banner banner banner
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan


4. Musul Atabeyi İzzeddin Mesud

CHÂTILLON’LU REGINALD’IN MÜHRÜ

TRABLUS KONTU RAYMOND’UN MÜHRÜ

1181’DE SELAHADDİN TARAFINDAN ALINAN SEHYUN (SAONE) KALESİ[17 - G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]

KUŞATILMIŞ BİR KALE[18 - G. Paris’in Tyr’li Guillaume adlı eserinden kopya edilmiştir]

KÜRTLERİN KALESİ, CRAC DES CHEVALIERS[19 - G. Rey’in Monument de L’Architecture Militaire des Croisés, (Haçlıların Askerî Mimari Abideleri) adlı eserinden kopya edilmiştir.]

I. RICHARD’IN MÜHRÜ (1195)

SELAHADDİN’İN 1187-88 YILLARINDA BASILAN BAKIR PARASI..287 EL-ADİL’İN LAHDİ

SENCER ATABEYİ İMADEDDİN’İN 1188’DE BASILAN BAKIR PARASI (ÖN YÜZÜ)

SELAHADDİN’İN MEZARI, ŞAM.

HARİTA VE PLANLAR

SELAHADDİN’İN İMPARATORLUĞU 1190

SELAHADDİN’İN ZAMANINDA KAHİRE PLANI, 1170

SELAHADDİN’İN SEFERLERİNİ RESMEDEN SURİYE VE FİLİSTİN HARİTASI

TABERİYE VE AKKA ARASINDAKİ TOPRAKLARI GÖSTEREN HARİTA

KUDÜS PLANI[20 - Lelewel’in Geographie du Moyen Age, (Orta Çağ Coğrafyası) adlı eserinden kopya edilmiştir.]

ON ÜÇÜNCÜ YÜZYILDA AKKA PLANI[21 - Archer’ın Haçlı Seferlerinin Hikayesi, adlı eserinden kopya edilmiştir.]

AKKA SAVAŞI PLANI, 4 EKİM 1189[22 - C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.]

ERSUF SAVAŞI PLANI, 7 EYLÜL 1191[23 - C. Oman’ın Art of War (Savaş Sanatı) adlı eserinden kopya edilmiştir.]

KAHİRE HİSARI, DOĞU CEPHESİ

ÖN SÖZ

Selahaddin İngiliz okuruna tanıtılmasına gerek olmayan nadir Doğulu karakterlerden biridir. Sir Walter Scott bu hayırlı işi, kadirşinas ruhunun heyecan ve kavrayışıyla gerçekleştirmiştir. Yalnızca bu büyük romancının değil, Kral Richard’ın da ilgisini çekmiş olmak Selahaddin’in iyi talihinden kaynaklanmaktadır. O, bu aşina olduğumuz ve sevimli “Selahaddin” adını alarak “ev halkı”ndan biri oldu ve Arapça telaffuzuyla “el- Melik-en-Nasir Salah-ed-din Yusuf ibn Eyyub” ismiyle kuru bir tarihî figür olmanın ötesine geçti ise bunu kısmen bu olaya borçludur. Fikir, belirsiz ve romantiktir; doğru. “Tılsım”[24 - Walter Scott romanı (e.n.)] bize sultanın, haçlıları bile kendine hayran bırakan yürekliliği ve cömertliğiyle asil bir portresini sunuyor fakat okuyucu tarih ve kahramanın başarıları açısından belirsizlik içinde bırakılıyor, ayrıca yazarın bu büyüleyici sayfalarda anlattıkları her zaman kesin bir güvenilirlik içinde de bulunmuyor. Selahaddin’in ününü borçlu olduğu bu kitabın tarihle olan ilişkisine bu kitabın sonunda değinilecektir. Elinizde tuttuğunuz, İngilizce olarak yazılan bu ilk biyografi, resmin eksik kalan parçalarını çağdaşı olan kaynaklardan yararlanarak tamamlamayı amaçlamaktadır.

İngiliz edebiyatı göz önünde bulundurulduğunda Selahaddin’in kişiliği ve tarihinin, Scott’ın yetmiş sene önce bıraktığı yerde kalmış olması ve Aslan Yürekli Richard’ın bu ünlü rakibinin bütün bir hayat hikâyesinin İngilizcede yazılmamış olması enteresandır. Doğulu âlimlerin biyografi yazımına bakışları düşünülürse materyal oldukça bol hatta eksiksizdir. Tabii “röportaj” araştırmacılarının hoşuna gidecek kişisel detaylar beklemek de yanlış olur zira Selahaddin’in zamanında resimli gazeteler yoktu! Fakat yaşamındaki önemli olaylar ve doğasının özellikleriyle ilgili olarak zengin ve detaylı kanıtlara sahibiz. Arap kayıtlarının başlıca yazarlarından ikisinin çıplak gerçeği anlatmak için mükemmel fırsatları vardı ki bu insanlar ilim irfan sahibi ve erdemli insanlardı. Selahaddin’den yalnızca yedi yaş küçük olan fakat ondan 40 yıl fazla yaşayan Bahaeddin, 1145 yılında Dicle sınırındaki Musul’da dünyaya gelmiştir, tanınmış bir Arap aşireti olan Esadlara mensuptur. Müslümanların, o zamanlarda hukuk görevlisi olan kadıdan aldıkları meşakkatli bir eğitimden geçmiştir. Gök bilimci, şair Ömer Hayyam’la burada sınıf arkadaşı ve dost olan Bahaeddin, büyük vezir Nizamülmülk’ün Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medresesi’nde, bizdeki Orta Çağ bilginleri gibi İspanya Kordoba’sından Tatar Semerkant’ına akademi akademi gezen, gittikleri yerde öğreten ve öğrenen en ayrıcalıklı hocaların derslerini aldı. Doğduğu şehir Musul’da kendisi de bir hoca olmuş; bilgeliği ve sağduyusu Mezopotamya atabeyi veya hükümdarının kulağına kadar gitmiş ve atabey onu ciddi siyasi krizlerde çok kereler elçi olarak görevlendirmiştir.

Selahaddin bu şehri 1182 ve 1185 yıllarında olmak üzere iki kez kuşatma altına aldığı sırada Bahaeddin de Musul’daydı; 1184 yılında Şam’daki bir elçilikte iken Selahaddin onun becerisinden çok etkilendi ve ona kadılık teklif etti fakat bu teklif sadık elçi tarafından reddedildi. Ne var ki 1186’nın baharında Harran’da yeniden karşılaştılar; bu kez Bahaeddin kendi hükümdarı ve Selahaddin arasında imzalanan bir barış antlaşmasının hazırlanmasına yardım etmekteydi. Mekke ve o zaman Hristiyanlardan sonra yeni yeni toparlanan Kudüs’te hac ziyaretini yaptıktan sonra bir kez daha sultanın yanına uğramış ve bundan sonra da oradan pek ayrılmaz olmuştu. Emrine girdiği 28 Haziran 1188 tarihinden itibaren müteakip mücadelelerde yer aldı, Akka Kuşatması’na başından sonuna kadar şahitlik etti, Richard’ın kıyı boyunca ilerleyişini durdurduğunda Selahaddin’in yanındaydı, 1192 yılında Yafa’da yapılan sözleşmeler sırasında kayda değer görevler üstlendi ve ölümcül hastalığı boyunca Selahaddin’in yatağı başındaydı. Sultanın ölümünden sonra Halep kadısının yüksek makamını tanıdı ve burada tüm gayretini ve servetini medreseler kurmak ve önde gelen kişilere eğitim vermek için sarf etti. Öğrencilerinden biri, sıcak bir halvetgâhın ve kalın kürklerin bile içini ısıtamadığı bu 85’lik muhterem kadının dokunaklı bir betimlemesini bıraktı. Camiye bile gidemez hâle gelen hatta özel ibadetleri sırasında bile zar zor ayakta durabilen bu yaşlı âlim, yine de cuma namazı sonrasında kendisine gelen öğrencilere ders vermeyi seviyordu. “Yumurtadan yeni çıkmış bir kuş gibi çelimsizdi.” diye tarif ediyor biyografisinin yazarı. 1234’te, ustasının hayat hikâyesinde anlattığı olaylardan 40 yıl sonra öldü.

Selahaddin’in son beş yılını eksiksiz anlatan Bahaeddin emsalsiz bir otoriteydi, olan bitene tanık olmuştu, sultanın yakın bir dostu ve danışmanıydı. İlk dönemlerde -daha belirsiz ve daha az detaylı olmasına rağmen- bazı önemli olayları birinci elden kaydetmeyi başarmıştır, ayrıca Selahaddin’in kendisi, görevlileri ve akrabalarıyla olan yakın ilişkileri de sahip olduğu bilgilere ulaşmasını sağlamış olmalı. Sultana açıkça övgüler düzdüğü bir gerçektir fakat ona göre sultanın zaten bir hata yapması söz konusu olmazdı, yine de anlatımı çok dürüst ve samimidir; yalnızca gördüğünü ve düşündüğünü yazmıştır ki böylece biyografi bir kahraman methiyesine dönüşmemiştir. Çalışmasında sadece doğruları kaydetmiş, kişisel ön yargıları ve Doğu’ya özgü abartılı anlatımı bir kenara bırakmıştır. I. Richard ve Selahaddin arasındaki görüşmelerin doğrudan tek tanığı olan Bahaeddin’in bu doğru sözlülüğü özellikle önem taşımaktadır.

Bahaeddin, kahramana aleni bir hayranlık gösteriyor ise aynı otoriteye sahip bir başka kaynaktan yararlanarak bu tutkunluğun çaresine bakarız. Siyasi nedenlerden dolayı İbnü’l Esir’in, mahallî efendilerinin yerini alan kişileri eleştirmek için türlü bahaneleri vardı; kayıtlarında Selahaddin’in komutanlığını hicvetmesi ve birkaç ciddi suçlamada bulunması bunu kanıtlıyor. Bahaeddin’den on beş yaş küçük olan İbnü’l Esir, Şeyban Aşireti’nden bir Arap olarak 1160 yılında Dicle yakınlarında babasının valilik yaptığı Cezire İbn Ömer[25 - Cizre (e.n.)] şehrinde doğmuştur. Tarihçi hayatının büyük bölümünü, erkek kardeşinin Mezopotamya atabeyinin seçkin danışmanlarından biri olarak görev yaptığı Musul’da yoğun çalışmalarla geçirmiştir. Diğer bir kardeşi de Selahaddin’in divanında bulunuyordu. Selahaddin Musul’u 1185’te ablukaya aldığında İbnü’l Esir de Bahaeddin gibi bu şehirdeydi, burada daha sonra Mezopotamya emîrlerinin emriyle sultanın hizmetine girerek ordusuyla 1188’de yapılan Suriye seferine çıkan askerî birliklere eşlik etti. Aynı zamanda bir gezgindi de… Şam, Kudüs ve Halep’e yaptığı ziyaretlerde edindiği bilgileri doğrulama fırsatı buldu. 1211’de tamamladığı “Musul Atabeylerinin Tarihi” de Bahaeddin’in Selahaddin biyografisi kadar bir methiye özelliği taşıyordu fakat bu sefer övülen Selahaddin’in düşmanlarıydı. Yazar Suriye’deki atabeylerin yerini aldığı ve Musul’un büyük hükümdarını bile tebaası hâline getirdiği için onu asla affedemedi. Bu suretle, eğer Selahaddin’in aleyhine bir durum söz konusuysa İbnü’l Esir’in bunu atlamayacağından emin olabiliriz. Ailesinin eski efendileri ve velinimetleri lehine doğal bir eğilim gösterse de buna rağmen çoğunlukla adil davranmıştır. Selahaddin’in İslam adına yaptığı işlerin hakkını vermiş ve 1233’teki ölümünden sonraki üç yıl içinde gündeme gelen “Kamil” isimli çalışmasında Musul atabeyleri için yazdığı özel övgüye nazaran daha tarafsız bir bakış açısı sergilemiştir.

Bu iki tarihçi, Selahaddin’in hayat hikâyesi için başlıca otoritelerdir ancak kariyerinin belirli kısım ve boyutları açısından dikkate alınması gereken çok değerli başka isimler de mevcuttur. Bunlar arasında genelde Kâtip (Yazar) olarak bilinen, Selahaddin tarafından Suriye vilayetlerinde önemli bir görevle görevlendirilen İsfahanlı İmadeddin birinci sırada gelir fakat ne yazık ki İmadeddin’in eserlerinin küçük bir kısmı basılmıştır. İmadeddin Akka Kuşatması sırasında efendisiyle birlikteydi ve eserleri katlanılmaz belagatlerle dolu olsa da ilk elden olma özelliğiyle ön plana çıkıyor. Haçlılar döneminin büyük kısmına 1095 yılındaki doğumundan 1188’deki ölümüne kadar tanıklık etmiş, Asi Nehri kenarındaki Şizar Kalesi’nin Arap prensi ve aynı zamanda bir şair olan Üsame’nin otobiyografisi, zamanının etkili bir portresini çizmiştir. Bununla beraber, yaşlılığı süresince birkaç yıl Şam’da yaşayıp Selahaddin’le sık sık görüşmüş olmakla birlikte bu konuda geride bıraktıkları hayal kırıklığı yaratıyor, zira bu yaşlı Arap kendisiyle o kadar doluymuş ki başkalarının söylediklerine veya yaptıklarına ayıracak pek fazla yer kalmamış. Seçkinlerin biyografi yazarı İbn Hallikân ve “İki Bahçe”nin yazarı Ebu Şame aynı dönemde yaşamamış olsalar da her ikisi de Selahaddin’i gören insanları tanımışlardı ve bu sayede yazdıkları, zaman zaman çağdaş kayıtlarda eksik kalan kısımları tamamlamada veya yetersiz olanı pekiştirmede faydalı olmuştur.

“Tarih” adlı eseri dönemin Latince ve Arapça yıllıklarını diğerlerine oranla çok daha etkili biçimde kavrayıp ilmini alan ve canlılıkla aktaran Hristiyan tarihçiler arasında emsalsiz Başpiskopos Tyre’lı William’ın 1144 ile 1183 yılları arasında Filistin’de bulunduğu sırada Doğu’da bu dönemde yaşananlarla kişisel olarak ilgilenmiş olmasından dolayı şanslıyız. Başpiskoposun kendi çapında bir halef bırakmadığı gibi, bu eserini Üçüncü Haçlı Seferi sonuna kadar bir on yıl daha sürdürecek kadar yaşamamış olması da bu dönemin çalışanlarının ve özellikle Selahaddin’in biyografi yazarlarının yasını tutması gereken bir kayıptır. Kendisinden sonra çalışmasını devam ettirenler bir tarihçi olarak gösterdiği fevkalade nitelikler üzerinde hak iddia edemezler ancak katkıları da göz ardı edilemez, özellikle Ernoul’un “Chronicle”ı döneme ait çok değerli kanıtlar sunmaktadır. Ernoul kutsal savaşta önemli bir role sahip olan, Selahaddin’le de sıklıkla kişisel olarak görüşen İbelinli Balian’ın uşağıydı ve tabii ki bu uşak da şüphesiz, unutulmaz Hıttin Muharebesi’nde ve sonrasında Kudüs’ün savunulmasında efendisinin yanında yer almıştı. Ernoul’un güçlü kişisel dokunuşlarla dolu anlatımı Arap yazarların Muhammedci bakış açısıyla tarif etikleri olaylara Hristiyan tarafından bakması bakımından son derece değerlidir. Üçüncü Haçlı Seferi için en yetkin kaynağımız olan ve Richard’ı yerlere göklere sığdıramayan “Kral Richard’ın Seyahatnamesi”ne göz atmak bizim için ikinci derecede faydalı olacaktır. Abartılı ve taraflı olmasına rağmen bu eser İngiliz kahramanın başarılarının olağanüstü bir tablosunu resmetmektedir.

Evet, bunlar Selahaddin’in elinizdeki biyografisini oluşturmak için kullanılmış başlıca kaynaklardır. Hemen hepsi Selahaddin’in çağdaşı olmakla birlikte, hikâyenin büyük kısmı gerçek tanıklar tarafından anlatılmaktadır, ayrıca naklettiği olaylardan bir nesil bile uzak kalan otoritelere bir an bile bel bağlanmamıştır. Bir ifadenin doğrulanma gereği hasıl olduğunda bu kaynaklara referans, sonraki bölümlerde Hristiyan tanıklarla Müslümanların ifadelerini birbirlerinden ayrıt etmek önem arz ettiğinde dipnotlar verilmiştir. Ancak hemen her şeyin İbnü’l Esir ve Bahaeddin’in bilgilerine dayandığı ilk bölümlerde referanslar yalnızca bu iki kaynak arasında ciddi uyuşmazlıklar görüldüğünde verilmiştir. Özgün araştırma temeli üstüne kurulu tarihî bir çalışmanın bu gibi doğrulama yollarına gitmesi zaruridir fakat bu tür referansların verilmediği yerlerde de umuyoruz ki biyografi yazarına güvenilecektir. Bu kitapta hakikaten çağdaş kanıtlarla desteklenemeyecek bir satır bile yoktur.

Konu hakkında bu kadar bol kaynak varken Selahaddin’in ayrıntılı bir biyografisinin daha önce yazılmamış olması hayrete şayan bir durum olmakla birlikte “nazik davranışları ile tanındığı kadar aydın ve ayrıcalıklı kalemiyle de anılan” M. Marin’in hayranlık uyandıran çalışmalarını göz ardı etmek de haksızlık olur. Provence’ta doğan M. Louise-François-Claude Marin, Censeur Royal’de[26 - Fransa’da 1500’ler ile 19. yy arasında varlığını sürdürmüş, yazılı eserleri inceleyen, şansölyeye bağlı bir sansür kurulu. (ç.n.)] ve kitaplık muhafızları arasında görev almış, Marseille ve Nancy Kütüphanesi ve Akademilerinin genel sekreterliğini yapmıştır. 1758’de iki güzel cilt hâlinde “Mısır ve Suriye’nin Sultanı Selahaddin’in Öyküsü” (Paris, Tilliard, Kitapçı, des Agustins Rıhtımı, Saint Benoit kopyası) adlı eseri basılmıştır. Kitap neredeyse kimse tarafından bilinmiyor; aksi hâlde muhakkak bir çevirmen bulurdu. M. Marin’in hem akademik ve felsefi bir dille hem de Fransızların eğitimin o hantal etkisinin hakkından tamamen gelmeyi başaran anlaşılır üslubuyla yazılmış olan biyografisi ancak imrenmek için okunabilir. Haçlıların güncelerinden ve Shultens’ın Bahaeddin baskısından bütünüyle yararlanmış ve İbnü’l Esir’in “Atabeyler”inin Paris’teki Arapça bir el yazmasından da yardım almıştır. Çağdaş materyallerden yararlanabildiği kadarıyla mükemmel bir çalışma ortaya çıkarmış fakat daha sonraki yazarlardan ve Herbelot’nun “Doğu’nun Kütüphanesi” gibi düzensiz olduğu hâlde bilgi dolu derlemelerden aşırı derecede destek almıştır; ne var ki onun zamanından itibaren birçok şeyin bulunduğu ve yayımlandığı tabiidir. Yine de zorunlu kısıtlamaları düşünülürse harika bir başarı yakaladığı ve bu gibi otoritelerle ilgilenirken yaptığı tek ciddi hatanın kendisinin de kullanabildiği gibi metnin gerçekten anlattığından ziyade “satır aralarını” okumaya gösterdiği eğilim olduğu söylenebilir. M. Marin “tarihî tasavvur” şeklinde adlandırılan bakış açısından oldukça serbest bir şekilde yararlanmıştır ve sıklıkla özgün kaynaklara atıfta bulunmasına rağmen başvurulmaması gereken kişisel çözümlemeleri tespit etmek mümkündür. İnsanın tarih yazarken kendisine hareket özgürlüğü tanıması oldukça ilginç olmakla birlikte bu cazibeye kapılmadan metnin aslına sadık kalınmalıdır.

Bazı yazarlar Mezopotamya tarihiyle ilgilenirken okuyucularını konuya Tufan’dan başlayarak hazırlamak gerektiğine inanmıştır, M. Marin ise Selahaddin’in biyografisine Muhammed’e ve İslamiyetin ilk öğretilerine dayanan bir giriş yapmayı uygun bulmuş. Ben okurların sabrını bu kadar ciddi biçimde sınamadım fakat tarihin 11 ve 12. yüzyıllarda Ön Asya’da izlediği yol hakkında bir miktar bilgi vermeden, Selahaddin’in nasıl bir siyasi tabloda kariyerine başladığını anlatmadan konuya girmek kitabın muallakta kalmasına neden olurdu. Tatmin edilemeyen arzuları Selahaddin’e imparatorluk yolunu açan selefi Edessa fatihi Zengi’nin elde ettiği başarılar özellikle önem taşır. Yine de giriş bölümleri küçük bir pusula niteliği taşıyacak kadar kısa tutulmuştur.

Doğulu isimler Batılı okuyucular için oldukça zorlayıcıdır, aksanlar, uzatma işaretleri, noktalar vs. konu hakkında bilgisi olmayanlara pek de yardımcı olmamaktadır. Dolayısıyla kitaptaki isimler olabildiğince kolay yazılmıştır ve okuyucuya düşen yalnızca sesli harfleri İtalyancadaki gibi okumaktan ibarettir. Daha detaylı transliterasyona ilgi duyanlar her ismin tam aksanları ve ayırt edici işaretlerinin yer aldığı ve bir akademisyenin hemen Arap harflerine çevirebileceği nitelikte hazırlanmış dizine bakabilirler. Metinde el-Musul, er-Ramallah gibi bilinen yerlerin isimlerinin önünde yer alan “el” takısı çıkarılmış ve bazı yerler için de Batılı okuyucunun aşina olduğu isimler kullanılmıştır; örneğin Edessa (Urfa), Aleppo (Halep) ve Kahire. Bir yerin Araplar ve “Franklar” yani haçlılar tarafından kullanılan iki ayrı ismi olması durumunda da ismin geçtiği ilk yerde ikisi birden kullanılmış, daha sonra bu kent haçlıların elinde kaldığı süre boyunca bu isimle anılmıştır.

Ön Asya’nın hükümdarları ve prenslerinin, Selahaddin’in ailesinin ve başlıca Haçlı hanedanlarından bazılarının o döneme ait tabloları, okuyucuların günün siyasi koşullarını anlamasına katkıda bulunacaktır. Haritalar “Batı Filistin Araştırması”, Thuillier ve Rey’in “Kuzey Suriye”si ve Arap coğrafyacılar temel alınarak hazırlanmıştır. Sayın Guy Le Strange’in değerli eseri “Müslümanlar Zamanında Filistin”den yararlanılmış ve General Sir Charles Wilson ve Yarbay Conder, R.E.’nin Filistin Hacılarının Metin Topluluğunun yaptığı Bahaeddin çevirisine eklediği notlara başvurulmuştur fakat metin Arapça aslından çevrilmediği için belirtilmemiştir. Yazar, Sayın T.A. Archer’a yalnızca haçlıların günceleriyle bağlantılı olarak ortaya çıkan herhangi bir zorlukta her an yardıma hazır olmasından ötürü değil, aynı zamanda aslen “Çağdaş Yazarlardan İngiliz Tarihi” serisi içinde yayımlanıp Profesör York Powell tarafından redakte edilen büyüleyici küçük kitabı “I. Richard’ın Haçlı Seferi” kapsamında basılan “Kral Richard’ın Seyahatnamesi” çevirisinin bazı kısımlarını alıntılamak üzere verdiği izin için özellikle minnettardır. Ayrıca yazar, Selahaddin’in muharebeleri süresince kaydı tutulan tutulmaların kronolojilerini araştırmasından ötürü Kraliyet Astronomi Topluluğunun son başkanı Sayın E. B. Knobel’a ve “Selahaddin dönemi”yle ilgili bir makalenin bir kısmının yeniden basılmasına verdiği müsaade için “Quarterly Review” dergisine teşekkürü bir borç bilir.

I. KISIM

GİRİŞ

Gördü bu gözler günlerini Hazretleri’nin
Güçlü hükümdardan umuldu medet, O berkelam diyanet,
Haçlı putperestlere afet,
Sancağıdır doğruluğun ve cömertliğin,

    SELAHADDİN,

İslam’a ve Müslüman’a efendilik ettin,
Kurtararak mabedini elinden Nasrani’nin,
Kutsal topraklara müsavi hizmet ettin,
Muzaffer Yusuf, Eyüb baban, Şadi nesebin,
Allah kabrin üstüne göstersin şefkat,
Ve cennet katında ona bağışlasın sebat.

    BAHAEDDİN

SELAHADDİN’İN HAYATI

1.BÖLÜM

SELAHADDİN’İN DÜNYASI

1132 yılında takipçilerinin önüne kattığı dağılmış bir ordu Dicle’nin sol yakasına vardı. Diğer tarafta, kara tarafından derin bir hendekle çevrili ve yalnızca hisarın göbeğinden suyun kenarına uzanan, kayalıklara oyulmuş gizli patikalarla ulaşılabilen, yılmaz Tikrit Kalesi sarp bir yamacın tepesinde yükseliyordu. Kaçanların tek umudu kaleye sığınmaktı ve kaderleri onları kalenin muhafızına yönlendirmişti. Neyse ki o da dostça davranarak kaçakları, ayarladığı sandallarla güvenli bölgeye geçirdi. Selahaddin’in ailesinin talihinin yaver gitmesini sağlayan, Dicle’nin bu sandalları oldu. Hayatını onların tam vaktinde gelen yardımına borçlu olan bu cevval lider, Musul’un güçlü hükümdarı Zengi idi. Zaferin yeniden geldiği sonraki günlerde Zengi, Tikrit’e olan borcunu unutmadı ve geçmişte ne tür bir hizmet verdiğine aldırış etmeksizin kale muhafızını daha da ileri noktalara taşıdı. Bu muhafız Selahaddin’in babasıydı.

Sarazenlerin usulüne göre Eyüb (İngilizce tam karşılığı İş) soyadını alan Necmeddin (dinin yıldızı), bu hayati andaki talihli kumandan, Doğulu ve bir Müslüman olduğu hâlde, ne Türk ne Arap’tı; bizim gibi bu büyük Aryan soyundan gelen, Ermenistan’da Dvin yakınlarındaki Aydanakan köyünde doğmuş, Revadiye Aşireti’nden bir Kürt’tü. Kürtler ezelden beri İran ve Asya Minör[27 - Anadolu’nun bir diğer adı. (e.n.)] arasındaki bu dağlık bölgede, pastoral bir hayat yaşadılar. Klan hayatına özgü tavırlarında, çapulculuklarıyla, saf yiğitlikle özdeşleştirdikleri onur ve konukseverlik anlayışlarıyla ve tartışılmaz cesaretleriyle, İslamiyet öncesi “Cahiliye Dönemi” Araplarına veya dağlık bölgede yaşayan Marshal Wade reformlarından önceki İskoçlara benziyorlardı. Hiçbir zaman kahraman ruhlu ve cengâver insanlar olmadılar, uygarlığa kapalılardı ve yabancılar onları idare etmede güçlük çekiyordu fakat ham da olsa birçok fazilet sahibiydiler. Tabii Selahaddin’in dünyaya gelmesini sağlayan daha eski atalarıyla pek ilgili değiliz. Ailesi, biyografi yazarları tarafından gitgide daha yaygın bir şekilde “Dvin’in en tanınmış ve seçkin ailelerinden biri” şeklinde tanımlanıyor; bu doğru olsa bile bu saygınlık daha ziyade mahalli ve sınırlı bir ayrıcalık. Dvin veya eski adıyla Debil, onuncu yüzyılda Tiflis önem kazanmadan önce İç veya Kuzey Ermenistan’ın başkentiydi. Hükümdarın ikametgâhı olan büyük surlarla çevrili bu kentin sakinleri, büyük ölçüde kendi dokudukları ve kırmız kurdundan elde ettikleri parlak kırmızı boyayla boyadıkları keçeden yapılan giysi ve kilimlerin ticaretini yapan Hristiyanlardı. Müslüman yönetimlerin altında Yahudiler, Mecusiler ve Hristiyanlar burada barış içinde yaşıyordu, Ermeni kilisesinin yanında Müslümanların ibadethanesi cami yer alıyordu.

Ne var ki Selahaddin’in büyükbabası, Mervan’ın oğlu Şadi bu saygın ve itibarlı pozisyonu kazandığında Dvin çoktan çöküşe geçmişti. Bunun üzerine Şadi, çok sayıdaki oğullarının iyi birer meslek edinmeleri için halife ve sultanın maiyetlerinin işinde iyi olanlara ödüller vadettiği ve çok daha heyecan verici olan Bağdat’a gitmeyi aklına koydu. Şadi bugün yalnızca bir isimden ibaret; Dvin’de bir köleyken İran saraylarında yüksek makamlara gelen, Selçuklu beylerine özel öğretmenlik yapan ve sonrasında da Bağdat şehrinin idaresine getirilerek ödüllendirilen Yunan Bihruz’un yakın arkadaşı olduğu haricinde hayatı veya karakteriyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Şadi bu eski dostuna başvurdu ve o da alicenaplığını göstererek arkadaşının oğlu Eyüb’ü Tikrit Kalesi kumandanlığına getirdi. Şadi ve Şirkuh’un Eyüb’e katıldıkları kesin olmakla birlikte, muhtemelen bütün aile bu talihli kumandanın yanında yer aldı. Bütün bunlara rağmen Bihruz’un güvenini aklı ve sağduyusuyla haklı çıkaracak son kişi olan ağırkanlı ve aldırışsız Şirkuh, görünüşe göre, kahramanvari bir cinayetle, bir kadının öcünü almak için bir serseriyi öldürerek ailenin iyi talihini tersine çevirdi. Zaten pek de sevmediği Zengi’nin kaçışından rahatsız olan Bihruz, Şirkuh’un bu zorbalığını görmezden gelmek niyetinde değildi. Kardeşlerden başka yerde iş aramaları istendi. Şehirden göçtükleri günün gecesinde Eyüb’ün karısının bir oğlan doğurmasını uğursuzluğa yorarak, talihsizlik duygusunun altında başarısızlığa uğramış bir şekilde Tikrit’ten ayrıldılar. Uğursuzluğa uğradıkları yönündeki bu kehanet tabii ki asla gerçeklere uygun değildi çünkü Tikrit’te miladi 1138 yılında doğduğunda attığı ilk çığlıkları ile yolculuk hazırlıklarını sekteye uğratan bu çocuk, sonradan doğuda ve batıda imanın onuru olacak, bizim bildiğimiz adıyla Selahaddin soyadıyla nam salacak Yusuf’tan başkası değildi.[28 - Selahaddin’in doğduğu hicri 532 yılı miladi takvime göre 19 Eylül 1137-8 Eylül 1138 arasına denk düşüyor. Selahaddin -doğduğu ayın kaydı olmamakla birlikte- 1137 yılında da dünyaya gelmiş olabilir.]

Eyüb’ün bebek Selahaddin’i nereye götürdüğüne ve başlarına neler geldiğine değinmeden önce kısaca Sarazenlerin müstakbel liderlerinin hayatını ve başarılarını şekillendiren siyasi koşullara göz atmalıyız. O günlerin doğu dünyası halifenin eski imparatorluğundan oldukça farklıydı; Selahaddin’in babasının zamanında bile birtakım hayati değişiklikler olmuştu. İslam ordularını, başta kuru otlak yangını gibi Arap meydanlarından doğuda Hint çöllerine, batıda Atlas Okyanusu’nun dövdüğü kıyılara kadar coşkuyla taşıyan ateşli gayretkeşlik, imparatorluğun aniden ve şaşırtıcı biçimde edindiği yapıyı, sıkı bir düzen içinde tutmaya yetmemişti. Aslında halifelik altı yüzyıldan fazla bir süre boyunca varlığını sürdürdüyse de imparatorluğun nüfuzu bunun ancak üçte biri bir süreyle korunabildi.