Книга Abay Yolu 2. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Muhtar Auezov. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Abay Yolu 2. Cilt
Abay Yolu 2. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Abay Yolu 2. Cilt

Özellikle, onun ışıltılı genç yüzündeki küçükçe kara gözleri unutulmayacak kadar güzeldi.

Çok kibarca bakan düşünceli ve pırıltılı gözlerinde farklı bir şule vardı. Yeni büyüyen gençlik ve körpelik çağındaki ak yüzlü, ak çehreli ve kara gözlü hanımlarda nadiren görülen bu şule bazen kül rengi gölgelerle renklenerek göz bebeğinin alt kısmında yuvalanırdı.

Bu; hızla geçen günahsız, kusursuz temizlik, nazik körpelik devranının bir lahza korunan ve daha sonra uçup gider gibi kaybolan, sönerek yok olan bir nişanesi idi.

Kara gözlü güzel çok olsa bile, bu oluş, bu vasıf nadir kişilerde tek tük görülürdü.

Abay gözlerini daima Aygerim’in yüzündeki diğer herkesten farklı olan bu nişaneye diker, ilgiyle bakardı. İçinden “‘yuvalı kara göz’, ‘nergiz göz’ diye buna diyorlar herhalde” diye düşünürdü. Aygerim böylesine nurlu ve ışıltılı gözlerle başköşedeki Balbala’ya bakarak türküsünü söylemeye başladı. Onun söyleyişinde türküye başlarken ki “hey hey” bile salınımlı bir nağme olarak yankılanıyordu.

Genç yârine boylu boyunca bakarak oturan Abay, bir kez daha aynı Birjan’ın türkü söyleyişindekine benzer farklı bir duyguya kapıldı, bir kez daha güzelliklere uzayan hayat resimleri dünyasına daldı.

“Ey sevgili, sana söylüyorum hey heyimi…”

Türkünün devamındaki sözler Abay’ın kulağından içeri giremedi. Olanı biteni dile getiren şey türkünün sözleri değil, ev içinde yankılanan ezgilerle seslerdi… Binlerce gümüş zil zarifçe salınarak şıngırdıyor muydu? Soyu tükenmiş ak kanatlı asil varlık gökyüzündeki güneşin parlaklığını mı aksettiriyordu? Yoksa bu simli şıngırtı nur saçarak sırlı semaya yönelen bilinmez sefere refakat etmeye mi çağırıyordu? “Versene cimri, sır dolu gövdeni! Kapanmış bir yüreğin, kaçınıp çekinen ve açılmadan yabanileşen can sırların var. Açsana yüreğini! Yücelere ve marifete çağırayım sesimle seni. Omuzlarına basan yüklerden, şu rehavet veren hâlden geçsene… O zaman… O zaman bu dalgalı ipek eşarp altındaki körpe güzel gibi, yanındaki yârin gibi, onun nergiz gözleri ve bülbülü şeyda sesi gibi, ak boynu ve allı pullu yüzü gibi yeni bir uyum ve aydınlık bir marifet dökülürdü özünden besbelli! Çıksana tereddüt etmeden, gizlenmesene eskisi gibi… Beni de özendir, sen de ferahlayıver, yükselsene hevesli! Sinmiş asil sanatını açsana, bu nazik ve gösterişsiz ışıklı gölgelik gibi” diyordu. Başkalarına bakarak söylese de nazını dileğini Abay’a ithaf ederek döküyordu.

Türkü bitmişti. Abay gözünü Aygerim’in yüzüne dikmiş “ak yuvarlak çenen niye hareketsiz kaldı? İncecik, güzel ve kıpkırmızı dudakların az önceki nazını niye tekrarlamıyor? Tertemiz, akpak ve kusursuz güzel dişlerin insanın içini kaynatan dizilişini niye gizliyor” dercesine uzun sorularla bakıyormuş gibiydi…

Türküsü biten Aygerim gülümseyerek kımız sundu ve Abay’ı bir kez daha kendisi uyandırdı.

Abay kendisine sunulan kımıza uzanan elini geri çekti, tahta kâseyi almadı. Kendisine gelerek kaşlarını çattı ve lafı uzatarak:

– Eyva-a-a-h, deyip gülüverdi.

Sunduğu kımızı almayan kocasından utanan Aygerim’in yüzü kızarmış, çekingen çekingen gülümsüyordu. Abay bunun farkına varınca onun elindeki tahta kâseyi çabucak aldı ve iltifat edercesine diğer koluyla eşine sarıldı, ipek şalının üstünden saygıyla omzunu sıvazladı.

Biraz önceki İyis nine dâhil olmak üzere, kapı önünde yığılmış olan yaşlı kadınlar:

– Kurban olayım gelin kız, dallı budaklı olasın!

– Allah gönlüne göre versin…

– Bu türkünle, bu güzelliğinle geç şu yalan dünyadan, diyerek dualar ettiler. Son duayı İyis söylemişti. Abay’ın dikkatini çekti ve İyis’e bakarak:

– Ya Pir! Bu İyis annemin duası ne kadar güzeldi. Aygerim buna “âmin” desene, dedi.

Aygerim çok nazik bir şükran duygusuyla İyis’e baktı:

– Âmin, nine, dedi. Kendisi birazcık geriye doğru sıkışarak yer açtı, ihtiyar İyis’i yanına çağırdı ve kımız ikram etti.

Aygerim’in türküsü Birjan’ı da cezbeye sürüklemiş gibiydi. O “pohpohlamış olurum” diyerek içindekileri dışa vurmadı. Sadece Jiyrenşe dayanamadı, hareketlenerek:

– Canım efendim! Aygerim’in sesi şu kızıl gırtlağın sesi mi, yoksa cennetten gelen bir hurinin nağmesi mi, diyerek hayranlığını dile getirdi, büyük bir memnuniyet ve huzur içinde Aygerim’e bakmakta olan insanları tebessüm ettirdi. Bunun üzerine Birjan, Bazaralı’ya doğru hafifçe ses verdi:

– Türkü söyleyecekse, Aygerim söylesin sadece, dedi.

İçtenlikli sanatkâr diğer gençlerle birlikte kendisini de katmıştı bu sözün içine.

Ev sahibesinin türküsü, eğlenceyi bitirecek olan yemek öncesindeki son gayda gibi olmuştu.

Yemek hazırdı. Kapı tarafı yemeğin hazır olduğu haberini alınca dışarı çıkmaya başladı, kalabalık seyreldi. Bu bağlamda hava alıp gelmek için konuklar da kapıya yöneldi. Aygerim de ayağa kalktı, kımız kaplarını toplamak ister gibi bir izlenim verdi.

Tam o anda, karşı yönden gelip kapıdan çıkmakta olan konukları sıkıştırarak içeri giren Kaliyka Abay’ın yanına yaklaştı:

– Telğara! Canım, annen seni çağırıyor, dedi.

Abay Emir’e, Ospan’a ve Aygerim’e baktı:

– Gecikecek olursam beni beklemeyin! Konuklara yemek ikram edin, dedi ve çıkıp gitti…

2

Büyük evde sadece Uljan, Ayğız ve Dilda vardı. Üçünün birlikte çağırttığını anladı…

Tülbendinin altından görünen şakak saçları akpak olan Uljan eskisi gibi yapılı olsa da bugünlerde yaşlılığa yenilmiş gibiydi. Yüzü sararmaya başlamıştı. Alnındaki kırışıklıklar belirginleşip genişlemekle kalmamış, derinleşmeye yüz tutmuştu.

Abay annesinin son yıllarda hayattan yorulduğunu özellikle onun duluklarına yerleşen iki dizi derin kırışıklıktan anlıyor, onları izleyerek yaşıyordu. Bu iki derin çizgi, apaçık vehim çizgisi, dert hararetiydi.

O kırışıklık çizgileri özellikle şimdi apaçık belirginleşmişti. Şu gençlerin oyun eğlence otağından gelen Abay’a kederli düşünceli ananın soğuk yüzünü gösterir gibiydi. Anasının sessiz yüzü bile Abay’a bir şeyler için “suçlusun, kınayacağım” der gibiydi.

Abay’ın gönlüne korkuyla karışık üzüntü düştü ve kendisine yönelecek olan hükmü bekledi. Fakat anasının alışık olduğu şefkatli yüzü dış görünüşünden belli olmasa da içindeki öz duruşunu değiştirmemişti… Bu, konuşmaya başlayınca söylediği ilk sözlerle kendini göstermişti.

Uljan aheste bir biçimde “Abaycan” diyerek söze başlamış ve yüzünü oğluna dönmüştü:

– Düşünce de çok vehim de çok düşünürsen, düşünce de yok vehim de yok oynayıversen! Sen bunu düşündün mü evladım, dedi.

Abay bunun arkasında nasıl bir öfke olduğunu anladı ve annesinin içindeki duygu ve düşüncelerini çabucak söylemesini ister gibi kısa cevap verdi:

– Öyle tabii ana, dedi. Bütün vücuduyla annesine döndü, devamını sorar gibi sessizce ve boş gözlerle annesine baktı. Uljan:

– Yaşlı baban sefere çıkalı nice zaman geçti… Hiç haber yok. Günler sessiz sedasız. Yürek şişti. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, dedi ve bir süre konuşmadan bekledi.

Ayğız konuşmanın böyle başlamasına dayanamadı, memnuniyetsizce araya girdi:

– Biz söylemesek sana kim söyleyecek? Bir yol değil, bir gün değil! Şu karışık yaz boyunca mest olarak gezmen de neyin nesi? Böyle yapılacak gün müydü? Sen ne düşünüyorsun ki, dedi.

Abay “bütün sözler söylensin” der gibiydi, sessizce bekledi. Dilda, iki ananın öfkeli sözlerini sırtlayarak söze girdi. Sesi sertti. Görünüşü sakin gibi olmakla birlikte çok hiddetliydi. Alay edip laf çarparak:

– Ne düşüncesi olacaktı ki? Yâri yanında ya, bir şey düşünerek mi yaşıyor sanki! Aşığı, büyücüsü türkücü olunca “yaranayım” diye canını dişine takıyor, dedi. Sinirinden ağlıyor, gözyaşlarını engelleyemiyordu.

Böylesi sert sözleri durdurmayan Uljan bir suçlamada daha bulundu:

– Obamızdaki konuk sadece bestekâr müzisyenler, kızlar gelinler değil. Gelinim Dilda’nın annesi de geldi. O da senin annen evladım! Ona da ilgi, güler yüz göstermedin. Yakın hısmını ağırlayan baban burada olsaydı neyse! Onun görmek için geldiği ben değilim yahu. “Bir görüp döneyim, ecel varsa ölüm de var, duamı edip de gideyim” dediği sensin. Bunu da düşünmüyorsun. Eve uğramıyorsun. Kimden çekiniyorsun, nereye gidiyorsun, dedi.

Gözyaşlarını tutamayan Dilda o sırada kızıl kıyameti kopardı.

– Kemik torbası fakirin kızı kapımdan ötesini görmeye layık mıydı? Bak işte şimdi sevincini saklamıyor, künde künde şarkısını söylüyor, tepemizde oynuyor. Fakirin kurnaz kızını kudurtup… derken Abay boğazına takılan bir şeyi temizler gibi öksürdü, tavrı birdenbire değişti ve kırgınlıkla Dilda’ya baktı.

Oradaki ev güneşli ve şuleli hayatın ilkbaharı; Nisan idi. Bu ev ise kıtlık yaşanan yılın gri boz bulutlu, karayelli sonbaharı; Kasım gibiydi.

Abay Dilda’nın sözünü kesti ve kırgınlıkla aşağılayıverdi:

– Yeter Dilda! Tilenşi gibi bir atadan seni sağır kılarak töreten ben değilim. Suya götürüp susuz getiren, yemeğe çağırıp aç gönderen ben miyim sanıyorsun, dedi. Ondan sonra hem ona hem de analarına cevap olsun diye “konuğum Birjan. O, Tobıktı soyunun bugüne kadar görmediği büyük bir sanatkâr. Halkın gençlerini bir araya getirerek dinleten, bunun için adam toplayan da sadece ben değilim. Birjan’ı gören doyamıyor, görmeyen hayalini kuruyor… Siz akıllı olsanız onu da dinlesinler diye Akılbay, Abiş, Mağaş gibi evlatlarınızın hepsini gönderir, dinletirsiniz, dedi. Dilda eskisinden de büyük bir kızgınlıkla:

– Babaları diriyken yetim kalan evlatlarım kimsenin kapısına gitmeyecek… Ne yani, büyücü kadının eşiğinde dikilip içeriyi gözetlemekten başka görmedikleri mi kaldı, dedi ve hüngür hüngür ağlayarak evden dışarı fırladı…

Abay Dilda çıktıktan sonra da anneleriyle anlaşamadı. Pek çok suçlamada bulunan annelerinin anlatmaya çalıştığı şey “hiç değilse eğlencesini Dilda’nın evinde kursaydı, bu daha uygun olurdu” iddiasıydı.

Hatta Ayğız açık seçik söyledi:

– Aygerim haddini aşmasın, sana destek oluyorsa ne yapayım? Nerede oturacağını, nerede duracağını bilmiyor mu? Evine baksın. Biz bu hâldeyken şarkı söylemesi, ayaklarının altına alıp üstümüzde tepinmesi gibi dokunuyor bize. Sesi çıkmasın bundan böyle, dedi.

Bu; bir buyruk ve sert bir yasaktı.

Abay Aygerim’e acıdı. Onu böylesi adaletsizliklerden ve gaddarlıklardan korumak istese de sesini çıkarmadı. Annelerinin buyruğu söylenmişti. Söyleten de Dilda idi. Bu karar onun eğreti ve dik kafalı katılığının yansımasıydı… Abay bu kanaate varınca Dilda’ya büyük bir kırgınlık hissetti, alabildiğine memnuniyetsizleşti, içine kapandı. Annelerinin bundan sonraki sözlerini hiçbir şey söylemeden dinledi ve çıkıp gitti…

Abay otağlara doğru giderken Ayğız’ın evinden çıkan amcası Maybasar arkasından seslenerek yanına çağırdı.

Sakalına kır düşmüş olsa da Maybasar hâlâ eskisi gibi kızıl kahverengi yüzlü ve canlı kanlı idi. Son dönemde etlenmiş, dış görünüşü ağırbaşlı ve sert bir hâl almıştı. Yanına gelen Abay’ı büyük ev tarafından uzakça bir yere götürerek oturttu. Soğuk bir yüzle:

– Abay, beni şu Tüsip’in baybişesi, konuğumuz olan kaynanan görevlendirdi. Özellikle “sen söyle” dedi. Bana söyletiyor, anladın mı, dedi. “Kiminle konuştuğunu anla” der gibi gözlerini dikti. Abay Maybasar’ın görkemli duruşuyla alay eder gibi dik dik baktı ve aşağılayarak gülüverdi.

Maybasar bunu önemsemedi, kaşlarını çatarak konuşmasını sürdürdü:

– Kaynanan rica etti, ben emrediyorum. Şu Tüsip’in baybişesi dönünceye kadar Dilda’nın evinde ol. Bu ne? Sadece Aygerim’in otağına girip çıkıyorsun, dengirsek mi oldun? Yoksa iki hanım alan ilk kişi sen misin? Baban da, büyük baban da, hepsi almıştı. Aldıysan aldın, insan sırasını kollamaz mı? Yoksa “artık Dilda’nın yabancısı oldum” mu diyorsun, dedi.

Abay az önceki alaycı tavrını değiştirmemişti. Maybasar’ın konuşmasını zoraki dinlemişe benziyordu. Söze usulünce başladı:

– Mayeke! Şu ömür geçer, güzellik biter. Kimi sakallara “bırak artık” diyerek kırlık düşer… Fakat bakıyorum da bitmeyen sözler, bitmeyen istekler de olurmuş, efendim, dedi ve hiddetle güldü.

Yiğidin gülüşünün çok tesirli olmasından mıydı bilinmez, Maybasar çabucak anladı, dizini döver gibi vurduktan sonra:

– Oy, ahir zamanın çocuğu oy! Bütün sinirlerimi mahvettin yahu! “Unuttu mu” diyordum eski olanları. Hâlâ unutmadın mı, dedi ve kahkahayla güldü. Bu şakayla Abay’ın alaycılığını da memnuniyetsizliğini de kendi üstünden savdı.

Konuşma aynı minvalde sürdü:

– Dilda senin yârin değil mi? Yanlış bir şey söylediğimi mi düşünüyorsun? Yoksa “Rus kitaplarını çok okuyunca Ruslaştım, iki hanım almam” mı diyorsun?

– Bu hususta Ruslaşsam iyi olurdu. Öyle olsa ne yaparsın?

– Hey! Ne diyorsun sen? O zaman çoluğu çocuğu ile ne olur Dilda?

– Ben Dilda’ya lazım değilim. Onun bana duyduğu öfkesi ile intikam duygusu bir yana, gönülden ayrı düştü uzun zamandan bu yana…

– E-e, terk mi ettin yani?

– O evlatlarımın anası. İyi analık ederse yakın dostum olur. Bununla yetinmezse, ona iyilikler dilerim. Yolu açık olsun… Diyeceğim bu, dedi ve Maybasar’ın kalan sözlerini söyletmedi. Yüzü buz kesti, hiddetlendiğini gösterircesine yerinden kalktı.

Rezilce bir söz işitmiş gibi sarsılan Maybasar bir şeyler söylemek istese de ne diyeceğini bilemedi. Onu tamamen susturmak isteyen Abay:

– Bu kadarı yeter artık. Bu benim bileceğim bir iş. Sizi ilgilendirmeyen işlere karışmayın, diyerek sert bir şekilde mevzuyu kapattı. Bunlar Maybasar’ın aklından bile geçmeyen yabancı sözlerdi…

Abay az önce annelerinin evine giderken ağlamakta olan Baysügir’i görmüştü. Onu yanına alıp avutarak gelmekte olan Baymağambet, Maybasar’ın kötü davranışlarını sert bir şekilde şikâyet etmişti Abay’a.

Abay bunu hatırlar hatırlamaz:

– Ha! Benim de size diyecek bir çift sözüm var. Bunu kırgınlıkla, hatta çok üzülerek söylüyorum. Bu obanın çobanlarını niye dövüyorsunuz, diye sordu.

Abay şimdi açık seçik öfkelenmiş, yüzü çatılmıştı. Ama Maybasar bu mevzuya şaşırmamıştı:

– Hadisene! Çobanını, hizmetçisini tepemize çıkarma. Akılları başlarında yaşasınlar. Hiçbir şey olmaz, diyerek konuyu önemsizleştirmeye çalıştı.

Bunu onuruna yediremeyen Abay sert konuştu:

– Yo, boş konuşuyorsunuz, başımıza çıkmaz çobanlar. Neleri var ki tepemize çıksınlar? Gözlerine sinek üşüşen biçarelerin ne takati var ki? Bir değil, iki değil! Bu obadakilerin üstüne kamçı sallamayın bir daha, dedi.

Bu yaz Maybasar’ın çobanları birkaç kez dövdüğünü hatırlamıştı.

Maybasar bunu da dikkate almayacak gibiydi. Karşı çıkmak isteyince Abay çekişir gibi konuştu, amcasını bastırıverdi:

– Ne yani! Burası sizin yöneticilik yapacağınız yetimin kimsesizin obası mı? Çocuk değiliz, biz de buradayız. Bundan sonra sadece yaşayın! Vurmak bir yana, azarlamayın bile komşularımızı. Bundan sonra hiç birini fiskelemeyin. Yoksa bozuşuruz. Çok fena bozuşuruz. O zaman beni suçlamayın. Bugün Baysügir’i dövmeniz, beni dövmenizden farksız. Anladınız mı? … İşte böyle, dedi ve arkasını dönüp gitti.

Abay konukevlerine doğru yürüdü. Maybasar olduğu yerde ses çıkarmadan kalmakla birlikte, bu obadaki eğlenceyi bitirmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştu. Abay annelerinin evine çağırıldığında onun bazı konuklarına da adam göndermişti:

Maybasar Sügir’in oğlu Akimkoca’ya selam göndermiş; “Mırza obada değil. Pek çok kişinin yüreği şişti. Akimkoca kendisi de bilir ya. Bu obayı kızların gelinlerin patırtısına boğmasın, kalabalığı kendisi dağıtsın” diyerek usulünce söylemişti.

Güzel Ümitey Ayğız’ın kız kardeşi sayılırdı. Karabatırlardan Eskoca denen kişinin kızıydı. Ona da ablası olarak Ayğız emretmiş; “yeter artık, obasına dönsün” demişti.

Böylece Maybasar ve Ayğız, konuklarının keyfini kaçırdıklarını Abay’a hissettirmemişlerdi. Konukları da dönüş telaşlarından başka acelelerinin sebebini birbirine sezdirmemişti.

Abay’ın evine gitmek isteyen obadaki komşularını, çobanlarını ve çoluğu çocuğu göndermeyerek bıktıran Ayğızlar, Abay’ın arkasından böyle bir iş daha çevirmişlerdi…

Abay tekrar dönerken otağdaki konukların germelere bağlı duran atları eyerlenmişti. Kıvamındaki yüğrükler, acelesi olmayan boş atlar ve çukur belli yorgalar hızlı koşmaya elverişli koşum takımlarıyla, yeşilli kırmızılı teğeltileriyle obanın üst tarafını canlandırmıştı. Abay arkadaşlarının telaşına şaşırsa da “‘yarın yola çıkacak olan Birjan biraz yalnız kalsın’ diye düşünüyorlar herhalde” dedi ve buna başka bir anlam yüklemedi.

Onun eve gelişiyle birlikte son kımızlarını da içişip bitiren konuklar memnuniyet dolu veda sözlerini ifade ettiler, Abay ile Birjan’a son bir defa daha teşekkürlerini söylediler, isteksizce gitmeye yöneldiler.

Dört bir yana doğru grup grup dağılarak gidecek olan topluluğu Abay, Birjan, Erbol ve Aygerimler dışarı çıkarak uğurluyordu.

En önce Akimkoca ve Kerimbala vedalaştı, Sarköl ve Kopa tarafına yöneldi. Oralbay da onlarla beraber gidiyordu.

Emir, Ümitey’i ve şakacı bestekâr Mirzağul’u yanına aldı, Puşantay’a doğru yöneldi. Giderken de Abay ile Birjan’ı kendi obasına davet etti. Onun obası ertesi gün yola çıkacak olan Birjanların yolu üzerindeydi. Abay bu daveti makul buldu. Konuğunu kendilerinin bir başka obasında son bir defa daha ağırlayarak uğurlama düşüncesini çok yerinde buldu.

Bir başka grup Balbala’nın grubu idi. Bu vakte kadar atını eyerlemekle meşgul olan Bazaralı, Balbala’yı uğurlamaya gelen Aygerim’in yüzüne nasıl bakacağını bilemeyerek gitmek istemiyormuş gibi bakıverdi:

– Heyhat, heyhat! Leyla’sına kavuşamayan Mecnun’un hayatı ne berbat! Çek benim de atımı evlat, diye seslendiği Erbol Bazaralı’nın at binmesine yardımcı oldu.

Bazaralı atını hafifçe ökçeleyerek Balbala’nın yanına geldi. Abay’ın evinin yanında bulunan ve oradakileri gözetlerken deminki sözü işiten, kıskanç ve soğuk bakışlı biri vardı. O, Kulınşak’ın beş kaskasından biri olan Manas’tı. Son grup da yola çıkınca Manas, Ayğız’ın evinde oturmakta olan Maybasar’la konuşmak için onu dışarı çağırttı. Şerefsizlik ve intikam kokan bazı şeyler anlattı:

– “Bazaralı Balbala ile oynaşıyor” sözünü işiten bizim Torğaylar kasvetlenerek yaşıyordu. Dedikodunun gerçekliğine bugün şahit olmuş gibiyim Mayeke… Katıma doymayan koç Anet obasına gidiyor. Dulumu yoldan çıkarıyor puşt… “Erkekte şeref” varsa ben de tekin duramam. Kızın kocası bizim kardeşimiz Besbesbay. Kendisi hem yiğit hem tekin durmaz. O da kimseyi üstüne bastırmaz. “Haber vereyim” dedim. Evet, ne yapsam revadır şu Kaumen’in kan torbasına, dedi.

Yüzü bembeyaz olmuştu. İri kamçısını sımsıkı tutan uzunca parmaklarında sabırsızlık gösteren hareketlenmeler vardı.

Maybasar Bazaralı’nın Nurğanım hakkındaki söylentisini işittiğinden beri dişlerini sıkarak yaşıyordu. Gözleri pörtledi, hırsla aldığı nefes burun delikleriyle genzini şişirdi, hiddetleniverdi. Bir anda durumu kavradı ve kısa hüküm verdi. Gizlice söylüyormuş gibi yaparak:

– Şimdi belaya bulaşma. Geceyi bekle. Balbala’nın koynundan çıkacak nasıl olsa. Ant amansız, can duyarsız! Allah’ın “boynu kesilecek suçlu” kılarak elini ayağını bağlayıp gönderdiği koç bu değil mi? Besbesbay’ın var, beş kaskan var. Çekinirseniz “yere batın” derim size. Hem, planını kurarak git, anladın mı, dedikten sonra Manas’ı omzundan dürttü ve “hadi git” dedi…

O akşam, Barlıbay yazısındaki Kunanbay obasından saçılır gibi her yöne dağılan gençlerden oluşan gruplar yollarının üstünde “sıra sıra dizilen” halkların yaşadığı omuz omuza duran nice yüzlerce obalar arasından serbestçe geçerken güzel şarkılar ve türküler söylediler. Bazen bülbül ezgili, çok terennümlü “Yirmi beş” türküsünü uzatıyorlar, bazen nazı gösterişsiz, geniş nefesli “Janbota” türküsünü söylüyorlardı. Bazen de dik başlı, vuruşlu, rengârenk sesli “Jambas siypar21türküsünü coşturuyorlardı.

Ağır aheste kalkarak deniz dalgası gibi etrafa yayılan bu türküler asil Birjan’ın sunduğu örnek hünerleriydi. Onun getirdiği hazineler bazen Emir ve Oralbay’ın şakıma sesleriyle yükseliyordu. Bazen de süzülerek zarifleşen, dalga dalga dönen, ama bir o kadar da güçlü olarak sergilenen ve alabildiğine uzak mesafelere kadar işittirilen ergen Balbala’nın, güzel bestekâr Ümitey’in ve kibarımsı Kerimbala’nın sesleriyle sır döküyorlardı.

Hepsinin de şımarıkça sevinerek coşkuyla söylediği türküler bazen “hayat, hayat! Seviyorum seni! Ey sanatkâr kaldır başını, kanatlanarak arşınla semayı. Sazlı akşamda nazlı gönül açar sırlarını. Özgür, asil ve içtenlikli yürek sevdiğine hasret kaldı” diyor. Bazen de “neredesin ki? Tanı ve bul beni ey sevgili! Kara gözüm, kadrin ve kıymetin bende gizli” diyordu…

Türküsünde; “afetimi göreyim, başa ne gelir bileyim” diyen kızın serdengeçtisi kimdi?

Ya; “aklıma düştüğünde ey sevgili sen, Aç kurt gibi gezeyim dağları kollayarak ben” diyen ateşli yiğit kime seslenmişti?

Yahut; “ak boz evin dışına çıkarak uğurlarken beni, ‘güle güle yârim’ deyişin akıldan gitmez sevgili” diyen vefalı yiğit ne hâldeydi?

Veyahut; “eridi gönlüm ak didarını görünce” şeklindeki yürek sesleri, söyleyenlere de sorgulatıyordu şarkıların içinde yatan gizemleri.

Nakaratlar ise “kara gözüm”, “ayım”, “şulem”, “sevgilim”, “kalmadı sabrım” diyerek bitkin düşürüyordu seven yüreği. Can verircesine söylüyorlar, bütün içtenlikleriyle son nefeslerini âşık oldukları sevgililerine seslenirken tüketiyorlar, can yakarışıyla son dualarını eder gibi şakıyorlardı…

Marifetli delikanlı Akimkoca daha fazla dayanamadı. Kendisinin çok özlediği bir oynaşının Jigitekler arasındaki obasına yöneldi, atını kamçılayarak gitti. “Oynaştığı kızın yengesine daha geçen yıl bir kısrak aygır vermiş” denilen ve ozanlık yeteneği ile nam salan hovarda yiğit Akimkoca işte böyle biriydi. O, iki üç arkadaşını peşine taktı, Kerimbala ile Oralbayları ücrada bırakarak gitti…

O akşamda, öğlen gibi temiz ve berrak akşamda parlak ay önlerini aydınlatırken, birinin sesi diğerine karışmadan türküler terennüm ederek giderlerken, gençliğe has nurları eritip birbirine ekleyerek coşan Oralbay sessiz ve sözsüz bir aşk aleviyle gelerek Kerimbala’yı kucakladı.

Ömründe kimseye yakınlaşmamış, kimse için yanmamış olan Kerimbala o anda pürüzsüz ak bilekleri ile parmaklarını Oralbay’ın boynuna dolamış, alabildiğine ateşli dudaklarıyla soğurur gibi öpmüştü onu…

Aynı akşamda, parlak aylı sır düşkünü akşamda Mırzağul ile diğer yoldaşlarını önden gönderen Emir ve Ümitey at üstünde gidememiş, ağır giderek geride kalmıştı. Aynı atadan türediği22 için yakınlaşmaları töreye uygun düşmeyen bu ikisi arasında kıvılcımlar saçılıyordu. Yasak koyan kaderin ağırlığı altında başbaşa kalan bu ikisi birbirine açılamıyor, içlerindeki ateşi tanıyamadan arzuyla yanıyorlardı… İkisinin bedenlerinde de iç çekişlerle kaynayan ve her nefeste döşlerine vuran sıcak bir dalga, can dalgası vardı. Yiğidin gücünü bitiren, nefesini tüketen, bütün mecalini götüren bu kudret ağırlığı sadece türkülerden destek alıyor gibiydi. İkisi de kendilerinden önce aynı yoldan geçen tutkun ve müptela insanların türkülerini ipek gibi alabildiğine hafif sırlara beleyerek, bir başka türlü bezeyerek söylüyordu.

Sesleri akşama karışırken omuzları birbirine değerek at üstünde ilerliyorlardı. Gittikçe birbirine yakınlaşarak at süren bu ikisinin ağarıp bozaran, kızıllaşıp yanan yüzleri henüz dolunaya yetmeyen yeni ayın ışığında parıl parıl parlıyordu. Yakınlaşmakta olan üzengileriyle üzengi kayışları üzerindeki gümüş işlemeler bazen birbirine değerek “çın çın” ediyor, bazen de hep birlikte ay ışığını aksettiriyorlardı.

Tobıktı soyu içinde Ümitey gibi giyinen kimse yoktu. Alabildiğine asil bir biçimde giyinmekle birlikte börkünü, şalını, kaftanını velhasıl tüm giyim kuşamını diğer genç kızlardan farklı bir biçimde yakıştırarak giyiniyordu.

Emir’in içini gitgide kaynatan şey Ümitey’in ökçesi kıpkısa olan parlak cizlavitinin güzel bir biçimde burnuna doğru sivrilişi ve özellikle bu parlak cizlavit içindeki mesli küçücük ayağı idi.

Parlak siyah cizlavit Ümitey’in güzelliğini, hususi bir üstünlüğünü ortaya koyan eklentiye benziyordu.

Diğer herkes kamçılayıp gitse de türkü söylemek isterken hızlı gidemeyip geride kalan ikili bir ağaçlık dibinde, ay ile gölge arasında aydınlanıp gölgelenerek kalakalmıştı. Emir elleri titreyerek Ümitey’in dizgin tutan elini tuttu ve nefesi kesilerek derdini döker gibi “bir tanem! Ne diyeyim” dedi. Ümitey’in yüzüne birdenbire kan sıçradı, çabucak aklını başına topladı. Azıcık ümit verir gibi yapsa da irkilerek: