam,Şairim, bestekârım, kime muhtacım…”dedikten sonra bir türkü söylüyordu.
Solistin, sesi kulağa hoş gelen gösterişsiz sazıyla “bestekâr Birjan” adlı bu türküsünü, daha başlar başlamaz, herkes gibi nefesini çekerek uzun süre bırakmadan dinleyen kişilerden biri de Abay idi.
Abay kıymetli bir şair olan saygın konuğuna gözlerini ayırmadan bakıyordu. Akı karası hâlâ çok belirgin, temiz ve uzunca gözleri farklı bir biçimde umarcasına, yuvasından çıkarcasına büyüyerek bakıyordu. Fakat kirpiklerini kırpmadan solistin yüzüne bakan bu göz, şu anda onu gören bir göz değildi. Türküyle dile gelen şiir sözlerini sanatçının kendisiyle büsbütün birleştirerek yekvücut eden ve onunla hemhâl olan bir şahsiyet gibi onun gördüğü hayali görünüşleri gözünün önünde canlandırarak görmekte olan bir gözdü…
Abay fevkalade etkisi olan ezgilerle çok beğendiği türküleri dinlerken, o anlamlı sözlerle birlikte, onlarla yarışırcasına farklı bir dünyayı düşünürdü. Hayalindeki hayata ilişkin görünüşleri, coşkulu hadiseleri, yaratılış ve tabii değişim dalgalarını görür, onlara dalıp giderdi. Şimdi de, işte, koca yürekli solistin belirgin ülkü hayali olan türküsü onu ortadan ikiye bölüp yırtarak uzaklara götürmüştü. Çok yüksek hayallere sürüklemişti. Geniş gövdeli, mağrur sesli müstesna şahsiyet sahranın muhteşem bir kahramanı oluvermişti.
O kahraman, sanat kahramanı, Sarı Arka’nın en yüce zirvesi Kökşe’nin başına çıkmış, uçsuz bucaksız bütün Sarı Arka’ya, sahranın soğuk sırtlarına ve ferah göl kıyılarına yerleşen halkı ile yurduna göz atıyordu. Kodamanlaşan güçlüsü, üstünleşen yöneticisi ile ağlayıp sızlayan halkının yaşadığı her tepeye göz atmakla kalmıyor, ses katıyordu. Türküyle sesleniyordu. İri gövdenin yiğit ezgisini hareketli ve mağrur bir hücum gibileştirip uğuldatarak döküyordu.
“Ben geleceğim! Sanat getireceğim! Tanımadan kalsana, gözetlemeden baksana! Kemiklerinin bağı çözülmeden, altmış iki damarın şişmeden anlasana” deyip baş eğdirerek türkü saçtığında, türkü değil sanki nur saçmış gibi oluyordu. Hayalde de olsa dünya üzerindeki yavuzluk zulmünü kovup atıyor, bütün dünyayı ve Arka’yı nice türlü hayâsızlıktan temizler gibi oluyordu. O türkü zirvelerden eserek vurduğunda Kökşe’nin fısıldayan gür çam ormanı, bu solistin başındaki sırmalı takkenin ipek püskülü gibi sendeliyor, topluca dökülerek yol veriyor, baş eğiyordu. Arka’nın kara gecesi de bu şairin üstündeki kara pelüşün yüzü gibi yumuşak ve şefkatli bir geceye dönüşüyordu. O zaman halkın yüzü de ozanın yüzü gibi ışıltılı nurla dolmuş gibi oluyordu. Halkın yüzünde, şimdiki ozanın görünüşündeki gibi, türkü söylerken dudakların ucunu kıvıran hoş gülücük gibi, mutluluk sevincinin gülüşü görünüyordu Abay’ın gözüne…
Böylece türkü bitmiş, ev ahalisinin birbiri peşine söylediği kutlama sözleri duyulmaya başlamıştı. Ama Abay’ın hayali bitmemiş, sadece sona gelmiş gibiydi. O, yuvasından çıkar gibi olan ateşli ve düşünceli gözlerini daha hâlâ solistin yüzüne dikmiş, boş boş bakıyordu.
Abay’ın vücudu uyuşup kalmış gibiydi. Yanında otururken dizine yaslanan ve onun bu hâlini herkesten önce hisseden Aygerim, dirseğiyle azıcık dürterek Abay’ı hafifçe sarstı, aheste bir biçimde gülerek uyandırdı. Abay önce aniden dönerek Aygerim’e baktı, aklını başına topladığında kendisi de gülüverdi. Fakat beti benzi atmış, gülerken nefesi titremişti. Ona iyi bakan ve hâlinden anlayan sezgi gücü yüksek Aygerim’e bir an hayranlıkla baktıktan sonra Birjan’a döndü:
– Senden başkasını ne yapayım Birjan ağabey, diyerek söze başladı, yeni bir sevinçli yüzle konuğuna bakarak konuşmaya devam etti:
– Halkın gözünü açan bir şair vardı. Canını dişine takarak dilini süsler, dilencilik ederek zenginden ister, sözün kadrini kıymetini tüketirdi… Ezgi dizen bir solist vardı. “Benim” diyenin dalkavuğu. Her zaman, her yerde kim cömertse onun kuyruğu. Türkünün kadrini kıymetini ayaklara düşürür, bir çiğnemelik nasıbay gibi ucuzlatıp yere tükürtürdü… Şimdi sen, sanatı kapının ağzından çektin de başköşeye çıkardın, bu yaptığına minnettarım. Hakikatte “Kazağım, halkım” dediğinde, bu halkın asil şairinin sözünden, güzel sazının ezgisinden üstün hangi hazinesi var ki? Bunları yüce bir sesle göğe yükseltip, onlara “işte ben buyum, ben geleceğim” dedirttin ve sanatına baş eğdirdin. Sadece bu bile kadrini kıymetini bilmeye yeterli olur, dedi.
Birjan makul bularak dinledi, kendisi de sevinçle doğrularak:
– Keşke, söyleyen ben olduğumda, anlatıp sunanım sen olsan daima, dedi. Aygerim de evdeki konuklar da ikisi arasındaki konuşmayı bütünüyle anlamış gibi desteklercesine gülüştüler…
Sabahtan beri ortadaki büyük sofranın üç tarafında kepçeyle kaldırılıp tekrar kabına dökülerek havalandırılan kımızlar epey bir zamandır içilmemiş, karıştırılıp çalkalanmaktan mütevellit sütü durulmaya, yağları toplanmaya yüz tutmuştu. Bu sohbet arasından faydalanan Erbol, Mırzağul ve Ospan, üçü üç yerden kulaç boyu kaldırıp havalandırdıkları kımızla doldurulan boyalı kâseleri konukların ellerinde gezdirtmeye17 başladı. Türkü duraklaması olduğundan beri evdeki ahali toptan hareketlenmiş, her köşede sohbete girişmiş, kendi aralarında kısık sesle konuşup gülüşüyordu.
Abay deminki düşüncelerini tamamlamak için onları durduracak bir ses tonuyla:
– Yiğit zengin olup semirerek kıymetlenmez. Hünerli olup, o hünerini kullanırsa kıymetlenir. Birjan ağabey de “sanatkâr olursan yücelirsin” diyor ya! İster yalnız ol, istersen yoksul, bunlar eksiklik değil. Eğer hünerli şair, yüce gönüllü ozan olursan ve halkın gönlündeki hüznü dile getirip gözündeki yaşı kurutursan, senden daha kıymetli ve senden daha büyük kimse olmaz herhalde, diyen Abay, yanında oturan Aygerim ile kardeşi Emir’e bakarak bir kararını bildirmiş gibiydi.
Tobıktı gençlerinin bu toplantıdaki en büyüğü olan ve yiğit ağası yaşına gelen Bazaralı gülerek söze karıştı. O, başköşedeki saygın konukların arasında oturuyordu. Abay’a latife ederek:
– Bunların hepsi doğru Abay! Yiğidin kıymeti hüneriyle ölçülsün, dedi ve özellikle oynaklaşarak, elini kolunu sallayarak konuştu:
– Peki! Öyle olsun! Ya şimdiye kadar ben ne dedim? Benim söylediğim de, yaptığım da, “bütün Tobıktıların hepsine göstereyim” dediğim de bu değil miydi, Allah’ın belası! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dememiş miydim, Abay? Sana bunu anlatmak için ta Kökşetau’dan bütün Arka’nın bir tanesi Birjan’ın mı gelmesi gerekiyordu, dedi ve bir oyun sergiliyormuş gibi cilvelenerek bilgiç bilgiç güldü…
Bazaralı’nın açık latifesi Birjan’dan başlayarak orada bulunan bütün konukları ve toplantıya katılan gençleri güldürdü.
Abay da güldü ama hemen peşi sıra cevabı yapıştırdı:
– Dediğin doğru Bazeke, hepsi doğru! “Fakirliğime bakma, kişiliğime bak” dense, bütün Tobıktı içinde seni anmak doğru olur. Fakat biz hüner konusunda konuşuyoruz. Kalabalık Tobıktı tayfasının yiğidi olduğunuz doğru. Siz de biz de yiğidiz, ama hünerli yiğitler miyiz? Bu hüner meselesine gelince, siz ve biz halkın yâdında kalacak ne yaptık, nasıl bir örnek gösterdik? Ülkemiz için nasıl bir emek harcadık, diyen Abay sert bir ses tonuyla sordu sorusunu, birazcık durdu, samimi bakışlarla ve sırayla oradaki insanların yüzüne baktı. Hiç kimse “ben sanatımı gösterdim”, “emek harcadım” diyeceğe benzemiyordu. Nihayet Abay gözlerini Bazaralı’ya döndürdü ve eskisi gibi tesirli bir ses tonuyla:
– Bazeke! Halkımızın; “genç neslim”, “yeni neslimin ilk doğanları” diyerek siz ile bizden ümitlendiği doğru. Sizinle bizim bir hüner gösterecek kişi gibi ümitlendirdiğimiz de doğru. Ama hakikati, sırrı söyleyelim… dediğinde Bazaralı oturduğu yerde diklendi, gülerek keyiflendi:
– Harika! İster hakikat olsun, ister sır olsun. Her şeyini dök ortaya, diyerek Abay’a yüklendi.
Abay’ın sözü bitmiş değildi. Önündeki kımızı içip kâsesini siniye bıraktı. Bazaralı’nın sözünü kesmesine mani olmak için sert bir ses tonuyla:
– Bazeke, dedi. Bazaralı yatışmış gibi gülümsedi ve Abay’a bakarak sözünün devamını bekledi.
– Sizle biz ümitlendirdik de, onun ardından verileceği vermiş değiliz yahu! Donu güzel beygir miyiz? Yoksa akarcasına koşuşu olan, ama kendisinden doğan kulunu bulunmayan dul bir küheylan mıyız? Denediğimiz ne, hesabımız ne, dedi.
Bazaralı kaşlarını çattı, başını çalkaladı:
– Böyle denemeye yemin etmiş bir Bazaralı yok. Bu oyunda ben yokum. Bende olmayanı arıyorsun, aradığını nereden bulsun Bazaralı, dedi ve boynunu bükerek buruk bir gülümseme attı. Yanlamasına kaykılarak yastığına yaslandı… Bütün gençler Abay’ın sorusuna cevap verilmediğini anlamıştı. Bazaralı ozan da şair de değildi.
Herkes sadece gülümseyerek durumu anladığını hissettirdi…
Abay konuşmasıyla Birjan’ın hünerini alabildiğine yükseltmiş ve kendi soyunun bütün yetenekli gençlerine “bu, bizden üstün” demişti. Bunu sahte bir biçimde onur meselesi yapmaması, alabildiğine engin ve hoş bir gönülle dile getirmesi Birjan’ı yeni bir düşünceye salmış gibiydi.
Birjan dombırasını tekrar eline alarak biraz dımbırdattıktan sonra hızlandırdı ve “Janbota” adlı bestesini çalıp söyledi. Gençler bu türkünün nereden kaynaklandığını, Birjan’ın hangi yarasını kanattığını iyi biliyordu.
Bu türkü Birjan’ın, demin Abay’ın dile getirdiği “zengin, semiz” dediklerinden birisi tarafından dövülerek yaralanmasını açık seçik anlatan bir türküydü:
“Karpık oğlu Janbota, Bolıs sensinSekiz Bolıs içinde en rütbelisisin.Aznabay’ın ulağına senin gibiDombıramı elimden çektirensin…Çekse de dombıramı vermiş değilim,Bu ulak gibi delisini görmüş değilim.Kalabalık içinde kamçıyla vurmuş idi,Hey Dariga, gururdan ölmüş değilim…Janbota, burası mıydı ölecek yerim,Kökşetau fosseptiğine mi gömeceksin?Bolısın yurttaşını kamçılatma yetkisiVar mıydı mevzuatta okuduğun yerin,diyerek sözü bağladı.
Hüznünü dile getirerek yakınışında; “sen beni ‘halkının kabından taştı’ diyerek övsen de benim göğsüme oturan böylesi bir hınç ve onur derdi var, haşarı kodamanın kamçılayışı var” der gibiydi.
Bu, şuurlu gönlün dert döküşüydü; “her imkâna ve iltifata sahipmiş gibi gördüğün, ama dertlere gark olarak yaşayan Birjan nasılmış, dinle de anla” der gibiydi. Abay’ın ona canı acıdı, Birjan’ı teselli etmek isteyerek:
– “Otoriter, kahırlı” dedikleri Şu Janbota, “zengin, semiz” dedikleri şu Aznabay mı? Onlar bu hayvanlığı serinkanlılıkla yapmış olsalar da, Birjan ağabeyimin tam da biraz önce çalıp söylediği “Janbota” bestesinden sonra, bu bir “bota”18 değil, daha kurumadan üstüne basılarak çiğnenmiş bir “buta”19 olmuyor mu, dedi ve geniş kapsamlı başka bir düşünceye ulaşmış gibi konuşmasına devam etti:
– Aznabaylar bugün için burada azgınlık edebilir, “ben yeryüzünün Tanrı’sıyım” bile diyebilir. Fakat yarın onlardan ne bir iz, ne bir toz kalmaz, kalmaması hak! O zaman sadece Sarı Arka’daki Atığay, Karavıl, Kerey ve Uvak’ların şeceresinde kalır adları. Yine o yavuz Aznabay’ın, kodaman Janbota’nın suratına atılan bu tokat kalır. Sonraki nesli onlardan iğrendirecek bu utanç damgası, çakmak kıvılcımı kalır. Bu kalır Birjan ağabey, ne yaparsın, dedi.
Toplananların hepsi bu sözleri anlamamış olsa bile büyükler tarafı bütünüyle destekledi. Özellikle, başköşede oturan genç ağabeylerden Bazaralı ve Jiyrenşe tasvip etti. Böyle durumlarda zekice kavrayışlarıyla kendini gösteren Jiyrenşe, Abay’ın konuşmasının ardından konuyu doğru bir şekilde geliştirdi:
– “Adı kalır” dediğin bu değil mi? Bak burada oturan ve hepsi de “solist olacağım” diyen ateşli gençler iki aydan beri gelip gidip Birjan’ın bestelerini öğreniyor. Artık bu öğrendiklerini asla unutmazlar. Türküyü unutmayınca, onu söyleyeni, örnek gösteren Birjan ağabeylerini unuturlar mı, dedi. Bununla birlikte kendi sözlerine “delil olsun” der gibi Emir’e baktı ve “işte bu Emir’in Birjan’dan üstün gördüğü başka bir sanatçı var mı ki” diye sordu.
Bütün herkesin gözü Emir’e döndü. O, kendi dombırasını aheste bir biçimde tıngırdatarak Birjan’ın öğrettiği “Yirmi beş” adlı besteden birkaç nota çaldı.
Birjan genç delikanlının yüzünde güzel bir ilham görmüş gibi oldu:
– Hadi şunu bir çalıver, diye buyurdu.
Emir tereddüt etmedi. Ak boz yüzü biraz dalgalansa da şakıyıverdi. Sesi hafifçe, pürüzsüz ve güzeldi. Birjan’ın öğrettiği inişli çıkışlı nakışları büyük bir içtenlikle ve tam olarak çıkaracak şekilde arzuyla söyledi. Bestenin notaları ile birlikte sözlerini de büyük bir hayranlık duyduğu Birjan’dan öğrenmişti. Tobıktı soyu son zamanlarda bilge Zilkara’nın çıkardığı hakikaten damara işleyen duygulu ve güzel “Yirmi beş” şiirini henüz duymamıştı. Şiirin bestesi gibi sözleri de genç topluluğu ateşlemişe benziyordu:
“Tak da git yüzüğünü, bakır da olsa,Yaşayalım güle oynaya, kış da olsa.Çıkar ayakkabını da, gel çorabınla,Afetimi göreyim, ne gelir başa…”diye nazlanarak çalınırken yastıktan başını koparır gibi uzandığı yerden doğruldu Bazaralı. Yakışıklı simasında sıcak bir kan taşkını dalgalanıyordu:
– Uzakta değil o kız, kurban olduğum heyhat! Masum bakışlı kara gözlü bir tanem, görür müyüm, görmez miyim seni? Bu aşığın bedbaht, dedi, ev ahalisini şamatayla güldürdü.
Birjan, Bazaralı’nın yüzüne aynı duyguları paylaşan bir dost gibi bakarak:
– Bazeke! Bu dediğin de ne? “Görür müyüm, görmez miyim” de ne demek? O kara gözlü kız Balbala olmuş yanında oturuyor yahu, dedi. Bazaralı’nın kendi yanında oturan Balbala adlı güzel ergen kızı işaret etti. Birjan’ın sözü üzerine Bazaralı aniden çark etti:
– Ha, estağfurullah, öyle miydi, dedi özellikle oynaklaşarak yönünü değiştirdi ve Balbala’ya baktı. Bu bakışı, tomağanın20 altındaki açıklıktan gözünü kısarak tam yanından ve hatta taşıma desteğinin dibinden geçmekte olan kediye bakan sarımtırak gözlü kartalın bakışı gibiydi… Oradakiler onun bu bakışına da hayranlık duyarak gülerken yanında oturan Balbala da birden dönerek Bazaralı’ya baktı. Işıltılı güzel, yan oturuşunu bozmadan kara gözlerle tepeden tırnağa süzdü. Büyük gözlerine yakışan çarpık bir bakış attı. Yüzüne de utanıp sıkıldığını belli eden, güzel ve hafif bir pembelik veren kan yürüttü. Cazibeli nazı olan bir insan gibileşerek azıcık kaşlarını çattı ve sessizce tebessüm etti. Akpak güzel dişleri görünecek gibi oldu, tekrar gizlendi. Bazaralı Balbala ile göz göze geldiğinde kabahatini üstlenip tövbeye gelmiş gibiydi, fakat bu hâlini de alabildiğine yetenekli bir artistçesine güzelleştirerek usulünce oynayıverdi:
– Tövbe! Tövbe! Kâfirlik etmişim ya… Tüh, tüh, tüh, diyerek tükürüyormuş gibi yaptı. Balbala’ya doğru baş eğdi ve çabucak dönerek kalabalığa doğru baktı: “Oturuyormuş, varmış canlarım” derken evin her bir yanında oturmakta olan güzel kızlara ve gelinlere bir bir göz attı.
Birjan da “Balbala utanıp kalmasın, diğerlerinin de gönlüne güç gelmesin” diye Bazaralı’nın sözlerine destek olacak şekilde araya girdi:
– Türkü de bilirler. Söyleseler dillerine yakışır, şakısalar sesleri baldır. Terbiye ve eğitimleriyle ipek fidandır. Oturuyorlar işte yahu, güzel öğrencilerim, güzel kardeşlerim, dedi.
Birjan “kızlar”, “kız kardeşler” kelimelerini özellikle söylemedi. Bu kelimeleri edepsizce ve hırpanice gördü. Özellikle ağabey tavrı ile kardeşcesine söyledi. Orada oturmakta olan pek çok hünerli ve alımlı genç hanıma şöyle bir göz attı. Adları söylenmese de büyük bir hürmetle kastettiği kişiler kendisini, Abay’ı ve Bazaralı’yı çevreleyerek oturan Balbala, Kerimbala, Ümitey ve Aygerimler idi…
Birjan anlamlı bir konuşma yapıp, ondan da anlamlı bir yüzle evdeki kız kardeşlerine göz atınca az önce isimleri zikredilen genç hanımların içtenlikli ve hissiyatlı yüzlerine birbiri ardından çarçabuk ateşlenen bir heyecan ve hafif pembemsi bir nur yürüdü. Sanki seher vaktinde tünlüğü iterek açıverdiğinde şanıraktan içeri gün ışığı düşer gibi olmuştu: Gün ışığının birdenbire düşerek karanlık evdeki kalın ipek kumaştan yapılan cibinliği, saten kumaşlı minderleri ve pelüşlü kadifeli motiflerle süslenen keçe duvar kilimlerini sevindirmek istercesine üzerlerine bir allık vurmasına, boylu boyunca şulelendirerek canlandırmasına benziyordu. Genç hanımların Birjan gibi kıymetli bir ağabeyden, görkemli bir sanatkârdan duyduğu övgüler böylesine etkili olmuştu…
Ev içinde narin kıkırtılarla sevinçli iltifatlar birlikte alevlenmiş, şakalaşmalarla uyumlu gülüşmeler çokça işitilmişti.
Kibarca saygılılık gösteren simalar, hünerli gençlik meclisinin yüzüne kan getirmiş gibiydi…
Abay ile Aygerim’in bu defaki konukları, hakikaten, Tobıktı gençlerinin en hünerlileri ve en görkemlileriydi. Bundan iki gün önce Kunanbay obasının yerleştiği Barlıbay nehri yakasındaki evlere Irğızbaylar, Torğaylar ve Kötibaklar ile Jigiteklerden ve onlardan da öteye yerleşmiş olan Bökenşilerden pek çok kızlar, gelinler ve genç delikanlılar özellikle çağırılmış, hususî misafirliğe gelmişlerdi:
Abay’ın yanında oturan genç delikanlı kardeşi Emir, Kudayberdi’nin oğluydu. O kendi yaveriyle gelirken güzel Ümitey’i de beraberinde getirmişti.
Bazaralı’nın yanında oturan Balbala Anet boyundan bir kızdı. O da bir grup kız refakatçisiyle birlikte özellikle davet edilmişti.
Bökenşi boyundan Sügir oğlu Akimkoca ise öz kardeşi Kerimbala’yı refakatine almış, Jigitek boyundan Bazaralı’nın şarkıcı ve marifetli kardeşi Oralbay’ı da beraberinde getirmişti.
Bu gençlerin tamamı sanat düşkünü ve bütünüyle harika birer solist idi. Onlar Birjan’ı ilk defa görüyor da değillerdi.
Bundan iki ay kadar önce “Birjan’ın Tobıktı soyu yerleşkelerine yakın bir yerlere geldiği” haberini işiten Abay, önden Emir’i göndermişti. Emir, Abay’ın genç yaşta ölen en sevdiği kıymetli ağabeyi Kudayberdi’den yetim kalan beş evladın ortancası idi. Kudayberdi ölüm döşeğindeyken Abay ona “evlatlarına babalık yapmak benim borcum olur” demiş ve “yetimliklerini hissettirmem” diye yemin etmiş gibiydi. Söylediği gibi de yapmıştı. Abay, ağabeyi öldüğünden beri Kudayberdi’nin evlatlarını öz kardeşi Ospan’dan da öz evlatlarından da daha fazla şımartıyordu.
Emir o evlatların türkü söyleyeni, hünerlisi idi. Kendine güveni yüksekti ve marifetliydi. Kendisinde dolup taşacak, serpilip ortaya atılacak gibi bir bereketlilik olan ümitvâr bir gençti. Büyük destekçisi olan Abay amcası onun yolunu kesmiyor ve hiç kimseyi de dokundurtmuyordu.
Abay Emir’i Birjan’a öylesine bir davetçi kılarak göndermemişti. “Git, gör. Gerçekten hünerli ve ilgi çekici ise obamıza getir. Dilediği gibi yerleştir, oyun eğlence düzenle. Genç nesil sanat öğrensin, örnek alsın. Ben de yardımcı olurum” demişti…
Emir Birjan’la Tobıktı bölgesinin dışındaki obalardan birinde görüşmüş, iki üç gün birlikte olmuş, kendi obasına davet etmişti. Birjan gelmeyi kabul edince yeni bir kiyiz ev diktirmek ve uygun şekilde karşılamak için kendisi önceden gelmişti. Dinlenmeden Abay’ın yanına gelmiş, farklı bir mürüvvetini gönül rahatlığı ile yüzüne söylemişti.
Abay, bu görüşmeden sonra Birjan’ı önce Emir’in konuğu etmiş, Kunanbay’ın bu büyük obasına hususî olarak getirtmişti…
O günden beri iki ay geçmişti. Sadece Emir değil, Abay da Birjan’ı çok beğenmişti. İkisi, iki eski dert ortağı gibi görüşmüş, çabucak kaynaşmıştı.
Abay daha önce de tıpkı bugünkü gibi Tobıktı’nın solist ve sazende genç yiğit delikanlıları ile kız gelinleri arasından nicelerini nice defalar kendi obasında toplamıştı. Onları Birjan’a tanıtmış, şair bestekârın kadir kıymetini anlatmış, ilgi çekici pek çok eğlenceler düzenlemişti.
Topladıkları genç yeteneklere bestelerini öğreten ve böylece saygı ve iltifata mazhar olan Birjan ve Abay’ı kendi obalarına davet eden gençler fasılasız devam eden eğlence günleri ile geceleri düzenlemişlerdi.
Birjanlar Emir’in ve Ümitey’in konuğu olmuştu. Sügir’in solist kızı güzel ergen Kerimbala ile Akimkoca’nın da konuğu olmuş, o konuksever obada da büyük hürmet görmüşlerdi. Oradan dönüş yolunda Bazaralı ve Oralbaylar ev sahibi olmuş, Jigitek obalarında günlerce gezdirmiş ve ağırlamışlardı. Bökenşi ve Jigitek gençleri devamlı birlikte olmuş, birbirinden ayrılmadan ağırlayıp hizmet etmişlerdi.
Böylece artık Birjanların dönüş vakti gelince, Abay buradaki dört evi konuklarına uğurlama toyu düzenlemek maksadıyla hususî olarak kurdurmuştu. Diğer konuklar, bugünkü öğle yemeğinden sonra, akşama doğru at binecekti. Çünkü Birjanlar ertesi sabah kendi yurtlarına dönmek için atlanacaktı. Bazaralı, Erbol ve Jiyrenşeler bu ayrılıktan önce Abay’dan “saygıdeğer konuklar bir akşam kendi başlarına kalsınlar, biraz dinlendikten sonra yola çıksınlar” diye ricada bulunmuşlardı. Abay da bunu makul karşılamıştı. Böylece bu toplantı; Tobıktı gençlerinin büyük bir usta olan yaz gibi sıcakkanlı asil ağabeyleri Birjan ile vedalaşma toplantısı idi. Bu sebeple demin Emir’i “Yirmi Beş” ile imtihan edercesine dinlemesi gibi, diğer solist ve sazende gençlerin hepsinin de hünerlerini yeni şarkılarla teker teker göstermesi gerekiyordu…
Emir söyledikten ve deminki hicivler ile şakalar dindikten sonra dombırasını alan Oralbay biraz dımbırdattı ve yanında oturmakta olan Kerimbala’nın şarkısına yol açtı.
Ümitey bu şarkının sözlerini maksatlı biçimde, çok büyük ve gizli bir sırrı ifşa eder gibi şüpheci bir üslupla dile getirdi. Dolayısıyla böylesi söz ve saz daha önce söylenmiş gibi değil, tam da şimdi, ilk defa burada söyleniyor gibiydi. Yeni doğan aycasına belirgin, kıl gibi nazik, ama iması açık bir sırrı vardı ve tam da şimdi gönlünün öz sesi gibi çıkmıştı.
Kunduz börklü, altın küpeli, en şık giyimli güzel kız yüzündeki öylesine nahif pembelikten ayrılarak ve yüzü buz kesmiş gibi ak pak olarak söylemiş, güzelliğine güzellik katan sağ yanağındaki kapkara beni apaçık belirginleşmişti.
Ev ahalisi bu şarkıyı da sessiz bir şekilde hislenerek dinliyordu…
Ümitey “artık bitiriyorum” dercesine aheste bir biçimde fasıla vermiş, sesini gittikçe azaltarak şarkısını bitirirken yüzünü birden çevirerek kapıdan başköşeye kadar birbirinin üstüne yüklenircesine oturan ve ayakta duran topluluğa şöyle bir göz atmış, sonrasında açık sesle ve nazikçe tekrar gülüvermişti.
O, böylece kendisi söyleyip sırasını savmakla birlikte, tam yanında, sağ tarafında oturan çiçeği burnunda gelin Aygerim’e dönerek:
– Türküler gezdi dolaştı söyleyicisine ulaştı efendim! Hadi bakalım, şimdi kendin söyle, demişti.
Bu sataşmayla birlikte evdeki herkes bir kez daha Aygerim’e baktı.
Kıyıdaki evlerin yaşlı kadınları da içeri girip kapı tarafına yerleşmiş, üst üste yığılmıştı. Birbiriyle:
– Gelin! Gelin söyleyecek, diyerek fısıltıyla konuştular. Emir Aygerim’in söyleyeceği şarkıya dombırasıyla yol açtı. Aşağı perdelerden ezgiler çalarak güzel bir “taksim” yapmaya başladı.
Aygerim mahcup olup kızararak Ümitey’e baktı:
– Bıraksana canım. İltifat ediyorsun, dedi ve çekingen bir tavırla usulca gülüverdi. Bunun üzerine Abay “nazar değmesin” der gibi imada bulunarak:
– Senin de sırandan kaçacak hâlin yok ya! En azından obanın dedikodusunu yapacağı bir mevzu olsun, dedi. Kendisi de içtenlikle dinlemek istediğini belirten bir kaş göz işareti yaptı. Birjan, Bazaralı, Balbala, Ümitey ve orada bulunan herkes gözünü ayırmadan Aygerim’in nur saçan yüzüne bakıyordu.