Книга Abay Yolu 2. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Muhtar Auezov. Cтраница 9
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Abay Yolu 2. Cilt
Abay Yolu 2. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Abay Yolu 2. Cilt

– Yapma ziyalım, dedi. Yiğide, “ziyalım” deyişi; alışkanlık üzere söylenmiş bir söz gibi değil, bilakis candan söylenmiş bir söz gibi geldi. Fakat kız bir an içinde “vebal, vebal” diyerek altındaki kara yorgasını mahmuzlayıp kamçıladı ve ileri doğru akıtmaya yöneldi…

Aynı akşamda, büyük sanatkârla ve tesirli türkülerle vedalaşılan akşamda, otağda kalan Birjan ve Abay’ın eğlence meclisinde Aygerim hâlâ türkü söylüyordu. O, ilk önce:

– Ben söyledim ya! Benim için bu kadarı yeterli. Israr etmesenize Abay! Birjan ağabeyi dinlesek ya, diyerek birkaç defa ricada bulunmuş, geri durmak istemişti.

Ama bu kadar kıymetli beğenilerden ve ısrarlardan sonra Aygerim, artık alabildiğine içtenlikle ve arzuyla dinlemeyi istemekle birlikte kendisinin söylemesinden de hoşlanmaya başlamıştı. Kulak vererek dinleyen, anlayışlı ve akıllı topluluk arasında özellikle kanatlanıyor, sevinçli bir tutkuyla söylüyordu. Son aylarda, dinleyen Abay olunca, onun yanında türkü söylemek; ondan aldığı esin, huzur ve mutluluk ateşine benziyordu.

Birjan ve Abay birlikte dinlerken sadece ikisine ithaf ederek söylediği türküleri; her bir notasına bütün arzusunu, bütün saygısını ve hizmet duygusunu katarak söyler gibiydi. Seher vakti öz dalına konan ve kendisinin doğup büyüdüğü yuvanın yanında yetişen güllere söylercesine utanıp ürpererek şakıyan kumru, bülbül olur ya, tıpkı onlar gibi şakıyordu!

Fakat tam da bugünkü akşamda türkü söylemek istemeyişi ve bundan çekinişi hakikat idi. Çünkü gündüz vakti Abay’a söylenen memnuniyetsizlik sözleri akşama doğru ona da söylenmişti…

Abay gündüz vakti kendisine söylenenleri Aygerim’e bildirmemiş, acıyarak ondan gizlemiş olsa da Ayğız ve Dilda onu yanlarına çağırmış, sert, soğuk ve ağır sözler söylemişlerdi. “Abay’a söylenen söz tesir etmese de sana söylenen nasihat ile büyük sözü kulağından girer herhalde” demişler, “Bayşora’nın fakir kızı” olduğunu da, “maksadına ulaştığını” da eklemişlerdi. “Kibirlenme, bastığın yere dikkat et… Gözünü aç da bak, kimin tepesine çıkmak istiyorsun” demişlerdi.

Aygerim’in hayatı boyunca aklına gelmemiş olan yadırgatıcı tavırlar ve kibirlenmek gibi pek çok uygunsuz mizaçla itham etmişlerdi. Aygerim ıstıraba düşmüş, beti benzi atmış, gözleri yaşla dolmuş, bir yanıp bir söner gibi, üstüne kaynar sular dökülür gibi olmuştu. Kendisindeki edep ve terbiye ile Abay’ın dostluğuna sunulan içtenlikli yâr yüreği ve kendisinin türkü söylemeyi o kadar sevmesi, ona kendisini savunacak bir söz söyleme izni vermiyor gibiydi. Aygerim bir kelime dahi söylemedi.

Türküler suçsuzdu. Özellikle, onun Abay’ın buyurması üzerine söylediği türküsü hem masum hem günahsızdı. Bu türküyü çocukluğundan beri söylediği kendi obasındaki yoksul ana babanın evinde söylerken hiç kimse suçlayıp kınamamıştı. “Kodaman oba türküye de kodamanlık, gaddarlık ediyormuş” diye düşündü. Kendi düşüncelerine daldı, ses çıkarmadan çıkıp gitti. “Abay söyletti yahu” diyerek kendini savunmak bile istemedi…

Fakat çok ağırına giden bir darbe, aklından gitmeyecek kadar aşağılayan bir dert “biz zengin bir obayız. Sen fakir bir kızsın, ancak cariyeliğe layıksın… Burası kökü derinde, sülalesi büyük bir oba! Sen bu obanın çobanları ile bakıcılarının evinden çıkan hizmetçisin anlasana… Yolun kıldan keskin, gece gündüz yalvar Allah’ına. Başını kaldırmadan yaşa! Yerini bil de sesin duyulmasın dışarda… Kendini bilmezlik etme. Senin ne haddine” deyişleriydi…

Aygerim böylesine insafsız, inatçı ve aksi gaddarlığın gücünü hissederek boynu bükük benzi soluk dönmüştü konuklarının yanına.

Bu tavır; ele avuca sığmayan acımasız obanın Aygerim’i ürküterek üzen ilk umacı görünüşü olmuştu.

Fakat ne Abay ne Birjan ne de bu akşam otağda bulunan kaynı Ospan ile Erbol Aygerim’in tereddüt edişine aldırmadı.

Özellikle kaba ve küstah bir üsluba sahip olan Ospan yengesinin yanına kadar yaklaşıp ona yaslanarak:

– Hey Aygerim! Telli duvağıyla gezen gelinin başına buyruk yaşadığını nerde gördün, hangi atandan işittin? Buyuruyoruz! Canın sağken söyle, demiş, kendisinin hiçbir yengesine acımadığını, sert buyruklar verdiğini ve sözünü dinlettiğini hissettirmişti.

Aygerim dişlerini sıkmış, mecburen boyun eğdiğini göstererek türkü söylemişti…

Birkaç türkü söyledi. Özellikle Birjan ve Abay solist öğrencinin kendilerine sunduğu zor türküleri dinlerken mülakat sorusunun cevabını dinler gibi oturuyordu. Söylenecek türküyü sırasıyla kendileri bildirmek suretiyle Aygerim’in bu yaz boyunca Birjan’dan öğrendiği bütün türküleri teker teker söylettiler.

Fakat Aygerim’in şimdiki gönül hâli sınav veren bir solistin utanıp çekinme hâli değildi. Daha demin, akşamüstü işittiği onur darbesinin yarasını seziş gibiydi. O kodaman, ele avuca sığmayan kudretin adaletsiz zorbalığını şimdi de horlanırcasına, onuru ayaklar altına alınırcasına temiz kalbinin bütün masumiyetiyle hissediyordu. Fakat bunun farkına vardıkça Abay’a sığınıyor, özellikle onu araya sokuyordu. Sevindirici mürüvveti bol, sıcaklık veren ateşi çok yârine can teniyle yapışıyor, bağlılığı artıyordu. Daha önceki hayatında böyle bir şey hissetmemişti. Minnet duygusuyla karışık sevgi ateşini bu akşam açık seçik içinde buluyordu.

Onun bu hâline bağlı olarak Abay’ın da kendisini, mürüvvetini bulmuşçasına sevdiğini ve bu akşam ona aşkından sarhoş olmuş gibi açık seçik kıvılcımlar gönderdiğini anladı. Bütün bunların kendi sesi üzerinde iki türlü kızgın boğum gibi etkili olduğunu fark ettikçe kendisi de görkemli hissiyat rahatlığıyla yükseldikçe yükseliyordu.

Bir yanı kendisini aşağılayan, yerle yeksan edip ayaklar altına alan ve hallaç pamuğu gibi atan hiddetle ağulanmış olsa da öteki yanı bu elem verici hicranı Abay’dan saklıyor, onu sevdiğini göstererek bülbül gibi şakıyordu.

Aygerim’in bu şarkılarla yükselen sesi gümüş zillerin zarifçe sallanıp şıngırdaması gibi şıngırdayarak kanatlanıp büyük evler tarafına ulaşınca, o evlerden Kaliyka Aygerim’in otağına gönderilmişti. Hilebaz ve açıkgöz olan, bu obanın bütün gizli sırlarına, iç dünyasındaki dedikodularına, ağuları ile zehirlerine vakıf olan yaşlı elti Aygerim’in otağına sessizce girmişti.

O, kendisinin gelişiyle “Aygerim anlar, susar” diye düşünmüştü. Eltisinin geldiğini gören Aygerim türkü arasında oturduğu yerden kalktı, kendisi arkaya doğru çekilerek yerini eltisine bıraktı ve Ospan’ın deminki buyruğu doğrultusunda türküsüne devam etti.

Kaliyka gözünün önünde şakıyan Aygerim’in söylediği türküyü yarım yamalak dinledikten sonra, yanında oturan gelinin bacağını sert bir biçimde çimdikledi, etini sıkarak oturdu… Aygerim türküyü yarım bırakmadı. Fakat bu sıkış canını çıkarırcasınaydı. Jambas siyparın son bölümünü kıpkırmızı olarak, yüzünden ateş çıkar gibi bitirebildi ve boncuk boncuk gözyaşları dökerek oturdu. Kaliyka’nın arkasında, kuytuda oturduğu için onun gözyaşlarını gören olmadı. Kaliyka sezmiş olsa bile bundan çekinmiş değildi. Bilakis tıslar gibi yaparak çabucak fısıldadı:

– Yeter… Heveslenme, diye buyruk verdi.

Aygerim’in söyleyişi bununla bitmişti… Ondan sonra Birjan’ın kendi dombırası uğuldadı. Usta türkücünün mümtaz, kıvrak, büyük tınılı, güzel ezgisi kendiliğinden süzülerek çıkmıştı. Türkü kanat açıp, yayla gecesinin yıldızı parlak gökyüzüne saplanır gibi yükselerek gidiyordu…

Aynı gece, Anet boyu obaları içinde Birjan türkülerinin verdiği coşku yüzünden ortaya çıkan münferit bir olay oldu. Bu hâl Bazaralı’nın başına geldi.

Akşam karanlığı çökünce uçkur düşkünlüğünü Balbala’nın beline sarılarak gideremeyen Bazaralı ergen kızın obasına kadar onunla birlikte gelmişti. Balbala Bazaralı’yı samimiyetle saygı duyduğu, içtenlikle sevdiği için göndermek istememiş:

– Bazeke, bugün benim konuğum ol, diyerek peşine takıp evine kadar getirmişti…

Balbala’nın babası ölmüştü. Obasına baş göz olacak büyük ağabeyi de yoktu. Bazaralı Balbala’nın peşine takılarak gelip eve girdikten sonra ona benzeyen, ağırbaşlı, geniş yüzlü, kızıl sarı tenli baybişe biraz rahatsız olmuştu. Çay hazırlaması için buyruk verse de kızını döşeğin ayak tarafına çağırmış, sessizce konuşarak:

– Güzelim, sen ne yapıyorsun? Ürüyen itinin sesi buradan duyulan kaynın Torğay biraz ötede oturuyor. “Bu herifi evine niye getirdi” dese, ben ne diyeyim? Utancımdan yere girmez miyim, demişti.

Sabırlı ve serinkanlı Balbala önce akpak dişlerini bütünüyle göstererek gizemli bir gülücük sergilemiş, ardından:

– Ana, “üç günlük konuğumsun” derdin yahu! Daha ne kadar “sefa sürer” diyorsun. Torğay’ına da başımız bağlı, biz gidene kadar canı çıkmaz ya! Bazekeme nasıl kıyayım da “uzak dur” diyeyim… Korkma! Ağırla, hürmet et, ikramda bulun da gönder, demişti.

Ondan sonra, bir bağlan kesilip evin içi yeni asılan kazanla keyiflenerek şad olduğunda, içi güzel bir canlılıkla dolup sakin ve huzurlu bir gönle ulaşan Balbala kendisinin harika türkülerini uzata uzata Bazaralı’ya sundu. Balbala’nın açık sözlü, esprili ve başına buyruk mizacı Bazaralı’yı eskisinden daha çok mayıştırmıştı. Yiğidin bütün meyli Balbala’yı ayartmaya yönelikti.

Güzel kızın annesi ile ayrı bir otağda oturan yengesi pek çok ricada bulunduğu için konuk yiğit Bazaralı da pek çok türkü söyledi. Ev ahalisi sohbet, şakalaşma ve fıkralara boğulmuş gibiydi. Çok büyük bir saygı içinde hoş bir akşam geçiyordu.

Tam yatacakları zaman annesi Balbala’nın adını, itibarını, kadrini kıymetini korumak için onu yengesinin evine gönderdi, Bazaralı’yı kendisinin büyük evinde yatırdı. Böyle yapmasının özel bir sebebi vardı: Akşam oturuşunda bu eve her zaman gelmeyen bir iki yetişkin delikanlı gelmişti. Onlar Torğay ve Kulınşak obalarının çocukları idi. Öküzün terkisine binmiş, dikkat çekmemeye çalışarak gelmişlerdi. Giysileri yırtık pırtık olmuş, kuzu çobanlarına benziyorlardı. Geliş sebepleri de uygundu. Kaybettikleri kuzuyu arayan, “gündüz sizin sürünüze karışmış olabilir mi” diye soran “kayıp arayıcılar” idi. Fakat onlar “kuzudan ziyade” evdeki konuğa, evdeki insanların cemaline, şakalaşmalarına ve fıkra anlatışlarına ilgi göstermişlerdi. Baybişe onların uyanık çocuklar olduğunu anlamış, karınlarını doyurduktan sonra göndermişti.

O çocuklar koyunların arasında gezmiş, bekçi ile konuşmuş, vakit geçirerek gece yarısına kadar ayak sürümüşlerdi. Sadece Balbala onları dikkate almamış, konuğunu büyük evde yatırmış, tünlüğü kapatmış, kendisi yengesinin otağına doğru giderken “kuzucu” çocuklar da obadan ayrılmıştı…

Yarım yamalak soyunmuş olan Bazaralı gece yarısını geçerken yattığı büyük evden yavaşça dışarı çıktı. Balbala’nın yattığı otağa doğru yöneldi. Henüz batmamış olan ay dışarıyı pür nur aydınlatıyordu. Balbala’nın yattığı bozarık otağın tünlüğü kapalıydı…

Obadaki bekçiler gibi bütün itler de sessizliğe bürünmüş olduğundan etrafa dikkat etmedi, kiyiz evin kapısını açıverdi. O anda otağın karanlık tarafından gizlice gelen dev gibi iri boylu esmer adam Bazaralı’nın yakasına yapıştı:

– Dur! Şöyle gel hele, dedi.

Bu kişi Manas idi. Hiç şaşırmamışçasına serinkanlı bir ifadeyle onun yüzüne bakan Bazaralı, hemen tanıdı:

– Vay! Manas, sen misin, diye sordu.

– Manas mıyım, dalaş mıyım? Öğrenip ne yapacaksın, gel hele, diyen Manas sakin fakat öfkeli ve memnuniyetsiz bir ses tonuyla buyurdu.

– Ha! Allah’ın belası… Yoluna git, diyen Bazaralı, yakasına yapışan Manas’ı önemsemiyormuş gibi yaparak başından savmak istedi. Fakat Manas oralı olmadı.

– Balbala’nın adının kötüye çıkmasını istemiyorsan dön şöyle! Yiğitsen, hiç değilse, kızın itibarını yere düşürme! Yoksa ben hemen burada girişeceğim var gücümle! Haydi, dedi.

Bazaralı başını sağa sola salladı, nafile, denileni yaptı. İkisi otağın yanından ayrıldı, uzaklaşarak yürüyorlardı. O anda bu otağın etrafındaki tek tük ağaçların arkasından çıkan üç delikanlı onlara doğru yaklaştı.

Bazaralı’yı ortalarına alan bu dört yiğit, onu lafa tutarak obadan uzaklaştırıyordu. Yanlarından ayrılan bir yiğit, geldiğinden beri eyer takımı çözülmemiş hâlde büyük evin bel kuşağına bağlı duran Bazaralı’nın besili demir kırı atını çözüp getirdi.

Ondan sonra ele geçirdikleri yiğidi kendi atına bindirdiler, kendileri de atlarına bindiler ve hep birlikte Torğay obalarına doğru gittiler…

Suçüstü yakalanan Bazaralı, bütün ağırlığını kullanarak:

– Bırakın, gönderin, siz de adı çıkmış dulun itibarını daha fazla yere düşürmeyin! Yarın bütün halk duyar, dedi. Manas’ın yanındaki Köşbesbay ile diğer iki yiğit onun sözlerini umursamadı. Köşbesbay, Balbala’nın kaynı idi. Ağabeyi Besbesbay gibi, Manas gibi o da alpçesine büyük bedenli, pehlivan yapılı, topuz döğüşünden çekinmeyen harbi erkeklerden biriydi…

Obadan çıkıncaya kadar o da, Manas da, Bazaralı ile kısa kısa da olsa konuşuyor idi. Obadan iyice uzaklaştıktan sonra dört yiğidin tamamı mimiklerle işaretleştiler, atının yularını ve dizginini çabucak bileklerine dolayıp sımsıkı bağladılar ve hep birlikte Bazaralı’yı kamçılamaya giriştiler. O gece, Bazaralı, dayak nasıl yenirmiş gördü. Aynı gece atından ve giysilerinden de oldu…

Seher vakti herkes uyanırken Maybasar Abay’ı Ayğız’ın evine çağırtmıştı. Abay oraya geldiğinde Maybasar’dan başka Bazaralı, Erbol, Ayğız ve Nurğanım’ın da evde olduğunu gördü…

Maybasar da yeni gelmiş olmalıydı. Abay eve gelirken karşılaştığı Ospan’dan Bazaralı’nın dövüldüğünü işitmiş, üzülerek gelmişti.

Bazaralı ile göz göze gelince birbirinin hâlini anlamış gibi oldular. Hâlleri yüzlerinden okunuyordu. Sebebini söylemeye de gerek yoktu. Bazaralı’nın sağ yanağındaki kamçı izine kıpkırmızı kan oturmuştu ve çok fena görünüyordu. Yakışıklı, yüce gönüllü, heybetli yiğidi böylesine talihi yitik virane gibi görmek Abay’ı hem acındırdı, hem kızdırdı.

Maybasar’da böylesi hisler yoktu, yüzünün her zamanki akı ak, kızılı kızıldı. Hatta sevincini saklamıyormuş gibi coşkuyla konuşuyordu. “Nasıl vurdu”, “kaç kere vurdu”

türünden soruları da afyon çeker gibi keyifle soruyor, her şeyi bilmek istiyordu. Bazaralı ise memnuniyetsizce somurtarak oturuyordu. Maybasar’ın sorularına pek fazla cevap vermedi. Bu duruma deliren Maybasar, bütün bu insanlar önünde, özellikle kendisinin bildiği dedikodulu sırrı olan Nurğanım’ın önünde yiğidi utandırmak için rezilce bir kurnazlık düşündü.

Gözlerini kısarak Bazaralı’ya baktı, başına gelenlere sevinmiş gibi genizden hıh-hıh-hıhlayarak güldü:

– Baz’ım, kamçı yüzüne de değmiş gibi görünüyor! Bu Torğaylar kudurmuş mu yahu? Bozdoğan olmuş, tepene oturmuşlar, kim bilir daha neler yapacaklar, dedi… O ana kadar çekinerek duran, oturduğu yerde büzülüp kalan Bazaralı’nın hararetlenen bembeyaz yüzüne öfkeyle karışık hiddet yürüdü, Maybasar’ın gözlerine dikilen gözleri parıldayıverdi:

– E! Torğay’ın torğay23 olmadan bozdoğan olduğunu yeni mi öğrendin, sığır? Önceden beri onları sırtında gezdirmeyi adet edinen sen değil misin? Benim tepeme, senin sırtına oturduktan sonra bozdoğan olmayıp ta ne yapacaktı, deyiverdi. Bütün acılarından kolaylıkla silkinip kurtulmuş gibi, öcünü almış gibi rahatlayarak kahkaha attı.

Evdeki herkes Bazaralı’nın sözlerini destekliyormuş gibi onunla birlikte gülüverdi. Maybasar ağzını açamadı, ters köşeye yatmış gibi oldu. Boynunu aniden öte yana çevirdi:

– Oy! Diline kor düşsün, kan torbası, dedi, utanarak güldü.

Abay oldukça rahatlamış bir vaziyette sevinçle gülerek:

– Kıvraksın Bazeke! Böyle şimşek gibi bir dilin varken sana Kazağın kamçısı bir yana, tüfeğinin kurşunu bile vız gelir efendim, dedi…

Bu oba, Bazaralı’nın başına gelenleri Birjan gibi dışarıdan gelen konuklara hissettirmek istemiyordu. Bu yüzden Abay, Bazaralı’yı çabucak eyerli bir ata bindirmeyi ve obadan uzaklaştırmayı uygun gördü. Ayğız ve Nurğanım’a bakarak:

– Bazeke’nin üstüne elbise ve kaftan, başına kalpak giydirin, dedi.

Bazaralı’yı yolcu etmek için Abay’ın dediği eyerli koşumlu at getirildi. Bunun yanı sıra Nurğanım güzel ve yeni bir kaftan getirdi, kendi elleriyle Bazaralı’ya giydirdi. Kimsenin dikkat etmediği bir anı fırsat bilerek:

– Sana yazık, Bazekem! Kendi kendini niye küçük düşürüyorsun? İçimi yaktın yahu, deyiverdi…

O gün, öğleyi geçerken Birjan Kunanbay’ın büyük obasından ayrılmıştı. Emir dün onu evine davet etmişti. Bu konuklar bugün Emir’in konuğu olacaktı…

Birjan tam giderken Uljan onu kendi evinde ağırladı, kendi sofrasında dem tattırdı, dua etti ve iyi yolculuklar diledi. Onunla birlikte Ayğız ve Nurğanımlar da geldiler, pek çok hediyeler sundular. Birjan’a büyük bir taytuyak gümüş hediye edildi. Yanındaki bir arkadaşına da kese dolusu akçe ile ailesi için pelüşten hediyeler verildi.

Uljan:

– Obama geldin, buradaki ağabeylerini ve kardeşlerini sanatına gark ettin, gidiyorsun. Gittiğin yere götüren yolların açık olsun. Sanatın da kadrin de artsın yakışıklım. Bizim ana olarak, yenge olarak sana sunacağımız hediyeler bunlar. Hoş gönülle git, dedi.

Birjan evdekilere çok teşekkür etti:

– Oğullarının kızlarının iyiliğini gör, güzel ana. Obanda, halkının içinde gördüğüm saygı ile iltifat nereye gidersem gideyim aklımda kalır. Ben razıyım, Allah da razı olsun, dedi. Ayğızların ellerini iki eliyle tutarak alçak gönüllülükle sıktı, vedalaşıp çıktı.

Abay’ın hediyesi, Birjan’a verdiği sarı yorga at ile yanındaki arkadaşına yedeklettirdiği birkaç besili yılkı idi.

Birjanlar böylesi yedek atlarla Emir’in Puşantay’daki konağına doğru yola çıktığında Abay, Erbol ve Aygerim de onlarla birlikte at binmişti. Çünkü Ümitey ve Emir “Aygerim’i bırakma, onu da birlikte getir” diye rica etmişlerdi.

Bunu dikkate alan Abay, Aygerim’in çekingenliğine, utangaçlığına bakmadan onu da peşine takmıştı. Bu topluluk aynı günün akşamında Kunanbay’ın büyük hanımı Künke’nin obasında Emir’in kurdurduğu kiyiz eve ulaşmıştı.

Bu son gecede de bolca türküler söylendi. Beşparmak yenildikten sonra Birjan ve Abay’ın etrafında kurulan eğlence meclisi tan atıncaya kadar devam etti.

Yaz boyunca Birjan’ı dinleyen, türkülerinin kıymetini bilen, türkülerinin özelliklerini “insan hünerinin yüksek zirvesi” diyerek öven Abay, ezgilerle dalgalanan gönlünde o güne kadar duyulmamış sırlı bir şiir söyledi:

“…Girer kulaktan, avlar teniGüzel türkü ile tatlı ezgi.Gönle salar türlü fikri,Türkü sev benim gibi…”

diye başlayan şiirini o mecliste Birjan’a söyledi. Birjan, Abay’ı, düşünen kâmil bir genç olarak görüyordu. Bu şiir, bilinçli şairlik sanatını da hakikaten başkaca bir biçimde ortaya koyuyordu:

– Abaycan, “benim türkülerim sana güzel esin kaynağı oluyor” diye düşünüyordum. Sen, türkülerde bizim dikkatimizden kaçan, önemsemediğimiz detayları açıyorsun. Kalan ömrüme bir başka yükümlülük kattın yahu, dedi.

– Demek ki, hedefimizin kaynağı aynı Birjan ağabey!

– Hedef yolunda birimiz öteye, birimiz beriye gidebiliriz. Sadece sana söylemek istediğim; “senin türküyü yüceltip kıymetlendirişin gibi, benim de şiiri ilk kıymetlendirişim oldu bu” desem, ne dersin? “Benim sana verdiklerim çok” derken, senin bana verdiğin yol azığının ne kadar olduğunu bir anlasan keşke, dedi.

Abay yaz boyunca Birjan’dan bütün Orta Jüz’ün; Arğınların, Naymanların, Kereylerin, Uvakların sazendelerini, türkücülerini, bilge ozanlarını dinleyip öğrenmişti. Onlardan biri aklına geldi:

– Birjan ağabey, sanatın kıymetini açık seçik anlıyorsak hayatımızı başka bir biçimde sürdürelim, sadece yamaçlardan yükselen sanata değer verelim. Doğrusu bu hususta sizin az oluşunuz, tek başınıza kalışınız da gerçek. Fakat bu iyilik yolunun kötülükle yargılaşmak, kozunu paylaşmak olduğunu hiçbir zaman unutmasak, dedi.

Bu husus ikisinin de buluştuğu, kesiştiği nokta olmuştu. Janbota ve Aznabay’ın iç darlığını türküyle kavuran Birjan, daha önce bu hedef doğrultusunda kendisinin bir hareketini ortaya koymuş gibiydi. Örtülü konuşmalar gelip bu noktaya dayanmış, ilhamlı iki yürek anlaşmış, birazcık huzura kavuşmuştu.

Geç yatan konuklar öğleye doğru kalktı, yemek yedikten sonra çabucak yola revan olmak istedi.

Atlar eyerleneli bir hayli zaman geçmişti.

Nihayet Abay’ın öncülüğündeki bütün dostları kadınlı erkekli dışarı çıkıp abdal ozanları at bindirirken Birjan, genç türkücülere son bir ağabeylik dileğini ifade etti:

– Emir! Sen ses verip başlasan, Aygerim ve Ümitey de katılsa, şu “Yirmi Beş’i” bir daha söyleseniz ya! Sizinle vedalaşmamız bu olsun, olur mu asil kardeşlerim, dedi…

Ayrıksı bir istek! Ama Birjan’ın cibilliyetine uygun, nazlı bir istek…

Abay makul buldu, onu anlıyordu. Gençler de tereddüt etmedi, hep birlikte güzelce söyleyiverdi. Onlar bir kuplesini söyleyinceye kadar gözlerini yuman, dudaklarının ucuyla azıcık tebessüm eden ve uyurmuş gibi dinleyen Birjan türkü bittikten sonra atının üzengilerine basarak ayağa kalktı “şimdi bir an duraklasanıza” der gibi elini hafifçe kaldırdı. Türkü söyleyen gençlerin önünde eğilirken kenarları kunduz kürkünden, tepesi yeşil kadifeden dikilen kalpağını alnından geriye doğru hafifçe iteleyerek onları selamladı. Sonra kendisi bir türkü söyledi. Bu yaz hiç söylemediği bir türküydü bu. Ülkülü, hüzünlü, şahane türkünün nakaratı hakikat perdesini aralamıştı:

“Hey! Delikanlım, aman!Geçti efendim zaman,Hoşça kal! Aman ha aman”

deyip bir gülüverdi, yüzü kireç gibi bozarıverdi. Galeyana gelen Birjan atının başını uzun seyahate doğru döndürüverdi.

Ardından bakarken öylece şaşkınlıkla donup kalan Abaylar için türküsünü kesmemiş, söyleye söyleye uzaklaşıvermişti. Bunun sebebini herkesten önce anlayan Abay idi:

– Bu yeni bir türkü! İlham tam burada geldi. Bizimle vedalaşma türküsü yahu! Hakiki ilham örneği, demiş ve ilgiyle dinlemeye devam etmişti.

Abay’ın sözlerinden yeni bir türkünün dünyaya geldiğini anlayan Emir germede bağlı duran atlara doğru koştu, sıçrayarak eyerli atlardan birine bindi.

– Öğreneceğim! Unutulması vebal olur, dedi ve atını mahmuzladı. Kısa süre içinde konuklarının peşinden yetişti, yanlarına gelince atını yavaşlattı ve onlarla birlikte gitti.

Birjan, bu türküsünü kesmeden söyleyerek, uçsuz bucaksız bozkırın semasında yüzdürerek gitti.

Abay’la birlikte uğurlamaya çıkan topluluk uzaklaşarak gitmekte olan Birjan’ın türküsünü dinlemeye devam ediyordu… Uzun süre öylece beklediler. Türkü uzun sürdü ve bir an bile kesilmedi…

“…Hey! Delikanlım, aman!Geçti efendim zaman,Hoşça kal! Aman ha aman!…”

Konuk yolcular uzaklaşarak gidiyor, uzaktaki yeşil yamaca doğru ilerliyordu. Aygerim ve Ümiteyler son nakaratı hâlâ işitebiliyordu. Erbol sevinçle:

– Ne muazzam bir ses! Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor, dedi.

Konuklar türküyü kesmeden biraz daha ilerledikten sonra tepeyi aştı…

Emir o yamacın beri tarafında vedalaşmış, geri dönüyordu. O gelinceye kadar Abaylar durdukları yerden ayrılmadı.

Emir türküyü ezberlemiş olarak geldi. Yaklaşırken “Hey! Delikanlım, aman” dedi, az önceki nakaratı değiştirmeden tam olarak öğrendiği belliydi. Ümitey:

– Türkünün adı ne acaba, diye sordu. Emir beklemediği bu soru karşısında şaşkınlığa düştü:

– Hay gidi! Hay Allah! Adını sormadım yahu, dedi.

– Onun adını az önce Erbol söylemedi mi? “Kuzuların yaylağına yetti, daha hâlâ işitiliyor” dedi ya. Birjan da bir ad koymamıştır daha. Bu türkünün adı “Kuzuların yaylağı” olsun, dedi. Abay eve doğru yöneldi.

Baybişe Künke tam o anda kırmızı boyalı bastonuyla onların yanına gelmişti. Başta Abay olmak üzere bütün gençler ona döndü, saygılarını göstererek hâl hatır sordu. Aygerim büyük bir hürmet göstermiş, ellerini çaprazlama döşüne götürüp rükûa eğilir gibi önünde eğilirken “selam verdik24demişti. Fakat Künke diğer gençlere bakmamış, gözünü Abay’a dikmişti:

– Ay Abay, ay yakışıklım, bu yaptığın ne? Kime örnek oluyorsun? Bizim obadan böyle konuk uğurlandığını ne zaman gördün? Böyle üstüne basa basa neyi besliyorsun, neyi yüceltiyorsun? Bu gamsızlığını şu delişmen Emir’e vermen yetti. Senin için “önünde örnek olur” diye ümitlenişim nerede kaldı, dedi.

Abay hiddetlenir gibi olsa da kendisini durdurdu:

– Ay ana! Aklınız fikriniz obanın sükûneti, halkın sessizliği yahu. “Bana yakışan bu” diyorsunuz. Böyle sükûnet, böyle sessizlik bulunur da, böyle bestekâr bulunmaz bir daha yahu, dedi ve zoraki gülümsedi. Gençlere doğru döndü. Erbol ve Emir de onunla beraber gülümsediler ve birbiriyle yarışırcasına peş peşe:

– Yakışanı bulunur, bestekârı bulunmaz, deyiştiler.

Künke memnuniyetsizce toparlandı, sırtını dönerken Abay’a doğru iğrenir gibi bir bakış attı ve oradan uzaklaştı. Emir şimdi daha rahat bir biçimde gülerek: