Книга Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik - читать онлайн бесплатно, автор Cemile Kınacı. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik
Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik

Sınıf

Bütün toplumlarda maddî ve kültürel kaynakların dağıtımında bir eşitsizlik söz konusudur. Dolayısıyla bütün toplumlarda tabakalı bir yapı dikkati çeker (Giddens 2010: 285). Tabakalaşma daha çok mülkiyet bakımından düşünülmesine rağmen, toplumsal cinsiyet, yaş, dinî ilişki ya da askerî rütbe gibi diğer parametrelerde de ortaya çıkabilir. “Tabakalaşma, farklı biçimde gruplaşmış insanlar arasındaki eşitsizlikler göz önüne alınarak yapılandırılmış bir sistem” olarak tanımlanabilir (Giddens 2005: 282). Sosyal tabakalaşma, toplumun hiyerarşik olarak üst üste sınıflar içinde birbirinden farklılık gösteren bir yapıda sıralanması anlamına gelir. Tabakalaşma üst ve alt tabakaların varlığında tezahür eder. Tabakalaşmanın temeli ve esası, bir toplumun üyeleri arasındaki hak ve ayrıcalıkların, görev ve sorumlulukların, sosyal değer ve mahrumiyetlerin, sosyal güç ve etkilerin eşit olmayan bir dağılımı içinde oluşur. Sosyal tabakalaşmanın somut şekilleri farklı ve çok sayıdadır. Eğer bir toplumun üyelerinin ekonomik statüsü eşit değilse, aralarında hem zenginler hem de fakirler varsa, toplumun organizasyonunun komünist ya da kapitalist olduğuna bakılmaksızın ya da anayasanın “eşit bireylerin toplumu” olup olmadığına bakılmaksızın o toplumun “ekonomik tabakalı” olduğu değerlendirmesinde bulunulabilir (Sorokin 1959: 11). Giddens’e göre, modern toplumlarda “sınıf” en önemli tabakalaşma şeklidir (2010: 285). Sınıflar, anne babanın çocuklarını nasıl yetiştirdiğinden dinî tutumlara kadar yaşamın bütün alanlarında etkisini gösterir ve bireylerin davranışlarını şekillendirir (Worsley 2007: 140).

Sınıflar, belirli çıkarlar açısından aynı ekonomik konumda bulunan insan gruplarıdır. Maddî mallar ve belli teknikler üzerinde mülkiyet veya mülkiyetsizlik bireylerin sınıf konumunu belirler (Gerth-Mills 1986: 336). Sınıf konumu ise bireylerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip oldukları olanaklar anlamına gelmektedir (Gerth-Mills 1986: 177). Aron’a göre sınıf “bir cemiyet içinde her biri birbirine benzer itibar mevkiine sahip bulunan insanlardan meydana gelmiş çeşitli zümreler”dir (1973: 41). Fichter ise sınıfı, “yaşam duruşu kabaca benzer olan kişilerin kategorisi” olarak tanımlar (1990: 34). Yaşamdaki duruş, bir kişinin sosyal statülerinin bileşimidir; tüm statü ölçütleri bir kişiyi değerlendirmek için birleştirildiğinde ortaya çıkan genelleştirilmiş pozisyondur. Yaşam duruşu kişinin sadece aile, iş, siyaset, eğitim veya din gruplarındaki durumununa işaret etmez, ama bu statülerin hepsinin bir bileşimine işaret eder. Yaşam duruşu, bireyin sınıf konumunu ortaya koyar. Toplumda hemen hemen herkes üst, orta ve alt sınıf gibi kavramlar adı altında sınıflandırılırlar ve bir bireyin yaşam duruşu onun herhangibir sınıftaki konumuna işaret eder (Fichter 1990: 34).

Kessler’e göre bir sınıfı nitelendiren dört özellik vardır. Bunlar aynı gelire, aynı hayat koşulları, aynı hayat davranışına; hayat görüşüne sahip olmak olarak belirlenebilir. Aynı gelir düzeyinde olan bireyler bir sınıf çatısı altında birleşirler. Zenginler üst sınıflarda, fakirler ise daima alt sınıflarda yer alırlar. Orta sınıflar her zaman mütevazı bir refah seviyesindedirler. Üst sınıftan birisi fakirleşince alt sınıfa düşer, alt sınıftan birisi zenginleştiğindeyse üst sınıfa yükselir. Bu şekilde gelir eşitliği bir sınıf teşkil ederken, gelir farkı sınıf çatışmasına yol açar. Aynı hayat koşullarına sahip olmak da bireyleri birleştiren bir faktördür. Aynı gelir düzeyine sahip olan insanlar genellikle aynı hayat koşullarına sahiptirler ve bu şekilde bir sınıf oluştururlar. Bireyler ait oldukları sınıflara göre hayat davranışı geliştirirler. Aynı giyim tarzı, yemek âdeti, çocuk eğitimi, tatil anlayışı vs. gibi konularda hayat davranışları benzer olanlar bir sınıf meydana getirirler. Bir sınıfın üyelerinin yemek yediği, uçakta seyahat ettiği ya da tiyatroda oyun izlediği yer başkayken bir diğer sınıfın tercih ettiği yer başkadır. Sınıflar başkalaştıkça hayat davranışları ve takındıkları tutumlar da başkalaşır. Sınıfı nitelendiren bir diğer özellik, aynı hayat görüşüne sahip olmaktır. Aynı hayat görüşü insanları aynı hedefe yönlendirir. Aile ve ahlâk anlayışı, inanç, hayata verilen yön ve beklentiler gibi konularda aynı hayat görüşüne sahip olan bireyler bir sınıfta toplanırlar. Aynı hayat görüşüne sahip olmayan insanlar bir sınıf içinde bir arada bulunmaya tahammül edemezler (Kessler 1985: 131-133).

Laroque, bir sınıfın özelliklerini üç başlıkta toplamaktadır. Ona göre sınıf, her toplumda rol oynar. Sınıf, bireylerin yaşam tarzlarında belirleyicidir. Sınıf, üyeleri arasında kolektif bilinç ve psikolojik bir davranış geliştirir (Laroque 1968: 9). Sınıf toplumlarda önemli bir rol oynar, mesela feodal toplumlarda derebeyler ve soylular askerî güçleri nedeniyle köylüler üzerinde etkilidirler veya Hindular arasında Brahmanlar dinî fonksiyonları nedeniyle üst sınıfta yer alırlar. Yine bazı mesleklerin toplumda saygınlığı daha fazladır. Yaşam tarzlarının farklılığı da sınıflar için belirleyici bir özelliktir. Yaşam tarzı ise, o sınıftakilerin gelir düzeyleriyle bağlantılıdır. Bireylerin barınma, giyinme ve beslenme gibi ihtiyaçlarını karşılarken ortaya koydukları yaşam tarzları onların ait oldukları sınıfa uygunluk gösterir. Farklı yaşam tarzları doğal olarak farklı psikolojik davranışları da beraberinde getirir. Bir sınıfa üyelik belli bir tarzda düşünmeyi ve bazı problemlere belli tepkileri vermeyi gerektirir. Her sosyal sınıfın kendine özgü önyargıları, ahlakî ve sosyal tasarımları mevcuttur. Yine aynı şekilde her sosyal sınıfın kendi mitleri, gelenekleri ve kendisi için önemli olan konularda temel fikirleri vardır. Bir sosyal gruba üyelik, ortak bir yaşam tarzı, ortak psikolojik davranış bireyler arasında bir bilinç oluşturur. Sınıf bilinci, bir sınıfın dayanışmasını ifade eder. Bu dayanışma ise hem olumlu hem de olumsuz bir anlam taşır. Olumludur, çünkü sınıf içinde bir dayanışma duygusu vardır. Öte yandan olumsuzdur, çünkü bir sınıf kendini diğer sınıfa karşı konumlandırır ve kendini korumaya alır (Laroque 1968: 10-18). Sınıf bilinci, cemaat fikrinin güçlü olduğu toplumlarda zayıftır. Ortak bir soy bilinci, ortak din, güçlü ortak ülküler, güçlü devlet fikri toplumlarda sınıf bilincinin oluşmasına engel olur. Irk farklılıkları ise sınıf bilincini güçlendirir. Ayrıca, lüks bir hayata sahip olanlarla dilencilerin hayat tarzlarının çatıştığı gibi, çeşitli hayat tarzları arasındaki çatışma da sınıf bilincini tetikler. Esirlerin, köylülerin, işçilerin isyanlarında olduğu gibi, bireyler arasındaki aşırı sosyal farklar isyana neden olabilir, ihtilâl noktasına kadar gidebilir (Kessler 1985: 138-139).

Sınıf, kölelik, kast ve toplumsal konum gibi diğer tabakalaşma türlerinden belirli açılardan farklılıklar gösterir. Öteki tabaka türlerindekinin aksine, sınıflar yasal ya da dinsel emirlerle kurulmazlar. Sınıfa üyelik yasal ya da gelenekle belirlenen, kalıtsal olarak edinilen konumlara dayanmaz. Sınıflar arasındaki sınırlar geçirgen bir yapıya sahiptir. Mesela, farklı sınıflardaki kişilerin evliliğine getirilen biçimsel bir kısıtlama yoktur. Sınıfı diğer tabakalaşma türlerinden ayırt eden bir diğer özellik, doğuştan kazanılmamış oluşudur. Sınıf en azından, kısmen elde edilmiş bir niteliktedir. Sosyal hareketlilik, diğer tabakalaşma türlerinden çok daha yaygındır. Sınıflar ekonomik eşitsizliklere dayanır, oysa diğer tabakalaşma sistemlerinde ekonomik olmayan etkenler önemlidir. Diğer tabakalaşma türlerinde eşitsizlikler kişisel boyutta kendini gösterirken, sınıfta kişisel olmayan türden büyük ölçekli bağlantılar esastır. Mesela, sınıf farklılıkları için önemli bir konu olan ücret ve çalışma koşullarındaki eşitsizlik, belirli meslek gruplarındaki herkesi etkiler (Giddens 2005: 282).

Sınıfların kaynağını açıklayan çeşitli görüşler vardır. Bu görüşlerden ilki sınıfın kaynağını Tanrıya dayandıran görüştür. Bu görüşe göre sınıf, ilâhî bir sistemdir. Mesela Hindistan’da böyle bir anlayış söz konusuydu. Din adamlarının Tanrı tarafından verilmiş bir ayrıcalığı olduğuna inanılıyordu. Her sosyal tabakalaşma gibi sınıfın doğuşu da insanlar arasındaki doğal eşitsizlik fikrine dayalıdır. İnsanlar arasında her ne kadar eşitlik sağlanmaya çalışılsa da maddî, manevî ve karaktere dayalı eşitsizliklerin varlığı inkâr edilemez. Öyle ki savaş şartlarında itibar gören ve ayrıcalıklı kabul edilen kişiler ile barış zamanlarındakiler arasında bile büyük farklar mevcuttur. Sınıflar da bu bakımdan doğal eşitsizlikler fikrini baştan kabul eder ve bu eşitsizlikler üzerinden inşa edilir. Her sosyal sınıf, kendiliğinden var olan bir gerçeklik değildir, o insanların zihinlerinde oluşturulan bir yapıdır. Sınıf olgusu, insanların doğal eşitsizliğine dayanır ve en azından bu bakımdan eski “ilâhî kaynak” görüşü doğruluk payı taşımaktadır. Bir diğer görüş, sınıfın kaynağının ırk kökenli oluşudur. Bu anlayışa göre üst sınıf ve alt sınıf ırk olarak birbirinden ayrılır. Buna göre “efendi ırk” efendi, “uşak ırk” ise uşak olarak doğmuştur. Ancak bu görüşe yapılan haklı eleştiriler olmuştur. Orta Çağ’ın derebeyleri ve asilzadeleri köylü kökenden gelmedir. Din adamları da asilzadeler sınıfından olabileceği gibi alt sınıflardan olabilmektedirler. Doğu toplumlarında da kölelikten azat edilip devlet işlerinde önemli görevler üstlenip, prenseslerle evlenen kişilere rastlamak mümkündür. Yine prenslerin genellikle köle kızlardan doğduğuna şahit olunur. Dolayısıyla sınıfın ırkî kaynaklı oluşu da bu şekilde reddedilmiştir. Son görüş ise, sınıfın atalardan devralınan meslekler sonucunda oluştuğudur. Bu görüşe göre meslek, bir toplumda ırsî hünerler doğurur ve sınıflar da bu sürecin sonucudur. Ancak meslekî becerilerin kalıtımla geçmediği bir gerçektir. Zeki bir hukukçunun çocuğu da zeki olabilir, ama bu onun da mutlaka zeki bir hukukçu olacağı anlamına gelmez, ya da zeki bir köylü çocuğu kendisine imkânlar sunulduğu takdirde birçok meslekte başarılı olabilir. Dolayısıyla mesleklerin babadan oğula geçmesi doğal bir olgu olmakla birlikte, bunun sonucunda sınıfların oluştuğu sonucuna varmak mümkün görülmemektedir. Bütün bu sebeplerle ilâhî, ırkî ya da meslek görüşleriyle sınıfın kaynağını açıklamak imkânsızdır. Günümüzde sınıfların daha çok gelir ilişkileri üzerinde inşa edildiği görülmektedir. Derebeylik döneminde ana-babanın yaşam düzeyi çocuğun da sınıfını belirleyici bir faktördü. Ancak sınıfın diğer iki niteliği olan hayat davranışı ve hayat görüşü de birlikte etkili olurdu. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya çıkanlar gelir olarak artık yukarı tabakadakilerin gelir düzeyindedirler ancak bu kişilerin hayat davranışları, hareket tarzları ve eğilimleri aşağı tabakanınkine aittir, yukarı tabakaya kolayca giremezler ve tamamen kabullenilmezler. Çoğunlukla kendileri değil, ileride çocukları yukarı sınıfa dâhil olur. Öte yandan fakirleşen bir asil, gelir ve hayat durumu bakımından aşağı tabakada olsa da, kendi hayat davranışı ve hayat görüşünü, mesela yukarı sınıfta beslediği asaleti ve şerefi korur ve herhangi bir alt sınıfa kolayca giremez. Ancak onun da çocukları alt sınıfla kaynaşır ve onda erir (Kessler 1985: 134-137).

Sınıf ile ilgili klasik iki teori, Marx ve Weber’in teorileridir. Marx’ın teorisi, ilkel komünal toplum çağından sonra, evrensel olarak toplumun “üretim sisteminin efendileri” ve “doğrudan doğruya üreticiler” olmak üzere sınıflara bölündüğünü kabul eder (Bottomore 2010: 150). “Marx için sınıf, üretim araçları- insanların yaşamlarını kazanmak için kullandıkları araçlar- ile ortak bir ilişki içerisinde bulunanların oluşturduğu bir gruptur” (Giddens 2005: 283). Modern sanayinin gelişmesinden önce, üretim araçları toprağı işlemek, tahıl yetiştirmek ya da hayvan beslemek için kullanılan araçlardır. Bu sebeple sanayi öncesi toplumlarda iki ana sınıf, toprağa sahip olanlar ile toprak üzerinde üretimi gerçekleştirenlerdir. Çağdaş sanayi toplumlarında, fabrikalar, bürolar, makinalar ve bunları satın almak için gereken servet ya da sermaye önemli hâle gelir. Dolayısıyla iki ana sınıf, yeni üretim araçlarına sahip olanlar, yani sanayiciler ya da kapitalistler ile yaşamlarını onlara emek güçlerini satarak kazananlar, yani işçi sınıfı ya da Marx’ın deyimiyle “proleterya” olarak belirlenir (Giddens 2005: 283-284).

Marx, sınıflar arasındaki ilişkiyi sömürüye dayanan bir ilişki olarak görür. Ona göre, çalışanlar ile işveren arasındaki ilişkiler baştan beri “düşmanca”dır. Bu düşmanca ilişkinin nedeni, işverenin, rekabetçi ekonomik koşullarda kâr edebilmek ve ayakta kalabilmek için çalışanı sömürmek mecburiyetinde oluşudur (Edgell 1998: 13). Feodal olarak tanımlanan toplumlarda sömürü, üretimin köylülerden aristokrasiye aktarılması şeklinde olur. Modern sanayinin gelişmesiyle büyük bir servet yaratılmaya başlamasına rağmen işçiler kendi ürettikleri bu servete pek az erişebilmektedirler. Mülkiyet sahibi sınıflar gün geçtikçe zenginleşirken, işçiler de giderek fakirleşirler (Giddens 2005: 285). Marx’a göre, sanayi işçisi gittikçe fakirleşirken bununla paralel olarak isyankârlaşacaktır da. İşçi sınıfı isyan etmedikçe, kendi şuurunu kazanamayacak ve işçinin hayat şartlarındaki düşüş devam edecektir. İşçi sınıfının sınıf şuuruna varması bir savaş eylemidir, proleterya kendi düşmanlarını tanıyınca kendini de tanımış olacaktır (Aron 1973: 26). Marx’a göre işçi sınıfı, şuuruna varmış bir sınıf olarak ihtilâlci bir eğilim gösterecektir. İhtilâlci olmayan bir işçi sınıfı proleterya adını almayı hak etmeyecektir, çünkü o zaman kendi sınıf şuurunu kazanmış sayılmaz. İşçileri ihtilâle çağırmak gereklidir, çünkü tarihin akışına göre işçi sınıfı toplumdaki organizasyonu kökünden değiştirecektir (Aron 1973: 30).

Marksizm, sınıfı siyasal bir işlevle donatır. Marksizm devrimci bir teori olduğu için aynı zamanda bir siyaset yöntemidir. Marksizmdeki devrim, sınıf devrimidir. Devrimi gerçekleştirecek olan sınıf ise, işçi sınıfıdır. Sınıf ile devrim arasında, sınıf bilinci bir köprü görevi yapar (Belek 2007: 13). Marksizme göre, sınıf mücadelesi kapitalizmin nesnel sınıfsal yapısı üzerinde gelişir. Kapitalizmin başlangıç evresinde işçiler dağınıktır. Bu evrede makinalara karşı savaş söz konusudur. İşçiler makinalara karşı el emeğini savunurlar. İşçilerin kendi içindeki organizasyonları da zayıftır, işçiler ancak burjuvaziye karşı kendiliğinden ve tepkisel bir mücadele oluştururlar. Ancak zamanla makineleşmenin gelişmesiyle birlikte emek gücünün değerinin azalması ve krizler, sınıflar arasında çatışma yaratır. Çatışma bireysel olmaktan çıkar ve sınıflar kendini gösterir. Sendikalar da bu zeminde gelişir. İşçilerin örgütlenmesi güçlenir. Sanayinin ilerlemesiyle birlikte burjuvazinin bazı kesimleri proleterya tarafına geçer. Sonuç olarak, kapitalist üretim ilişkileri sınıflar arasındaki çelişkileri artırır, bu ise işçi sınıfının tepkisine ve dayanışmasına, sınıfsal örgütlenmesine yol açar. Buradan da devrimin stratejisi ortaya koyulmuş olur. Devrimci misyon ise, işçi sınıfına verilir (Belek 2007: 14-15). Marksist teoride, proleterya ve burjuvazi temel sınıflar olarak çok net bir şekilde ortaya koyulurken, ara sınıflar konusu yeterince açık değildir. Bunun sebebiyse, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucunda sınıf yapısı da farklı karakterler kazanmaktadır ve yeni ara sınıflar ortaya çıkabilmekte hatta temel sınıfsal yapıların içeriğinde de değişiklikler olabilmektedir. Marx’ın eserlerine konu olan 19. yüzyıl kapitalizminde sınıfsal ayrışma henüz çok çetrefilli bir yapı arzetmez. Çünkü ara sınıflar kapitalist üretim ilişkilerinin teknik zenginleşmesine ve ara sınıfları besleyen sermaye birikim düzeyine bağlıdır (Belek 2007: 17-18).

Marx’a göre, eski çağlardaki toplumsal üretim organizasyonları, burjuva dönemi organizasyonlarına göre daha basit ve anlaşılır bir yapı arzeder. Bunun sebebi ise, insanların henüz birey olarak tam olgunlaşmamış ve doğa ile olan bağlarını da koparamamış olmalarıdır. Bununla birlikte, o dönemlerde toplumda güçlü bir hegemonya ya da kölelik düzeninin varlığı devam etmektedir. Bu sebeplerle emeğin üretken güçleri kendilerini tam olarak geliştirememişlerdir. Maddî üretim sürecinin değişebilmesi, ancak özgür bir biçimde toplumsallaşmış insanların, bu süreci bilinçli ve planlı bir biçimde kontrol etmelerine bağlıdır. Ancak böyle bir bilince ulaşmak için de toplumun belli bir maddî düzeye erişmiş olması gerekir (Fromm 1992: 65-66). Marx’a göre emekçiler, yani işçi sınıfı bu maddî üretim sürecini bilinçlenerek değiştirecek olan kitledir.

Marksist görüşe eleştiriler iki açıdan olmuştur. Bunlardan birincisine göre, modern korporasyonların kurulmasıyla birlikte Marksist teoridekine benzer bir kapitalist girişimciler sınıfının varolmayışıdır. İkinci eleştiriye göre ise, emek genel kategorisinin, emek hizmetlerini satanların piyasa durumlarındaki değişmeleri ve sahip oldukları yaşam fırsatlarını yansıtamayacak kadar geniş kapsamlı olduğudur. Bir diğer ifadeyle günümüzde sınıflar arasındaki farklar oldukça küçülmüştür ve “herkesin işçi sınıfı olduğu” iddiası söz konusudur (Parkin 2002: 601).

Sınıfla ilgili diğer teori Max Weber’in teorisidir. Weber de toplumu, Marx gibi kaynaklar üzerine yapılan çatışmalarla ele almıştır. Weber’in toplum analizi Marx’ınkinden biraz daha karmaşık ve çok boyutludur. Weber, toplumsal tabakalaşmayı sadece bir sınıf konusu olarak ele almaz, daha çok statü ve parti ile şekillenen bir olgu olarak değerlendirir. Weber, Marx gibi sınıfın ekonomik koşullara dayandığını kabul etmekle birlikte, Marx’ın düşündüğünden daha çok çeşitteki ekonomik faktörün önemli olduğunu dikkate almaktadır (Giddens 2005: 285).

Weber’e göre statü, başkaları tarafından yüklenen sosyal onur ya da saygınlık bakımından sosyal gruplar arasındaki farklılıklara gönderme yapar. Weber için statü, insanların yaşam biçimleri anlamına gelir. Barınma, giyinme, konuşma tarzı ve meslek gibi statü sembolleri ve işaretleri bireylerin diğer insanlar gözünde sosyal konumunu belirlemeye yardımcı olur. Marx için statü farklılıkları sınıf bölünmelerinin bir sonucu iken, Weber, statüyü sınıftan bağımsız olarak ele alır. Zenginlik genellikle yüksek statüyü beraberinde getirmesine rağmen, pek çok istisnai durum da vardır. Bir aristokratın bütün mal varlığını kaybetmesine rağmen toplumdaki saygınlığını yitirmediği ya da “sonradan görme” birisinin her ne kadar mal varlığına sahip olsa da, toplum tarafından saygı görmediği durumlarla karşılaşmak mümkündür. Weber, partiyi gücün önemli bir yönü olarak görür ve partinin tabakalaşma üzerindeki etkisine dikkati çeker. Parti, ortak kökenleri, çıkarları ve amaçları olduğu için bir arada çalışan bir grup birey anlamına gelmektedir. Parti, genellikle üyelerinin çıkarına ve belirli bir amaca uygun hareket eden bir yapıdır. Marx, statü farklılıklarını ve parti örgütlenmesini sınıflara dayanarak açıklamıştır, ancak Weber için statü ve parti sınıflardan etkilenmelerine rağmen, sınıf bölünmelerine indirgenemezler. Partilerin, sınıf farklılıklarını aşan çıkarlara seslendiği durumlar olabilir. Bir parti, dinî temellere ya da millî ideallere dayanabilir. Marx, toplumdaki tabakalaşmayı sınıf bölünmelerine indirgemeye çalışırken, Weber’in sınıfı, sosyal tabakalaşmanın etkileşim hâlindeki iki ayrı kolu olan statü ve partiye dikkati çekerek ele aldığı görülür (Giddens 2005: 285-286).

Weber’in teorisi sosyal tabakalaşma teorisi olarak bilinmektedir, çünkü Weber statü ve etnik tabakalaşma başta olmak üzere, sınıf dışındaki farklı tabakalaşma şekillerine dikkat çekmiştir. Sınıf kavramını Marx’tan daha sistemli bir şekilde ele almıştır. Weber sınıfı, olumlu ve olumsuz ayrıcalıklı sınıflar olmak üzere ikiye ayırır; bu iki grup da kendi içinde alt bölümlerden oluşmaktadır. Ayrıca bu iki sınıf arasında, orta sınıflar yer almaktadır. Weber’in sınıf analizinin Marx’ınkine göre daha karmaşık ve çoğulcu olduğu kabul edilmektedir (Edgell 1998: 20-23).

Sınıf ile meslek arasında sıkı bir bağlantı vardır. Meslek, bireylerin toplum içindeki konumlarını ve yaşam biçimlerini yansıtır. Sosyologlar, mesleği sosyal sınıfın bir yansıması olarak değerlendirir. Onlar, aynı meslekteki kişilerin aynı sosyal imkân ve imkânsızlıklara, benzer hayat şartlarına sahip oldukları ve benzer fırsatları paylaştıkları inancındadırlar (Giddens 2005: 287).

Sınıf eşitsizliklerinde önemli rol oynadığı düşünülen bir diğer faktör, toplumsal cinsiyettir. Bütün toplumlarda erkekler, ücret ve statü gibi konularda kadınlardan daha avantajlıdırlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin tarihi, sınıf sistemlerinden çok daha eskidir. Hiçbir sınıfın olmadığı avcı ve toplayıcı toplumlarda bile erkeklerin üstünlüğü söz konusudur. Bu sebeple, kadınların toplum içindeki konumları babalarının ve kocalarının durumlarıyla bağlantılıdır. Bazen sınıf analizlerinde, çalışan kadınların çalışan erkeklere göre daha az emek harcadığı varsayılarak kadınların eşleriyle birlikte aynı sınıf içinde değerlendirilmeleri gerektiği düşünülür. Yine, kadınlar daha çok yarım zamanlı işlerde çalışmaya eğilimlidirler ve kadınların büyük bir kısmı ekonomik olarak eşlerine bağımlıdırlar, bu sebeple onların sınıf konumları eşlerinin konumuyla belirlenir. Ancak modern zamanda kadınların toplum içindeki konumları değişmiş, kadının çalışması sınıf farklılıklarına tesir etmiştir. Günümüzde pek çok kadın çalışma hayatı içerisinde ve hatta getirisi yüksek meslek gruplarında çalışmaktadır. Bazı ailelerde eşlerin ikisinin de çalışması zengin ailelerin oluşmasını sağlarken, diğer tarafta sadece ailede erkeğin çalıştığı ailelerin gelirleri yetersiz gelmekte ve bu, toplumda aileler arasında gelir eşitsizliğine neden olmaktadır. Ailede eşlerin ikisinin de çalışıyor olması ailelerin çocuk sayısının azalmasına yol açmıştır. Her iki bireyi de çalışan ve çocuksuz ailelerin gelirlerinin yüksekliği toplumda gelir eşitsizliklerini tetiklemektedir (Giddens 2005: 297-298).

Sınıf ile ilgili önemli kavramlardan biri “sosyal hareketlilik”tir. Sorokin’e göre sosyal hareketlilikten anlaşılan bireyin ya da sosyal nesne veya değerin insan aktivitesi tarafından düzenlenmiş ya da modifiye edilmiş olan bir sosyal konumdan başka bir sosyal konuma herhangi bir geçişidir. Sosyal hareketliliğin yatay ve dikey olmak üzere iki ana şekli vardır. Yatay hareketlilik ya da değişiklik ile aynı seviyede bulunan bir sosyal gruptan diğerine bireyin ya da sosyal nesnenin geçişi kasdedilmektedir. Bir vatandaşlıktan diğerine, boşanma ya da yeniden evlenme ile bir aileden başka bir aileye, aynı meslekî konumda bir fabrikadan diğerine geçişler yatay sosyal hareketliliğin örneklerindendir. Dikey sosyal hareketlilik ise, bir sosyal tabakadan başka bir sosyal tabakaya bir bireyin ya da bir sosyal nesnenin geçişini tanımlar (Sorokin 1959: 133).

Giddens’e göre sosyal hareketlilik, farklı sosyoekonomik konumlar arasındaki gruplar ve bireylerin hareketlerine karşılık gelir. Dikey hareketlilik, sosyoekonomik ölçekte bireylerin aşağı ve yukarı yönlerdeki hareketleri olarak tanımlanır. Mal varlığı, statü kazanma yukarı doğru hareketlilik iken, bunun tersi yöndeki hareket de aşağı doğru hareket olarak adlandırılır. Dikey hareketlilik açık bir toplumun simgesidir, çünkü bir toplumda düşük bir tabakada dünyaya gelen bireyin sosyo-ekonomik merdivenin yukarısına tırmanabildiğini gösterir (Giddens 2005: 299).

Sonuç olarak, sınıf teorisyeni Marx’a göre, işçi sınıfının yaptığı devrimle kapitalist sınıf alt edilecek, özel mülkiyet kaldırılacak ve böylece eşitliğe dayanan, sınıfsız bir toplum kurulabilecektir. Weber’e göre ise, kapitalizm modern toplumda kaçınılmazdır. Bu sebeple Weber, fırsat eşitliğiyle birlikte bürokratik örgütlenmeye sahip kapitalist bir sistemi destekler. Günümüz toplumlarında somut olarak sınıfsal eşitsizliklerin varolmadığı ve sınıfa dair eşitsizliklerin daha çok insanların zihinlerinde tasarlandığı düşünülse bile, geçmişte ve günümüzde gerçek ve değişmez bir olgu vardır ki, o da toplumlarda mutlak surette tabakalı bir yapının mevcut oluşudur ve bu tabakalar arasında da eşitsizlikler söz konusudur.

Sosyal Kimlik ve Sosyal Kimlik Kuramı

Sosyal kimlik kuramı, 1970’lerin başında Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirilmiş bir kimlik kuramıdır. Kuram, grup üyeliğini, grup süreçlerini ve gruplararası ilişkileri ele alan bir sosyal psikoloji kuramıdır (Tajfel 1982b; Tajfel ve Turner 1986). Sosyal kimlik kuramı, bireyin ait olduğu sosyal kategorilerin (milliyet, din, siyasî düşünce, spor takımı veya çalışma grupları gibi) birey için referans çerçevesi olduğunu, sosyal kimliğin önemli bir unsurunu oluşturduğunu vurgulamaktadır. Bireyin içinde bulunduğu bütün bu sosyal kategoriler bireye diğerlerinden farklı bir kimlik kazandırır (Hogg 1997: 94).

Kuram, birbiriyle ilişkili olan bazı temel kavramlar üzerine kuruludur. Bu kavramlar, sosyal kimlik, sosyal sınıflandırma, sosyal karşılaştırma, minimal grup paradigması ve iç grup kayırmacılığıdır (Demirtaş 2003: 127). Kurama göre, kişiler belli bir grubun üyesi olduklarında kişisel kimliklerinde değişiklikler olur. Birey için anlamlı bir grup üyeliği, bireyin kişisel kimliğinin yerini sosyal kimliğin almasına yol açar (Meşe 1999: 19).