Книга Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik - читать онлайн бесплатно, автор Cemile Kınacı. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik
Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik

Bireyler üyesi oldukları sosyal gruba göre kendilerini konumlandırırlar. Burada sözü edilen sosyal grup, “yüz yüze etkileşim içinde bulunan, grup içindeki üyelerin varlığından haberdar olan kendisini ve diğerlerini bu grubun üyesi olarak hisseden belli ortak amaçların gerçekleştirilmesi için birbirini destekleyici yönde hareket eden, karşılıklı olarak birbirine bağımlı iki ve ikiden fazla bireyden oluşan birlikteliktir.” (Hogg 1997: 7) şeklinde tanımlanabilir. Bireyler kendilerini konumlandırırken bu grupla özdeşleşirler. Bir kişinin ya da grubun özdeşliği, büyük bir ölçüde, sayelerinde kişinin ya da grubun kendisini tanıdığı değerlerle, ideallerle, modellerle ve kahramanlarla bu özdeşleşmelerden kurulur. Kendini “… sayesinde” tanıma, kendini “… olarak” tanımaya katkıda bulunur (Ricoeur 2010: 163). Bu özdeşleşme sonunda bireylerin sosyal kimlikleri oluşur. Birey üyesi olduğu grubun konumunu benzeri diğer gruplarla yaptığı sosyal karşılaştırma ile belirler. Yani birey üyesi olduğu içgrubu dışgrup ile karşılaştırır. Minimal grup paradigması olarak adlandırılan klasik paradigmada ise katılımcılar, birey olarak tanılanır ya da rastgele veya önemsiz bir ölçüt kullanılarak, grup üyeleri diye açıkça kategorize edilir. İnsanlar kategorize edildiğinde ayırt edici özellikleri önemli ölçüde artar ve bir gruba ait olma duygusunun ve grup değerlerine uymanın göstergesi olan bir dizi davranış, tutum ve duygu sergiler. Bu oldukça sağlam bir bulgudur (Hogg ve Vaughan 2007: 151). Birey üyesi olduğu içgrup ile dışgrup arasında sosyal karşılaştırma yaparken kendi üyesi olduğu gruba karşı yanlı davranır. Üyesi olduğu içgruba karşı kayırmacı bir tutum sergiler ve dış grubu küçümseyerek daima kendinden aşağı görme eğilimi gösterir. Bireyin içgruba karşı sergilediği bu yanlılık iç grup kayırmacılığı adını alır. Birey içgrup kayırmacılığı ile “öteki”nin değerini düşürerek kendi kimliğini korumayı amaçlar (Connolly 1995: 67).

İnsanlar birey olarak değil de toplumsal bir grubun üyesi olarak algılandıkları zaman sosyal sınıflandırma devreye girer. Sosyal sınıflandırmada cinsiyet, yaş, etnik özellikler, din, temel paradigmalardır. İki ve daha çok kişi bir grup olarak değerlendirildiğinde artık diğer gruplardan farklı kabul edilir (Bilgin 1995: 21; Tajfel ve Forgas 1981; Demirtaş 2004: 33-53). İnsanlar sosyal sınıflandırma süreciyle içinde yaşadıkları dünyayı birçok farklı sosyal gruba bölerler. Bu sosyal gruplara ilişkin bilgilerini, inançlarını ve beklentilerini içeren bilişsel bir yapı geliştirirler. Bu bilişsel yapı da kalıpyargı (stereotip) adını alır (Demirtaş 2003: 133).

İnsanlar sosyal sınıflandırma sonucunda kendi gruplarını diğer gruplarla karşılaştırırlar ve bu sosyal karşılaştırma sonucunda kendi gruplarının lehine bir tutum, yani içgrup kayırmacılığı gösterirler. İçgrup kayırmacılığı ise etnosantrizme yol açabilir. Etnosantrizm, bireyin kendi grubunu merkeze koyarak, diğer tüm grupları bu içgrubu temel alarak değerlendirmesidir. Lévi-Strauss da herkesin kendini, diğerlerinden farklı özgül bir bireysellik olarak sunduğuna işaret eder. Ona göre, her kültürün özgün bir yapısı vardır ve bu kültüre bağlı bireyler kendilerini tek hakiki ve yaşanmaya değer kültür olarak görürler; diğer kültürleri görmezden gelir, hatta onların kültürlerini inkâr bile ederler (Lévi-Strauss 1997: 70). Etnosantrizm her çağda ve her toplumda varolan bir olgudur. Sağlam psikolojik temelleri vardır. Her yerde ve her çağda, her kültür insanlığın özünü kendisinin canlandırdığını iddia etmiş ve diğer halkları aşağılamıştır (Bilgin 1999: 62). Sosyal kimlik kuramı bu bağlamda “biz” ve “onlar” arasındaki karşılaştırmayı ele alır ve gruplar arası bir yaklaşımı benimser. Ancak içgrup ve dışgrup arasında yapılan ayrım, içgrup kayırmacılığını ortaya çıkarır ve “öteki”ne karşı katı ve kalıcı kalıpyargıların oluşmasına neden olabilir. Bu durumda dışgruba karşı olumsuz algıların oluşmasının yanı sıra, dış gruba düşmanlık beslenmesi ve daha da ileri boyutta gruplar arası çatışmaların ortaya çıkması söz konusu olabilir. Bireylerin gruplarıyla bağları ne kadar güçlüyse sosyal kimliğe olan bağları da o kadar güçlüdür (Bilgin 1999: 86). Bireyin grubuyla güçlü bir özdeşleşme kurması “ötekine” karşı katı kalıpyargıların oluşmasına neden olurken, özdeşleşmenin yoğun olmadığı durumlarda bireylerin daha nesnel bir tutum sergiledikleri görülür.

Tajfel ve Turner insanların olumlu bir sosyal kimlik elde etmeye çalıştıklarını varsayar. Sosyal kimliğin değeri ait oldukları grubun değerlendirmelerine bağlıdır. Bir grubun sosyal prestijini belirlemek için o grubun sosyal çevre içerisindeki başka bir grupla karşılaştırılması gerekir. Gruplar arasında yapılan bu karşılaştırma kendi grubunun lehine olduğunda grubun prestiji yükselir ve grup üyeliği olumlu bir sosyal kimliğin kazanılmasına araç olur. Aksi hâlde, gruplar arası karşılaştırma kendi grubunun aleyhinde olduğunda bu durum grubun prestijini düşürür ve grup üyelerinin benlik imajlarını tehlikeye sokar. Bu nedenlerle grup üyeleri her zaman kendi gruplarını diğer gruplara göre olumlu bir şekilde ayırt etme eğilimi gösterirler (Meşe 1999: 23). Ancak bazı durumlarda olumsuz sosyal kimlik oluşumuna neden olan karşılaştırmalar da yapılabilir. Bu durumda birey olumlu sosyal kimlik gereksinimini karşılayacak bir grup arayışına girer ve üyesi olduğu olumsuz sosyal kimliği terk etme yolunu seçer. Ancak bazen birey grubundan hoşnut olmadığı hâlde grubunu terk edemeyebilir, bu durumda ya grubuna dair yorumunu değiştirir ya da grubunu olduğu gibi kabullenme yolunu seçer (Demirtaş 2003: 140-141).

Sosyal kimlik kuramı bireysel kimlik ve sosyal kimlik arasında ayrım yaptığı için eleştiriler almıştır. Çünkü sosyal kimlik ve bireysel kimliğin bütünüyle birbirinden ayrılması mümkün görülmemektedir. Bireysel kimliğin sosyal kimliğe tesir edeceği ve sosyal kimliğin de bireysel kimliği geliştireceği görüşünden hareketle, kuram gerçek hayatta uygulanma konusunda eleştiriler almıştır (Hogg ve Vaughan 2007: 140). Ancak kuram eleştiriler almasına rağmen, kimlik çalışmalarında ilgi görmekte ve yeni çalışmalarda da esas alınmaktadır. Kuram özellikle, gruplar arası ilişkiler bağlamında değerlendirilen kalıpyargılar (stereotipler) ve önyargılar konusunda yapılan pek çok çalışmada da tercih edilmektedir.

Kalıpyargılar (Stereotipler)

Stereotip terimini ilk kullanan Walter Lippman (1922) stereotipleri “kafamızdaki küçük resimler” olarak değerlendirmiştir. Stereotip, Aronson ve arkadaşları tarafından “aralarındaki farkları göz önüne almaksızın bir grubun hemen hemen bütün üyelerine aynı karakteristik özellikleri atfederek bir grup insan hakkında genelleştirme yapmaktır.” şeklinde tanımlanmıştır (Aronson-Wilson-Akert 2012: 752). Myers’e göre stereotip, “belirli bir gruptaki insanları diğer insanlardan ayıran genellemelerdir” (1987: 483) Taylor ve arkadaşlarına göre ise stereotip “belirli bir grup ya da toplumsal kategorideki insanlar tarafından paylaşılan özelliklere ilişkin inançlardır.” (Taylor, Peplau, Sears 2007: 179) Hortaçsu da stereotiplerin bir inanç olduğuna vurgu yaparak stereotipleri “bir toplumsal gruba (cinsiyet grubu, azınlık grubu, etnik grup, yaşlı, çocuk, Mülkiyeli, Bilkentli) ilişkin inançlardır.” şeklinde tanımlamıştır (1998: 229).

Stereotipler bilişseldir. Bunlar grup üyelerinin en yaygın özelliklerine ilişkin inançlardır. Stereotiplerin doğruluk payı olmakla birlikte bunlar tümüyle gerçeği yansıtmayabilir (Taylor, Peplau, Sears 2007: 179; Hortaçsu 1998: 229). İçinde bulunduğumuz kültür, çevremizde gördüğümüz şeyleri bizim için önceden anlamlandırır. Bu bağlamda, yarısı sosyal çevreden diğer yarısı ise kişinin kendisi tarafından oluşturulan stereotipler aslî gerçeklikleri değil, olmasını istediğimiz veya olduğuna inandığımız şekilde yapılanırlar (Yapıcı 2004: 10) Bu bakımdan stereotipler yanlı bilgiler içerdiği için nesnel olmak yerine, “öteki” hakkında yapılacak objektif değerlendirmeleri engelleyen kör noktalar olarak kabul edilir (Yapıcı 2004: 12).

Stereotipler doğrudan edinilmiş deneyimlerden çok, kulaktan dolma olarak öğrenilirler. Toplumdan, gelenek ve göreneklerden, kişisel eğilimlerimizden oluşurlar ve kalıplaşmış inanışlar yaratırlar. Stereotipler olumlu veya olumsuz, övücü veya yerici özellikte olabilirler. Sosyal psikolog Secord ve Backman stereotiplerin temel üç özelliği olduğunu belirtir. Bunlardan ilki kişilerin kategorileştirilmesidir. Buna göre kişiler belirli, ayırt edici özelliklerine göre (yaş, cinsiyet, ırk, etnisite, fiziksel özellikler, meslek, davranış modelleri vb.) kategorileştirilir. Kategorileştirme ile bir kimsenin bir kategoriye atfedilen bütün özelliklere sahip olduğunu kabul etmiş oluruz. Bir kişinin sadece o kategoriye üye olduğunu bilmek bunun için yeterlidir. Bir diğer özellik, atfedilen özelliklerde bir anlaşmanın olduğudur. İnsanlar, o kategoriye mensup bir kişide atfedilen özelliklerin bulunduğu konusunda hemfikirdirler. Üçüncü özellik ise, atfedilen özellikler ile gerçek özellikler arasında bir uyuşmazlığın olduğudur. Neredeyse her zaman, herkes tarafından stereotiplerin hiç değilse bir kısmının doğru olmadığı düşünülür (Tezcan 1974: 9-13). Yapıcı ise, stereotip denildiğinde birbirini tamamlayan iki temel noktanın bulunduğunu belirtir. Bunlardan ilkine göre, stereotip bir grup hakkında, genellikle üzerinde uzlaşılmış inançlardır, diğeri ise herhangi bir grubun zihinlerde çağrıştırdığı niteliklerdir (Yapıcı 2004: 13).

Stereotipler bilişsel yapılar olmasına rağmen, çoğu zaman insanların kafasında kalmayıp davranışa dönüşebilir, farklı toplumsal grup üyelerine karşı ayrımcılığa neden olabilirler (Hortaçsu 1998: 229). Ayrımcılık “bir gruba ve bu grubun üyelerine karşı yersiz olumsuz davranışlardır” (Myers 1987: 484) Ancak, ayrımcılık genellikle olumsuz bir anlam ifade etmekle birlikte pozitif bir şekilde de tezahür edebilir. Tajfel ile Turner’ın sosyal sınıflandırma kuramı stereotipler konusuna yeni bir yaklaşım getirmiştir. Bu yaklaşım, stereotiplerin karşıt grupların varlığı ve kişilerin kendi gruplarının kimliğini ve dolayısıyla kendi toplumsal kimliklerini belirleme ve olumlu değerlendirme istekleri sonucu ortaya çıktıkları tezi üzerine kurulmuştur (Hortaçsu 1998: 230-231). Grup yanlılığı sonucunda ayrımcı davranışların geliştirildiği yapılan pek çok çalışmada teyit edilmiştir. Sosyal kimlik kuramcıları keyfî bir kategorilendirme sonucunda bile, içgrup yanlılığı ile birlikte, ayrımcı davranışların ortaya çıktığını tespit etmişlerdir. Bu bağlamda, ayrımcılığın oluşması için iki farklı grubun “biz” ve “onlar” şeklinde kategorize edilmesi yeterlidir. Bu durum göstermektedir ki stereotipler davranışa dönüşmese bile hem bilişsel olarak ayrımcılığı desteklemekte hem de ondan beslenmektedir (Yapıcı 2004: 20). Günümüzde, stereotip çalışmalarından karşıt grup ilişkileri söz konusu olduğunda, özellikle de etnik çatışmalar konusunda faydalanılmaktadır.

Stereotipler ile önyargılar birbiriyle ilişkili kavramlardır ve çoğu zaman iki kavram birbirine karıştırılır. Bu iki kavramın da bir gruba karşı kötü duygular besleyen ya da davranan insanları içermesi, kavramlar arasında karışıklık yaratmaktadır.

Önyargılar

Önyargı her şeyden önce bir tutumdur. Tutum, hislerin, hareket etme eğilimlerinin ve inanışların farklı bir birleşimidir. Bu birleşimin içerisinde etki, davranışların yönelimi ve bilişsel bir boyut bulunmaktadır (Myers 1987: 483). Myers önyargıyı “bir gruba ve bu grubun üyelerine karşı yersiz olumsuz tutumlar” olarak tanımlar ve önyargıların bir kişinin belirli bir gruba üye olduğundan dolayı onunla ilgili peşin hükümler vermemize neden olduğunu belirtir (1987: 483). Aronson ve arkadaşları da benzer bir şekilde önyargıyı “ayırt edilebilir bir gruptaki insanlara karşı, yalnızca bu gruba üye olmalarına dayanarak, düşmanca ya da olumsuz bir tavır beslemektir” şeklinde tanımlamışlardır (Aronson, Wilson, Akert 2012: 750). Yapıcı da önyargıyı “bireysel farklılıklara dikkat etmeden bir grubun bütün üyelerine aynı olumsuz tutumu genelleme hadisesine ön yargı adı verilmektedir” (2004: 15) şeklinde tanımlamıştır. Bütün bu tanımlarda görülmektedir ki önyargı bir gruba ve bu grubun üyelerine karşı oluşmuş peşin hükümlerdir. Bir grubun üyelerine sadece bu gruba üye oldukları için yapılan olumsuz genellemelerdir.

Önyargılar çocuk yaşta ortaya çıkmaya başlar ve içinde bulunulan kültürden beslenir. Önyargının ilk işaretleri genellikle fiziksel işaretlerdir. Çocuk zamanla gruplarla ilgili küçümseyici, kötü ve olumsuz sıfatların kullanımlarının farkına varır. Çocuklar büyüyüp genç olduklarında önyargıları da gelişir ve erişkin topluluğun önyargılarının düzeyine ulaşır. Daha sonraki süreçte önyargılar bireyin bir parçası hâline gelir, dışgruplara ve bu grupların üyelerine ilişkin davranışları düzenleyen bir faktör olarak rol oynar (Şerif, Şerif 1996: 662). Tajfel de önyargıların erken yaşlarda, çocuk henüz grup hakkında hiçbir şey bilmezken öğrenildiğini ve bunun sonradan söz konusu grup hakkında edinilen bilgilere ve onlarla olan yaşantılara rengini veren bir çerçeve sağladığını belirtir. Ayrıca anne babanın önyargılarını çocuğa aktarması, çocuğun anne babasını örnek alması da önyargıların oluşumunda önemlidir (Hogg ve Vaughan 2007: 412). Önyargıların ortaya çıkışıyla ilgili bir diğer görüş ise, sınırlı kaynakların gruplar arasında çatışmaya neden olduğudur. Gerçekçi çatışma kuramına göre, karşıt grupların iş, yiyecek, sosyal konum gibi kısıtlı kaynaklar için mücadelesi grupların birbirleriyle ilgili stereotip ve önyargı oluşumuna neden olabilir. Şerif’in “Hırsızlar Mağarası” adıyla bilinen ünlü araştırması bir yaz kampında iki grup erkek çocuğun birbirlerine nasıl düşman olduklarını ve karşıt gruba ilişkin stereotipler ve önyargılar geliştirdiklerini ortaya koymuştur (Şerif, Şerif 1996: c.1, 302). Ancak sosyal kimlik kuramcıları, gruplar arasında kısıtlı kaynaklar için rekabet olmasa dahi çatışmaların doğabileceğini, önyargı ve stereotiplerin oluşabileceğini öne sürmektedirler. Çünkü insanların kendilerine saygıları sosyal kimliklerini ve kendi gruplarını dışgruptan daha üstün olarak algılamalarıyla yakından ilişkilidir. Bir gruba ait olma hissinin gücüne bağlı olarak çatışma, içgrup yanlılığı, stereotip ve önyargı da artacaktır (Taylor, Peplau, Sears 2007: 209; Yapıcı 2005: 49).

Önyargılar da stereotipler gibi sosyal kimlik teorisiyle bağlantılı olan sosyal kategorizasyon ve içgrup yanlılığı gibi kavramlarla yakından ilişkilidir. Sosyal kategorizasyon önyargının ilk aşamasıdır. Bu ilk aşamada bireyler “biz” ve “onlar” olarak gruplandırma yapar. Ardından “biz”e karşı bir yanlılık tutumu gösterilirken “onlar”a karşı önyargı beslenir. Öyle ki bu yanlılık dil boyutunda bile kendisini gösterir. İnsanlar dışgrubun olumlu özellikleri hakkında konuşurken olayları basitçe betimleyen oldukça somut bir dil kullanırlarken, dış grubun olumsuz özellikleri hakkında konuşurlarken kalıcı özelliklerle ilişkili olan çok daha genel ve soyut terimler kullanırlar. İnsanlar kendi önyargıları hakkında konuşurken soyut ve genel ifadelere başvururlar (Hogg ve Vaughan 2007: 397). Hem stereotipler hem de önyargılar bireyin tutum ve davranışlarını güçlü bir biçimde etkiler. Stereotipler ve önyargılar bir kez oluşmuşlarsa yeni bilgilerin ışığında değiştirilmeye direnirler. Oluşmaları nasıl ki uzun bir süreçte gerçekleşiyorsa değişmeleri de çok uzun bir süreçte gerçekleşir. Bununla birlikte stereotipler ve önyargılar arasında bazı farklar da vardır. Stereotipler bilişsel, önyargılar ise duygusaldır. Önyargı bir tutumdur ve genellikle olumsuzdur oysa kişinin bir gruba yönelik inanışları ve atıfları olarak değerlendirilen stereotip olumlu ya da olumsuz olabilir (Yapıcı 2004: 18).

Önyargıların ve stereotiplerin değiştirilmesi her ne kadar çok zor olsa da dışgrup üyeleriyle tekrarlanan temasın stereotip ve önyargıları değiştirilebileceği ve azaltacağı düşünülmektedir. Temas kuramına göre, önyargıların ve stereotiplerin azalması iki şarta bağlıdır. İlk şart, her iki grup da eşit statüde olmalıdır. İkinci olarak ise, gruplar ortak bir amaç gütmelidir. Gruplar arasında başarılı bir temasın oluşması için Aronson ve arkadaşları şu altı şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtirler:

1. Karşılıklı bağımlılık

2. Ortak bir amaç

3. Eşit statü

4. Kişiler arası candan temas

5. Birden çok üyeyle temas

6. Eşitlikle ilgili sosyal değerler (Aronson, Wilson, Akert 2012: 804).

Karşılıklı bağımlılık, iki ya da daha çok sayıdaki grubun her iki taraf için de önemli olan bir amaca ulaşmak için birbirlerine gerek duyduğu durumdur. Gruplar kıt kaynaklar için rekabet etmek yerine, iki tarafın birlikte mücadelesini gerektiren ortak amaçlarla beraberce çalışmak zorundadırlar. Temasta grup üyeleri statü ve güç bakımından eşit düzeyde olmadırlar. Statü dengesizliği sürdürülürse bu gruplar arasında önyargı ve stereotipler de devam edecektir. Ayrıca temas, gruplar arasında iyi ilişkilerin gelişmesine fırsat verecek kadar sık, uzun ve yakın olmalıdır. Dış grubun birden çok üyesi ile kurulan sıcak ve candan bir etkileşim yoluyla kişi, dış grup hakkındaki inançlarının yanlış olduğunu öğrenebilmektedir. Kişinin tanıdığı dış grup üyelerinin, grubun tipik üyeleri olduğuna inanması gerekir, aksi takdirde bir dış grup üyesinin istisna olarak görülmesi stereotip ve önyargılar üzerinde hiçbir değişiklik yapmayacaktır. Son olarak temas sonucunda stereotip ve önyargının azalması için, gruplar arası eşitliği teşvik eden ve destekleyen sosyal değerlerin de olması gereklidir. Sosyal değerler güçlüdür ve içgrup ile dışgrup üyeleri arasında temas kurulmasında onlardan faydalanılabilir (Aronson, Wilson, Akert 2012: 803-804; Taylor, Peplau, Sears 2007: 206-207).

Önyargılar adeta nesilden nesile bir miras gibi aktarılır. Bunlar kültürün bir parçasıdırlar. Önyargılardan kaçınmak oldukça zordur. Rasyonel düşünebilen toplumlarda önyargılar azalmış olsa da önyargı bütün toplumlarda sıkça görülmektedir. Çünkü insanlar, çevrelerini ve “ötekileri” değerlendirirken her zaman nesnel davranmayıp, duygularıyla, sempati ve antipatilerinin etkisiyle düşünmektedirler. Bu sebeple önyargıların evrensel ve her çağda eskimeyen bir yanı vardır (Tezcan 1974: 10).

Kültürel Kimlik ve Etnik Sınırlar

Kültürel kimliğin oluşumunda temel unsur olarak kültür esas alınır. Kültürün toplumlar arasındaki farkları derinleştirdiği düşünülür. Larrain de insana kimlik duygusunu veren şeyin, esas olarak paylaşılan bir dilin açığa çıkardığı, paylaşılan bir kültür olduğu fikrindedir (1995: 45). “Kültürümüz bize bir kimlik ve bir dizi vasıf sağlar. Kültür neyi düşüneceğimizi, nasıl hissedeceğimizi, nasıl giyineceğimizi, neleri nasıl yiyeceğimizi, nasıl konuşacağımızı, …, birbirimizle kuracağımız iletişimi ve çevremizi nasıl anlayacağımızı etkiler.” (Hogg ve Vaughan 2007: 671) İnsanların deneyim ve davranışlarını içinde doğdukları gelenek biçimlendirir. Konuşabileceği zamana kadar insanoğlu kültürünün küçük bir varlığıdır. Büyüdüğündeyse kültürün faaliyetlerine etkin bir şekilde katılır. Artık kültürünün alışkanlıkları onun alışkanlıkları, inançları onun inançları ve imkânsızlıkları onun imkânsızlıkları olmuştur (Benedict 1998: 25).

Kolektif kimliğin ortak aidiyetin bilince çıkarılması olduğu gibi, kültürel kimlik de bir kültüre katılımın bilince çıkarılması ya da o kültüre ait olduğunun ilan edilmesidir (Assman 2001: 134). “Ortak bir coğrafyada, ortak idealler etrafında toplanmış, ortak tarihe ve ortak geleceğe yönelik birliktelikte oluşan ortak kültür, o ulusun kültürel kimliğini oluşturur.” (Mora 2008: 5) Bu tanımdan hareketle kültürel kimlik bir bakıma bir millete özgü olan millî kimlik olarak da değerlendirilebilir. Smith millî kimliğin temel özelliklerini şu şekilde sıralar:

1. Tarihî bir toprak/ülke, ya da yurt

2. Ortak mitler ve tarihî bellek

3. Ortak bir kitlesel kamu kültürü

4. Topluluğun bütün fertleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler

5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket imkânına sahip oldukları ortak bir ekonomi. (Smith 2009: 31-32)

Görüldüğü gibi kültür, millî kimliğin temel unsurlarından birisidir. “Toplumlar, kültürel aidiyetlerine göre düşünür, davranır, yer, içer, kutlamaları, yasları, bayramları ait oldukları kültürün kodlarına göre tanımlanır ve paylaşılır.” (Mora 2008: 5) Kimlik kavramı en yalın şekliyle bir “aynılık” olarak kabul edilirse, özel bir grubun mensupları, sadece grubun dışındakilerle farklılıkları bakımından benzerlik gösterirler. Grup mensupları benzer şekillerde giyinir, yerler, aynı dili konuşurlar; bütün bu bakımlardan, kendilerine mensup olmayan, farklı biçimlerde giyinen, yiyen ve konuşan fertlerden farklılık gösterirler. İşte bu benzerlik-benzemezlik paradoksu, “millî kimliğin” anlamlarından birisidir (Smith 2009: 122-123). Buradan hareketle bir toplumun kültürel kimliği ile yeme içmesi, giyim kuşamı, konuştuğu dili, davranışı, düşüncesi, inancı kısacası o toplumu “ötekilerden” farklılaştıran millî karakteri kasdedilir. Millî karakter ise, toplumları birbirinden ayıran farklılıklar veya bir arada tutan benzerliklerdir. Herder de ırksal farklılıkları önemsizleştirirken kültürel farklılığa fazlasıyla vurgu yapar. Ona göre farklı bir dil konuşan herkes farklı bir ulustandır, kendi kimliğini ve devletini oluşturma hakkı vardır. Bu bağlamda Herder, diğer uluslarla yaşanacak çelişkilerin pozitif açıdan iç birliği sağlayacağını düşünür ve bunun kendi içinde olumlu bir durum olacağına işaret eder. Hatta Herder, mikromilliyetçiliğe ve önyargılara da karşı çıkmaz. Ona göre, önyargı yerinde ve zamanında ortaya çıktığında iyi bir şeydir, çünkü mutluluğun kaynağı olabilir. Önyargı, ulusları merkezde birleşmeye yönlendirir, köklerine daha sıkı sarılmalarına, kendi türlerini geliştirmelerine yol açar (Larrain 1995: 45-46). Herder’e göre, her milletin kendine özgü bir “deha”sı, düşünme, davranma ve iletişim tarzı vardır ve bu biricik deha, bu özgül kimlik, hasıraltı edildiği ya da yitirildiği her noktada yeniden keşfedilmelidir. Herder, “Haydi iş başına… bütün insanlar milletimizden, edebiyatımızdan, dilimizden söz etsinler; onlar bizimdir, onlar bizizdir, bu kadarı da kafidir zaten” der (Smith 2009: 123). Bu anlayışla milletler kendi özlerine, kültürel zenginliklerine dönerek “kolektif kendi”yi keşfetmeye çalışırlar. Grup içinde kültür bir yandan kimlik yaratırken, dışa karşı yabancılık duygusu verir. Kültürel temelli yabancılık bazen yabancı düşmanlığı, başka halklara karşı nefret ve yok etme savaşına kadar gidebilir. Bu noktada sevgi ve nefret adeta bir madalyonun iki yüzü gibi grup oluştururken aynı temel işlevlerin iki yönüdür (Assman 2001: 150-151). Kültürel farklılığın büyüklüğü kültürler arası teması etkileyebilir. Bir kültürün bizim kendi kültürümüzle benzemezlik derecesi kültürler arası etkileşimi etkileyebilir. Bir kültür ne denli farklı olarak algılanıyorsa, o denli çok sayıda insanın o kültür grubunun üyeleriyle kendileri arasına mesafe koydukları görülür. Bu durumda kültürlerarası temasın gelişme ihtimali azalır (Hogg ve Vaughan 2007: 672).

Etnolojik ve sosyal antropolojik çalışmalar, kimlik sorununu çeşitli kültürlerin birbirleriyle çatışması çerçevesinde ele alır. Connolly’ye göre de hiçbir tanrı çeşitli kimlikleri uyumlu bir biçimde yaratmamıştır; “herhangi bir grup kimliğin hegemonyası onlardan farklı olana boyun eğdirilmesini ya da onun dışlanmasını gerektirir.” (Connolly 1995: 205).

Yapılan etnolojik ve antropolojik çalışmalarda kimlik bir insan topluluğunun (etnisite) kolektif kimliği olarak görülmektedir (Bilgin 1999: 59). “Etnik bir grup, soya ait mitlerin rolünü ve tarihî anıları vurgulayan, din, gelenek, dil ya da kurumlar gibi bir veya birden fazla kültürel farklılığa göre tanınan ve ayırt edilen bir kültürel kollektif tiptir.” (Smith 2009: 41) Wimmer etnisiteyi, paylaşılan bir kültür ve ortak bir geçmiş inancına dayanan aidiyet hissi olarak tanımlar (Wimmer 2008: 973). Etni, bazı kültürel nitelikler bakımından ortak bir insan topluluğunu, özellikle bir dil ve kültür birliği olan topluluğu ifade eder (Bilgin 1999: 63). Dolayısıyla kültürel kimlik söz konusu olduğunda, bir etnisitenin kimliğine gönderme yapılır. Ulus ve etnisite tanımları her ne kadar birbiriyle benzerlik gösterse de aralarında farklar da vardır. Smith bu farklılık noktalarını vatan, ortak bir ekonomi, ortak yasal hak ve görevler olarak belirler. Ulus, sahip olduğu vatan toprağında, ortak bir ekonomi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan insan topluluğudur. Ancak etninin bir ülke ile olan bağı sadece tarihî ya da sembolik olabilir. Etnilerin kendi vatanlarında ikamet etmeleri gerekmez. Aynı şekilde etnilerin ortak bir iş bölümü ya da ekonomik birlik göstermeleri de gerekmez. Etniler, herkes için geçerli hak ve görevler tayin eden ortak yasal kodlara da ihtiyaç duymazlar (Smith 2009: 71). Balibar ve Wallerstein ise “etnik grup” kavramının her ne kadar tanım olarak belirtilmese de devlet sınırlarına pratikte “ulus” kavramı kadar bağlı olduğunu ileri sürer. Aradaki tek fark bir devletin tek bir ulus ve birçok etnik grup içerme eğiliminde olmasıdır (Balibar ve Wallerstein 2007: 103).