banner banner banner
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan


Bundan itibaren yıllarca Musul Sarayı’nda birbiri ardına gelen hükümdarlar altında haç ve hilal arasındaki sınır bölgesini koruyan savaşçı hükümdarların değer verdiği bir bey olarak ayrıcalıklı bir hayat sürdü. Boyu uzamış, fark edilir bir fiziğe kavuşmuş; esmer bir ten ve delici bakışlara sahip olmuştu ve karakteri de duruşu kadar dikti. Otuz sekiz yaşına kadar savaşlarda ve Mezopotamya’nın siyasetinde ikincil roller üstlenmeye devam etti. Musul’un sınırlarını korumak üzere birbiri ardına gelen beş bey de onu oğlu gibi gördü, ona zengin iktalar bahşetti ve Frenklere karşı yürütülen keşif hareketlerinde önemli görevler verdi. Bu keşif görevlerinden birinde, Tiberiye Kuşatması sırasında, Zengi göze çarpan cesaretiyle ön plana çıktı. Adamlarıyla garnizonuna yapılan bir saldırıyı püskürtüp saldırganları şehrin girişine kadar takip etti ve burada önlerine mızrağıyla bir çizgi çekti.

Arkasına dönüp baktığında yalnız kalmış olduğunu gördü, birliği çarpışmanın yarısında geri dönmüş ve onu düşmanla baş başa bırakmıştı. Bir süre bu tehlikeli pozisyonda kaldı; adamlarının döneceği ve birlikte saldırıya geçecekleri umuduyla Frenkleri oyaladı ancak gelen giden olmadığı için isteksizce geri çekildi ve yara almadan kendi mevzisine geri döndü. Bu cevvalliği yankı uyandırdı ve bundan böyle eş-Şami (Suriyeli)[35 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 34,35.] adıyla tanınır oldu.

1122’de “Suriyeli”, Selçuklu sultanı tarafından askerî hizmetlerinden ötürü ilk doğrudan idare göreviyle, o zamanlar büyük ve önemli bir kent olan Vasit’in iktasıyla, ayrıca Basra muhafızlığı göreviyle ödüllendirildi.[36 - Otuz altı yaşına kadar kimsenin bir şehrin idaresine atanmaması Selçuklu idaresinde yerleşmiş bir kuraldı; Zengi şimdi otuz yedi yaşındaydı ve bu nedenle terfisini neredeyse mümkün olan en erken tarihte almıştı.] Sultanın bu seçiminin haklı bir seçim olduğunu kısa zamanda ispatladı. Fırat ve Dicle’nin o günlerde sularını boşalttığı Aşağı Mezopotamya’daki “bataklıkların” Arapları, bu büyük nehrin suladığı verimli topraklar üzerinde kaybettikleri üstünlüklerini geri kazanmaya pek hevesliydiler fakat sınırları Zengi koruduğu sürece denetim altında kalacaklardı. Arap tarihçi, Araplarla Türkler arasında 1 Mart 1123 tarihinde yapılan kritik savaşa ilişkin net bir portre sunuyor. Araplar, Hilla’da yerleşmiş, el-Hicr’e saldırmış ve hatta “Barış Şehri”, Abbasi halifesinin mekânı Bağdat’ın üzerine bile ilerlemiş olan Esad Aşireti’nin meşhur emîri Sadaka’nın oğlu Dubeys tarafından komuta edilmişti.

HAÇLILARLA KURBUGA ARASINDA SAVAŞ

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

Halife El-Müsterşid hiç de ağır aksak bir kimse değildi; üzerindeki siyah cübbe ve sarığı, omuzlarında peygamberin kaftanı ve elinde kutsal asasıyla Türk birliğinin başına bizzat geçerek kalyonuna binip birliklerine kılavuzluk etti. Diğer tarafa vardığında onu, atının üzerini örten tenteyi görür görmez yere kapanarak önünde yeri öpen en önemli vasalı El-Bursuki, Musul’un hükümdarı, Basra’nın Zengi’si, başkadı, asilzade seyitlerin önderi, ulemanın, diğer önemli savaşçıların ve ricallerin başkanı karşıladı. El- Musterşid onları çadırında kabul etti; tek tek içeri giren beyler bağlılık yemini ettiler, ardından düşman bölgesi olan Hilla’ya doğru ilerleyişe geçtiler. Dubeys onları Fırat ve Dicle’yi birleştiren Nil adlı kanalda karşıladı ve iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı.

Araplar on bin atlı ve on iki bin piyadeden oluşurken halifenin ordusunda ancak sekiz bin kadar atlı mevcuttu, piyadelerin sayısı da beş bini geçmiyordu. Müminlerin emîri asasıyla savaş hattının gerisine fakat savaş meydanını görebileceği bir konuma mevzilendi. Onun önünde ellerinde açık Kur’anlarıyla din adamları duruyordu; tüm Bağdat o gün dizleri üzerine çökmüştü, besmeleyle Tanrı’dan koruyuculuğunu bahşetmesi dilendi. Halifenin ordusunun sağ kanadı, Zengi ve bir diğer emîrin komutası altındaki düşmanın en şiddetli saldırısına maruz kalmıştı.

Antar bedevi atlılarıyla iki başarılı hücumda bulunarak halifenin birliklerinin neredeyse geri çekilmelerini sağladı fakat Zengi ustalıklı bir hareketle, el-Busuki’nin de yardımını alarak Arapları kanattan sıkıştırdı ve düşmanı kanala doğru sürdü. Düşman bozguna uğratılmıştı. Esirler acımasızca katledildi, liderleri kaçtı ve kadınları galiplerin ellerine düştü.

Kazanılan zaferden sonra Zengi şansını sarayda denemek istedi. Geçici amirlere hizmet etmekten yorulmuştu. Hizmetkârlarını ve dostlarını çağırdı ve onlara hitaben: “Durumumuz dayanılmaz hâle geldi.” dedi. “Sürekli olarak yeni idareciler atanıyor ve bizden de onların kaprislerini çekmemiz ve keyiflerine rıza göstermemiz bekleniyor! Bizi bugün Irak’a, Musul’a, yarın Mezopotamya’ya, sonraki gün Suriye’ye gönderiyorlar. Ne yapmamı öneriyorsunuz?” Bunun üzerine Zengi’nin herkesten çok güvendiği arkadaşı Zeyneddin Ali söze girdi: “Efendim, Türkmenlerin bir lafı vardır, ‘İnsanın bir erkek olmak için kafasına bir taş koyması gerekiyorsa bu taş yüce bir dağın madeninden çıkmış olsun.’ Benzer şekilde birine hizmet etmek durumundaysak bari bu sultanın kendisi olsun.” Zengi bu öğüdü tuttu ve Selçuk Mahmud’un sarayına, Hamedan’a gitti. Burada da babası gibi tahtın huzurunda bekleme ayrıcalığının ötesinde bir mükâfat almaksızın beş parasız kalana kadar bekledi. Zeyneddin’e, “Ali, dostum, dediğin gibi taşı kafamıza koyduk fakat inan çok ağır!” dedi.

Sonunda bir gün sultan maiyetiyle beraber polo oynamak için dışarı çıktı. Partner seçme sırası geldiğinde Zengi’yi işaret edip eline bir polo sopası vererek “Gel ve oyna.” dedi. Maçtan sonra geri kalan hizmetkârlarını hoyrat kıskançlıkları nedeniyle azarladı.

“Utanmanız yok mu? Karşınızda babası devlette önemli makam sahibi olmuş, iyi tanınan bir adam duruyor! Hiçbirinizin ona sunulan hediyeler kadar varlığı olmadığı gibi hiçbiriniz onun masasına o kadar davet edilmemiştir. Bunca zaman hizmetlerini karşılıksız bıraktıysam, ona bir ikta tahsis etmediysem bu maazallah sizin yapacaklarınızı görebilmek içindi.” Sonra Zengi’ye dönüp, “Sana Kunduğli’nin dulunu evlenmen için veriyorum; maiyetim düğün için gereken altını sana verecektir.” dedi.

Kunduğli sarayın en zengin asilzadelerindendi ve dulu da kral kızı kadar varlıklıydı. Şanslı emîr düğününün ertesi günü kendisinin ve karısının hizmetkârlarıyla etrafı çevrili olarak bir debdebe içinde kendini gösterdi.

Zengi’nin sarayı ziyareti başarıyla sonuçlanmıştı; 1124’te katı fakat cömert bir tutumla yönettiği Basra ve Vasit iktalarına geri döndü. Sultan ve halife karşı karşıya geldiklerinde Zengi halifenin ordusuna karşı Vasit’i savundu; ardından, eline geçirebildiği tüm teknelere birliklerini bindirerek Bağdat dışında bekleyen sultana tam vaktinde destek kuvvet sağladı. Sultan bir anda sadık beyinin yaklaşmakta olan küçük filosunu görünce hem şaşırmış hem de rahatlamıştı.

Sonuç olarak halife barış yapmak zorunda kaldı; Selçuklu, onun Barış Şehri’nde ikamet etmesine razı olurken Zengi de uzun süredir üstlenmeye can attığı göreve, Irak’ın tüm kontrolü ve hâkimiyetiyle beraber Bağdat muhafızlığına geldi. 1127 sonbaharında Musul ve Cezire (“Ada”, Mezopotamya) hükûmetlerine atandı. Sultanın oğullarından ikisini yetiştirmek gibi önemli bir görev de üstlendi; bu görevi sadece başarılı bir derebeyi ve yönetici olduğu için almamıştı. Böylece atabey -veya beylerbeyi-sıfatını da almış oldu. Bu yeni görev onu Latin iktidarıyla girilen mücadelede ön saflara taşıdı. Bundan böyle Zengi’yi Frenklere karşı imanın gücünü gösteren muzaffer komutan, Doğu’nun Cid Campeador’u[37 - El Cid Campeador (1040-1099), Kastilyalı asilzade, komutan ve diplomat. El Cid Türkçeye hükümdar olarak çevrilebilirken “campeador” savaş sanatı ustası, silahşor anlamına gelmektedir. (ç.n.)] olarak göreceğiz. Kaside yazarı onun başarılarını şu sözlerle anlatır:

“Frenkleri kendi topraklarının ortasında harap etti, müminlerin çektiği acıların intikamını aldı. İslam’ın solan hilallerini yeniden parlatarak, sönmek üzere olan iman güneşinin ateşini alevlendirdi. Müslümanlar, üzerlerinde zaferin ihtişamıyla gururla yürüyüp her dem akan başarı çeşmesinden içtiler. Teslisçileri kalelerinden, surlarından ederek yalanları ve nefretleriyle yalnız bıraktılar. Böylece bir olana inançla Ada’ya ve Suriye topraklarına geri döndü ve İslam ülküsünü savunanlar da buraya akın etti.”

Ne var ki Zengi, haçlılarla kılıç çarpıştırmadan önce yeni ve önemli iktidarında yerini sağlamlaştırmalıydı.

Şimdiye dek, unvanı olan başarılı bir önderdi ama bir hükümdar değildi. Oysa Musul’da, Dicle’den üç yüz altmış kilometre uzakta, fiilen bağımsızdı ve idaresine müdahaleye kesinlikle izin vermiyordu. Sistemi, büyük imparator Melik Şah’ın yönetimine uygundu ve Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkıntılarından doğan devletlerin idarelerine örnek teşkil ediyordu. Şahsi idareye dayalı bu sistem, raporları bir ordu dolusu casus tarafından kontrol edilen dikkatli bir müfettiş ağı tarafından işletilmekteydi. Zengi tüm komşu prensliklerin başkentlerine ve hatta imparatorluk sarayına bile casuslar yollamıştı; sultanın sabahtan akşama kadar neler yaptığını bir bir öğreniyordu. Her gün çeşitli bölgelerden ulaklar getirtir ve böylece olan bitenden en önce kendisi haberdar olurdu. Ziyaretçileri en güzel biçimde ağırlanırdı ama tabii sıkı takip hep söz konusuydu. Arazisinden hiçbir elçi gerekli bilgilendirme yapılmaksızın ve izin almaksızın geçemediği gibi, yanına güvenilir bir refakatçi verilirdi ki bu elçi insanlara uygunsuz sorular sorup burayla ilgili casusluk yapmasın. Savunmadaki zayıf noktaları açık etmeleri korkusuyla tebaasının, topraklarını izni olmadan terk etmesi yasaktı; eğer kaçanlar olursa onları teslim olmaya zorlardı. Bir grup köylü Musul’dan Mardin’e göç edince o şehrin Artuklu prensine çağrı gönderip köylüleri geri göndermesini istemişti. Timurtaş “Biz fellahlarımıza iyi bakıyoruz.” diye itiraz etti. “Onların ürettiklerinden aşar alıyoruz; sen de böyle yapmış olsaydın bu köylüler seni bırakmazlardı.”

“Efendine söyle…” dedi Zengi elçisine. “Sen ürünün yüzde birini bile alsan çoktur çünkü görüyorum ki sen o kayalık Mardin’de lüks ve miskinlik içinde yaşıyorsun; oysa ben insanlarımdan üçte iki oranında vergi alsam da hizmetlerimin karşılığında az gelir. Çünkü ben yalnızca kişisel düşmanlarımla savaşmıyorum, bir de kutsal savaşı sürdürüyorum ve ben olmasam sen, Frenklerin hâkimiyetine girmiş olacağın için güvenle bir tas su bile içemezsin Mardin’inde. Bu yüzden o köylüler geri gönderilmediği sürece Mardin’deki her taşralıyı oradan toplar, Musul’a boşaltırım.”

Göçmenler apar topar geri gönderildi. Bir seferinde de Zengi, sultanın kaçak bir asilzadeyi teslim etmesini sağlamıştı; bu talihsiz adam zindana atılmış ve ondan bir daha haber alınamamıştı.

Zengi açıkçası hiç müşfik bir hükümdar değildi. Görevi başında uyuklayan bir kayıkçının nasıl ödünü patlattığına dair bir öykü anlatılır: Kayıkçı, tetikte olup onu beklemesi gerektiği bir anda uykuya dalmış ve uyandırıldığında karşısında korkunç efendisinin dikildiğini görünce dehşete kapılmış ve o anda düşüp ölmüş. Köleleri zalimliği nedeniyle çok şikâyet ederdi, hizmetçileri ondan o kadar çok korkardı ki verdiği bir emri anlamadıklarında tekrar etmesini isteyemezlerdi. Uşaklarından birine tutması için bir peksimet verdiğinde uşağın bunu bırakmaya cesaret edemediği söylenir. Neredeyse bir sene sonra Zengi bunu geri istediğinde uşak anında çıkartıp dikkatlice bir peçeteye sarmış ve uşağın itaatkârlığı cömert bir memuriyetle ödüllendirilmiş.

Zengi açıkgöz bir insan sarrafıydı ve ne zaman yetenekli bir hizmetçi veya memur bulsa ona daimî bir güven duyar ve destek verirdi. Dahası kendisi sert olduğu hâlde, tebaasına başka kimsenin zorbalık etmesine izin vermezdi; “Ülkeye bir seferde yalnızca bir tiran hükmedebilir.” derdi. Yine bir sefere çıkıldığında en sevdiği önderlerden birinin Yahudi bir aileyi kışın soğuğunda dışarı attığını öğrenince ona dönüp bir bakış atmış ve bu aciz emîr şehirden ayrılıp yağmur çamur ortasında çadırını kurup oturmuştu. Baskı yapmaya ve aşırı özgür davranışlara memurlar arasında asla izin verilmediği gibi o dönem içinde hiç kimse kadınlara karşı yapılan saldırıları bu kadar şiddetle cezalandırmamıştı. Askerlerinin karılarını kendi özel koruması altında tutar ve başka erkeklerin, kocalarının savaşta olduğu dönemlerde bu kadınları aşağılamaları cezasız kalmazdı. Seleflerinin mülk edinmesine izin vermezdi. “Ülkeyi biz elimizde tuttuğumuz sürece askerî iktanız yarar sağlarken malınızın ne faydası olur? Ülke elimizden giderse sizin mallarınız da birlikte gider. Bir sultanın selefi toprak sahibi olursa halka baskı yapar, onları rahatsız eder ve yağmalar.” Ordularının, insanların ürünlerini çiğneyip geçmelerine asla müsaade etmedi -vakanüvisin anlattığına göre iki çizgi arasındaymış gibi yürürlermiş- ve hiçbir askerin bir köylüden parasını ödemeden bir demet saman bile alması mümkün değildi. Şiddet eylemlerinin cezası çarmıha gerilmekti. Vergilendirme konusunda fakirlere çok müsamahakâr davranırken zengin şehirler sefer masraflarını karşılamanın sıkıntısını ağır bir şekilde çekerdi.

Her şeye rağmen bunun karşılığını iyi alıyorlardı. Bu keskin ve iradeli yönetimin sayesinde hükmedilen topraklarda güven ve refah hüküm sürüyor, özellikle de başkent canlılık kazanıyordu. Tarihçi İbnü’l Esir’in babası şöyle naklediyor:

“Şehit[38 - Zengi din adına yapılan bir savaşta ölmedi fakat şehit terimi, Zengi gibi, suikasta kurban giden veya başka nedenlerle ölen Müslümanlar için de kullanılmaktadır.] efendimiz başa geçtiğinde ‘Ada’nın anası Musul’un ne hâlde olduğunu gördüm. Şehrin büyük kısmı yıkıntı hâlindeydi ve çorak arazi seyyar tüccarların mahallesinden hisara ve saraya kadar uzanıyordu… Eski cami metruk kalmış, sur dibindeki evlerin bir taş atımı mesafe yakınına kadar kimse kalmamıştı… Gel gör ki şehidin idaresi başlayalı beri ülke, güvenliğin ne olduğunu anladı, kötü niyetler boşa çıktı ve güçlüler zorbalık yapmaktan alıkondu. Gelişim haberleri dışarılara ulaştı, halk onun arazisine sökün edip buraya yerleşti. Gerçekten ‘cömertlik bağlılık doğurur’. Musul’da ve diğer şehirlerde binalar arttı, hem o kadar ki mezarlıklar bile yeni yerleşim yerlerinin altında kaldı.”

MUSULLU MUHAMMED İBN KUTLUK TARAFINDAN YAPILAN ASTROLOJİ CETVELİ, HİCRİ 639

(British Museum’da)

Zengi, meydanın karşısına büyük hükûmet binasını inşa ettirdi, surların yüksekliğini iki katına çıkarttırdı, kale hendeğini derinleştirdi ve kendi adının verildiği El-İmadi kapısını yaptırdı.

Kendinden önce Musul’da meyve namına pek bir şey bulunmazmış; öyle ki bir pazarcı üzüm satarken ağırlık yapmasın diye üzümün küçük saplarını bile kesermiş. Ne zaman ki Zengi buranın refahını sağladı, çevresinde verimli bahçeler peyda oldu, bu bahçelerde nar, armut, elma ve üzüm yetiştirildi hatta o kadar bolluk yaşandı ki yeni hasat yapılma vakti geldiğinde son yılın mahsulü daha bitmemişti.[39 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”,137,142.]

YAĞMA SEFERİNDEN DÖNEN BİR KISIM HAÇLI

(Surlu William’ın on üçüncü yüzyıla ait bir el yazmasından)

4. BÖLÜM

EDESSA’NIN DÜŞÜŞÜ 1127 – 1144

Zengi’nin tarihsel önemi, Musul’a sağladığı katkılardan veya yardımlarından ziyade, Müslümanlığın davasının çıkmaza girdiği bir dönemde İslam adına haçlılara karşı kazandığı zaferlerden kaynaklanır. Mezopotamya’nın Türkmen beyleri dağılmıştı ve Allah’ın yolundan gitmekten çok birbirleriyle çatışmaya hevesli ve asla Musul’un yeni hükümdarının önderliğini kabul etmeyecek vaziyettelerdi. Tüm ülke -Zengi’nin bireysel mülkiyetiyle uyumlu bir biçimde- her birinin başında vasallarla askerî iktalara ayrılmıştı ve önemli derebeylerinin arasında daimî olanlar ve iyi tanınanlar vardı. Artuklu prensleri, yüzyılın başından bu yana Hasankeyf ve Mardin’in kalelerine yerleşmiş durumdaydı. Artuk’un iki oğlu, Sökmen ve İlgazi, Frenkler üzerine yaptıkları akınlarla ünlenmiş ve İlgazi, Bağdat muhafızlığı görevini üstlenmişti. O zamana kadar hiçbir Hristiyan lideri bu amansız Türkmen’in estirdiği kadar terör estirmemişti. Dağlık kalelerinden Suriye’nin kuzeyine baskın yapmış, Halep kendini onun ellerine bıraktığında üç bin atlı ve dokuz bin piyadenin başında, Frenklerin iyice yerleştiği Afrin tepelerine hücum edip şehri kurtararak Antakyalı Roger’ın öldüğü önemli bir zafer kazanmıştı. İlgazi, Zengi’nin ilk memuriyetini aldığı yıl olan 1122’de öldü; oğlu Timurtaş onun Mardin’deki, oldukça yüksek bir rakımda kurulan evine ve daha sonra Halep’e yerleşti. Sakin bir yaşamı tercih eden yumuşak başlı bir yönetici olduğu hâlde babasının oğlu yüzünden yaşananları kolay kolay unutmayacaktı; en azından bir görgü dersi alıncaya dek.

Daha güçlü ve çevik bir Artuklu lideri daha vardı; bu, 1108’de Hasankeyf Kalesi’ne geçen ve Diyarbakır’ın en ünlü beyi olan kuzeni Davud’du. Oklarından birini Türkmenlerin arasında dolaştırdığında yirmi bin asker sevinçli bir çarpışma beklentisiyle kılıcını kuşanıp kısa zamanda sancağı altında toplanırdı. Böyle bir bey, ilk sırayı yeni gelene bırakacak değildi; kısa zamanda Zengi de daha geniş topraklara yayılmadan önce Davud’la hesaplaşması gerektiğini anladı. Diyarbakır sindirilmeli ve silahsızlandırılmalıydı, yoksa bir yan taarruz korkusu taşıyarak asla Suriye içlerine ilerleyemezdi.

Musul boyunduruğundan daha yeni kurtulmuş olan Cezire İbn Ömer kasabasına hareket etti ilk olarak; ordusunu Dicle’nin karşı kıyısına kimini yüzdürerek kimini sandalla geçirdi ve buranın güvenilmez sakinlerinin yardımıyla kasabaya tam zamanında girdi, zira ertesi gün insan boyunda bir taşkın meydana gelmiş ve nehir geçilemez olmuştu. Cezire’den bir zamanların şanlı başkenti, Trajan’ın fethettiği -bu sayede Parthicus (Parthialı) lakabını almıştı- Nusaybin’e doğru yürüdü. Burası artık bir Artuklu şehriydi, Zengi bir kurnazlık yaparak burayı ele geçirdi; düşmanın, Mezopotamya’da ve Suriye’de yaygın biçimde ulak olarak kullanılan taşıyıcı güvercinlerinden birini yakalayıp bileğindeki mektupta yazılanları değiştirerek Nusaybin’in derhâl teslim olmasını salık veren bir mesaj yolladı ve bu emir Sancar tarafından derhâl yerine getirildi.

Burada kendisini yeni bir tehlike bekliyordu. Fırat’ın yukarı kesimlerine hâkim olan Edessa, Suruç, Bira vb. Hristiyanların ileri karakollarını oluşturuyordu ve Courtenay’li Joscelin’in elinde bu garnizonlar birer “seçilmişler topluluğu” idi. Bunları önlem almadan arkada bırakmak düşünülemezdi. Zengi bu zorluğun üstesinden, böyle inanılmaz bir hasımla girilecek bir mücadelenin ertelendiğine muhtemelen memnun olan Joscelin’le ateşkes yaparak geldi; böylece atabeyin Suriye’ye ilerlemesinin önünde bir engel kalmamıştı. Halep’ten kendisini Frenklerin kestiği haraçtan kurtarmasını talep eden bir çağrı aldığı sırada o, yeni bölgelerde düzen tesis etmekle meşguldü. İşte bu, tam aradığı fırsattı; derhâl Fırat’ı aştı (1128), Menbiç’i geçti ve Halep’te minnetle karşılandı. Haçlılara karşı durabilmiş tek Suriye hükümdarı, Şam Atabeyi Tuğtekin yeni ölmüştü. Zengi (şimdi “Suriyeli”) tam zamanında “her şeyden önce” onun yerini almaya ve umutsuz Müslümanları kâfirlere karşı savunmaya gelmişti.[40 - Talihsiz bir olay sekteye uğrattı hareketini. Halep hükümdarlarının hazine ve giysilerini incelerken kanlı bir gömlek buldu; bu, babasının idam edilirken giydiği gömlekti ve yanındaki karısı bu emri veren Selçuklu Tutuş’un torunuydu. Kontrol edilemez bir tiksintiyle Zengi onu bir kenara itti ve kadının tüm yakarışlarına ve yargıcın itirazlarına rağmen bir anda onu boşadı.]

Halep’in efendisi Zengi, Kuzey Suriye’de Hristiyanlara olabildiğince eziyet vermek üzere bir yıldan uzun süre kaldı. Sultanın Batı illeri hükümdarı beratıyla kuşanmış, uzun zamandır kendisi için bir tehlike teşkil eden, Halep’e bir günlük yol mesafesi uzaklığında yer alan çetin Atharip (Frenk’lerin Cerep’i) Kalesi’ni kuşattı. Seçkin savaşçılarla dolu garnizonu, pozisyonu ve savunucularının mizacıyla bu kale, Latinlerin en müthiş kalelerinden biriydi. Uzun bir süre Zengi’nin dehşetli saldırılarını püskürtmüşlerdi ancak o daha içerilere ilerledi ve asla yılmadı. Kuşatma altındakiler darboğazdaydı. Kudüs’te bulunan Kral Baldwin bir savaş konseyi düzenleyerek kaleyi teslim edip etmemek konusunda fikir aldı. Bazıları Sarazenlerin yakın zamanda hep yaptıkları üzere geri çekileceklerinden emin, bunun önemsiz bir mesele olduğunu iddia etti fakat vakanüvisin “tam bir şeytan” olarak betimlediği bir üye Zengi’nin bu hareketinde daha ciddi bir şey olduğunu iddia ederek “Bu kıvılcımların ardından bir alev yükselecek.” dedi. “Ve bu dumanın altında yanan bir ateş var. Bu, Taberiye’ye ayak izlerini bırakan genç aslan değil mi?”

Baldwin nihayet etrafı sarılmış olan şehirden çekilmeye karar vererek “atlıları, piyadeleri, sancakları ve haçları, prensleri, şövalyeleri ve kontlarıyla” Taberiye aslanını karşılamak için ilerledi. Zengi’nin danışmanları Halep’e doğru geri çekilmeyi önerdiler ama o hiçbirini dinlemedi: “Allah’a güvenelim ve sonucu ne olursa olsun onlarla yüzleşelim.” Çekilen orduyu beklemek yerine ileri atılarak karşılarına çıktı ve bunu dehşetli bir savaş izledi. Zengi, adamlarının başında, peygamberinin “Cehennemin tadını alacaksınız!” nidasıyla düşmanlarına saldırdıkça saldırdı. Haçlılar tamamen bozguna uğramıştı: “Tanrı’nın kılıçları düşmanlarının boğazlarını kın edindi.” Ancak birkaçı savaş meydanında olanları anlatmak için sürünerek kaçabildi. Kaçmaya yeltendiler fakat ne fayda! İş işten geçmiş, ok yaydan çıkmıştı bir kere, kimseye af yoktu; “şehit” bir kan denizine dalarak, bütün meydan ezilmiş cesetler ve kopmuş vücut parçalarıyla kaplanana kadar kafa kesti, kemikleri etlerden ayırdı. Yalnızca bu vücut yığınlarının altına saklananlarla gecenin karanlığından faydalanabilenler kurtuldu.

Son umudunu da kaybeden Atharip cebren alınarak hisarları yıkıldı, garnizonu ya esir edildi ya da kılıçtan geçirildi; kemik yığınları yıllarca açıkta kaldı. Böylece Cerep’te yaşanan terör sona erdi. Ne var ki kayıp tek taraflı değildi; Zengi yurduna dönmek ve adamlarını dinlendirmek arzusundaydı. Komşu kale Harim’le (Harenç) anlaşmaya vardıktan sonra 1130 yılında Müslümanlığın bu en meşhur lideri Musul’a geri döndü. Yaptıkları hakkında dedikodular yayıldı, adı yiğitlik ve vahşet anlamlarına gelen bir deyiş hâline geldi. Atharip meydanında Hristiyanlar adını “Kanlı” diye yazdılar, o da kanla imzaladı!

Zengi kutsal savaşa dört yıl ara verdi. Komşu beyler üzerindeki üstünlüğünü korumaya çalışırken Musul’da onu oyalayan çok şey vardı. Hükümdar sultanın 1131’de ölümü, Selçuklu halefleri için, Zengi’nin de payını aldığı yeni bir savaşı gündeme getirdi. İşte bu mücadele sonunda Zengi, Saki Karaya tarafından mağlup edilmiş, ordusuyla beraber Dicle’ye kadar takip edilmiş ve burada Tikrit’in idarecisi tarafından felakete uğramaktan kurtarılmıştı. Halife bu terslikten yararlanmak ve atabeylere geçmiş günlerin hesabını sormak istemişti, 1133 yılında Musul’u kuşattıysa da Zengi, kuşatmacıların etrafını bütün bütün sararak tam manasıyla haklarından geldi ve halife üç ay süren beyhude ataklarının ardından geri çekildi. Ufkun doğusunun bir kez daha sükûnete kavuşması üzerine atabey gözünü bir kez daha Suriye’ye dikti. Cihadı başarıyla yürütebilmek için Suriye’nin kalbi Şam’ı ele geçirmek hayati önem taşımaktaydı, hoş, burası şimdi Frenklerin bir ileri karakolu gibi bir şeydi ama Şam onun olmalıydı; arkasından Suriye ordularıyla “Ada”nınkileri birleştirip “Hristiyan köpeklerini” denize dökebilirdi.

Bu, ölümünden sonra neredeyse gerçekleşecekti ama yine de onun kaderine yazılmamış bir hayaldi. 1135’teki ilk denemesi başarıyla geri püskürtüldükten sonra Şam’ı bir grup sözde toprak sahibi adına yöneten becerikli devlet adamı Muineddin Unar (Latin vakanüvislere göre Ainardus) Zengi’yi yenebilmek için alabileceği tek önlemi aldı: Frenklerin tarafını tuttu.

Haçlılar ise İslam’ın bu dehşetli kahramanından en ufak bir çekince duymamış ve bu avantajdan yararlanarak Şam’ın yanında yer almaktan memnun olmuşlardı. Zengi 1137 yazında Suriye’ye vardığında Frenklerin Unar’ın tarafında olduğunu gördü ve ilk iş onları Kudüs kralıyla birlikte Barin (Mont Ferrand) Kalesi’ne sürdü. Arap tarihçiler baş döndürücü doruğuna yorgun kanatlı kuşların ulaşamayacağı ve Frenklerin zapt edilemez kıldığı bu kaleyi “Orion’un sırtı kadar yüksek, dağların zirvesinden daha yüce!” şeklinde betimliyorlardı. Bütün bunlara rağmen Zengi’nin mangonelleri[41 - Mancınık veya katapult, gerilmiş halatlar yardımıyla taş fırlatmaya yarayan bir aletti. O günün diğer önemli kuşatma silahı da balista (sapan) idi; dev bir ok veya Tatar yayına benzerdi.] duvarlarını topa tuttuktan sonra Barin, bayraklarını indirmek zorunda kaldı. Atabey Kral Fulk’a, Surlu William’ın da itiraf ettiği üzere “yeterince merhametli davranan bir düşman” olarak bir tören cübbesi hediye etti ve bitkin, cesareti kırılmış garnizonunu da muharebe şeref şeridi[42 - Bir şerefe iştiraki göstermek üzere, bir birliğe veya bir şahsa verilen mükâfat. Muharebeye iştirak ettiğini belirtmek veya birlik madalyası ile taltif edildiğini göstermek üzere, bir birlik bayrak gönderine, sancağına, makam forsuna takılan şerit veya kurdele. (e.n.)] taşıyarak gitmek zorunda bıraktı.

Bu sıra dışı af alelade bir ihtiyatın sonucuydu. Avrupa’dan gelen destek güçlerinin Suriye’ye vardıklarını öğrenen Zengi, Şam’la hızlı bir ateşkes yaparak Musul’a geri çekildi. Gerçekte ise onu alt etmek için inanılmaz bir kuvvet toplanıyordu. İmparator John Comneus Suriye’ye bir ordu getirmiş, yanına yalnızca haçlı devletlerini değil Şam’ın Müslüman liderini ve ona tabi olanları da almıştı.

John işe, Zengi’ye dostluk bildiren elçiler göndererek başladı; ayrıca hediye olarak gönderilen şahinler, av köpekleri ve Halep’in dokunulmazlıklarının korunacağını garanti eden bir anlaşmanın varlığını okuyoruz. Tabii ki bu vaatler, Hristiyan din adamlarının “Kâfirlere verilen sözler hükümsüzdür.” kuralını koydukları günlerde, üzerine yazı yazılmış bir kâğıt parçası kadar değerli değildi. İmparator daha sonra Bizaa ve Kfar Tab’ı alarak 1138 Nisan’ında Asi Nehri üzerindeki Üsame’nin ailesinin kalesi olan Şeyzer’i kuşattı. Zengi yardıma çağrıldı ve cebri yürüyüşle bastırdı. Düşmanı bu tepelerdeki yerlerinden atmaya yetecek kadar güçlü olmasa da saldırıları, Hasankeyfli David’in ilerleyişi, becerikli diplomatik hareketler ve nakit parayla, Latin prenslerinin ilgisizlik ve ciddiyetsizliklerinden tiksinmiş imparatorluğun fikrini değiştirdi. Zira kuşatmanın yirmi dördüncü gününde “Romalıların köpekleri” Zengi’nin anında el koyduğu on sekiz dev mancınıkla beraber diğer kuşatma silahlarını terk edip gittiler. “Böylece…” diyor İbnü’l Esir, “Allah inananlara savaşta yardım eder.”[43 - Kur’an, xxxiii, 25]

İmparatorun aracılığı beyhude bir çabaydı fakat Şam ve Kudüs arasındaki anlaşma devam etti. Zengi mevcut hükümdarın dul annesi Zümrüd Hanım’la evlenip kendi kızını da emîre vermekle Suriye başkentinin idarecilerini uzlaştırmaya boş yere çabalamış oldu.

Genç adam kısa zaman sonra öldürülmüş ve her şey yeniden başlamak zorunda kalmıştı. Unar’ı hiçbir şey, kendi kişisel iktası Baalbek’in Zengi’nin Kur’an ve talak-ı selase üzerine verdiği geçiş iznini yasallaştıran sözü üzerine 1139 Ekim’inde teslim olan garnizonunun vahşi infazı bile etkilemiyor veya korkutmuyordu. Bu kalleşçe katliam, yalnızca Hristiyanlarla kurulan, şimdi de resmî bir anlaşmayla perçinlenen bağları güçlendirmeye yaradı. Unar bu anlaşmayla Kudüs kralına ayda 20.000 altın destek akçesi ve Zengi’yi topraklarından atmaya yardım ettiği takdirde de Banias’ı vermeyi kabul etti. Kasaba beklendiği gibi bu garip müttefikler tarafından alındı fakat Zengi anlaşmanın son kısmını gerçekleştirme sıkıntısına sokmadı onları ve ordularını Suriye’den geri çekti. Selahaddin’in babasını, uzun süren ve güvenilir hizmetlerinin karşılığında Baalbek muhafızı olarak bırakarak bir kez daha boyun eğdirmeden Şam’dan ayrılıp Musul’a geri döndü.

Şam’ın gösterdiği direnç, Zengi’nin Suriye üzerindeki planlarını bozdu. Şimdi haçlılara farklı bir cepheden saldırmayı planlıyordu. Güneye çekilerek onlara kuzey dağlarından ani bir baskınla saldıracaktı. Hazırlıkları tamamdı; gerisini ve kanat kısımlarını Kürtleri sindirerek ve (yeniden inşa ettirip kendi adı el-İmadiye’yi verdiği ve bugün Amadiye olarak bilinen) Şarzar ve Aşhib’i ele geçirerek korumuş ve Ermeni şahıyla evlilik vasıtasıyla ittifak kurmuştu. Sonra kademe kademe düşmana doğru ilerledi. Ordusu, Diyarbakır surlarının önüne gelene dek Diyarbakır’ın kasabalarını bir bir ele geçirdi ve Arapların “Kılıç kâğıttan daha iyi bir senettir.” sözüne uygun olarak burayı kuşatmaya başladı. Oysaki amacı Diyarbakır değildi; gözlerini başka yöne dikmişti ve Doğulu vakanüvisin dediği gibi “Edessa’ya duyduğu arzuyu gizlemek için Diyarbakır’la oynadı.”

Eski rakibi Courtenay’li Joscelin piskoposlarca yönetilen o ünlü tatlı su şehri Callirhoe’yi elinde tuttuğu sürece Zengi ona yaklaşmaya cesaret edemedi. Kaygılı kont Diyarbakır ve Suriye’de terör estirmişti; Müslüman tarihçinin dediği gibi “inançsızlar arasında bir şeytan”dı o ve Edessa, Hristiyan devletinin en güçlü ileri karakolu olmuştu. Fakat Joscelin ölmüştü ve çok farklı ikinci bir Joscelin tahta geçmişti. Babası gibi Valiant II. Joscelin de Tilbeşar’daki (Turbessel) iktasının rahatlığını, tepelik ülkesinde çekeceği sıkıntılara -ama yalnızca birbirini tutmaz dürtüleri, miskinliği ve zevk düşkünü olduğu için- tercih etmiş ve Zengi’nin Diyarbakır’ı göstermelik kuşatması, kontun şirin Suriye kentine gitmeye karar vermesi için yetmişti. Latin takipçileri de onu seve seve izlemişlerdi ve böylece Edessa, korunmak için maaşları genelde bir iki yıl geç ödenen paralı askerlere güvenen, eli silah tutmayan “barışçıl adamların”, Keldani ve Ermeni tacirlerinin ellerine kalmıştı. Böylesi savunucularla en yılmaz surlar bile bir işe yaramazdı.

Şehir, hükümdarı ve seçilmiş haçlı şövalyeleri tarafından başıboş bırakılınca Zengi’nin beklediği fırsat karşısına çıkmış oldu; Diyarbakır üzerindeki kuşatmayı derhâl kaldırıp geniş bir orduyla Edessa üzerine yürüdü. Böyle gelin gibi bir şehri yıpratmak istemediğinden öncelikle garnizona “teslim ol” çağrısı yaptı fakat teklifi reddedildi. Baalbek’in akıbetini şüphesiz unutmadan Kur’an’a danışıp uygun bir kehanet bulması üzerine kuşatma emrini verdi. Mancınıklar ve becerikli lağımcılar getirmişti; mühendislerin girişlerini bombardımanlar ve sürekli saldırılarla gizledi; ta ki kuşatılanlar Kur’an’ın sözlerini hatırlayana kadar: “Bu engin dünya onlara dar geldi.”[44 - Kur’an, ix, 119.] Bir Arap şair ona şunu söyledi:

Sürer atlıları dalga dalga önünde
Ezip geçerler yeri estirdikleri tufanla
Sesi kesilir düşmanın mızraklarını duyunca böğründe