banner banner banner
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan


Arap peygamberin askerleri yedinci yüzyılda Mısır, Suriye, İran ve hatta Amuderya’nın öte yakasındaki toprakları kontrolleri altına aldılar ve sekizinci yüzyıl başlarında İspanya’yı kendi topraklarına katarak Berberi kıyılarının neredeyse tamamını fethettiler. Böyle mücadeleci ve saldırgan ırkların birlikteliğinden oluşan ve birbirinden bu kadar uzak toprakları bünyesinde barındıran bir imparatorluğun tek bir merkezî yönetime kati suretle itaat etmesi, hele de idare yetkisini Şam ile Bağdat arasında paylaştırarak bu durumunu uzun süre devam ettirmesi düşünülemezdi. Üstelik Müslüman sistemindeki valilik, Roma valiliklerine göre fiilî bağımsızlığını kazanmaya daha da yatkındı. Dinî olduğu kadar idari bir kavram da olan halifelik, yerel idarecileri ruhani lidere duyulan bağlılıkla çelişmeyecek nitelikte yetkiler elde etmek konusunda cesaretlendirdiği gibi, İslam’ın içinde mevcut olan sektler, özellikle de Ali’nin soyundan gelen eziyet görmüş kimselerden esinlenerek vücut bulan tuhaf ve fanatik bağlılıklar, devletin parçalanmasına kadar giden yolun önünü açtı.

Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Müslüman imparatorluğunun ipleri ya Abbasi halifesinin otoritesini reddeden ya da onu en azından nazikçe “inananların yol göstericisi” olarak tanımlayan -ki bu katıksız bir hürmet göstergesidir- hükümdarların eline geçmişti. Halifenin fermanı Büyük Harun Raşid döneminde bile İspanya veya Fas’ta etkili olmuyor ve Tunus’ta ancak sınırlı bir saygıyla karşılanıyordu. Önce Mısır, sonra Kuzeydoğu İran kısa zamanda batıda yaşanan aşırılıkları takip etti. Onuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise halifenin dünyevi etkisi, kendini koruması amacıyla getirttiği paralı askerlerin kumandanı tarafından üzücü bir şekilde hapsedildiği sarayının surlarının ötesine geçemedi. Bu dinî iktidarsızlık hâli Bağdat halifeliğinin 1258’de Moğollar tarafından sonlandırılmasına kadar pek değişime uğramadan devam etti. Zaman zaman Abbasiler, gerek komşularının güçsüzlüğü gerekse halifenin kişisel itibarı sayesinde Dicle ve Fırat vadilerindeki toprakların bir kısmının kontrolünü geçici olarak yeniden ele geçirdiler. O zaman bile, halifenin ordusu daha büyük olduğu hâlde ve halife, kendinden öncekilerden daha geniş bir hâkimiyet alanına hükmettiği hâlde, otoritesi Mezopotamya’da bir bölgeyle sınırlıydı ve etkisi, İslamiyetin ruhani lideri olarak saklı kalmakla birlikte Selahaddin’in siyasi dünyasında neredeyse görmezden gelinebilecek kadar azdı.

Bu siyasi dünya pratikte doğuda Dicle, batıda Libya Çölü’yle sınırlıydı. Selahaddin devlet işlerine karışmaya başlamadan önceki bir buçuk yüzyıl süresince Mısır’ı, Muhammed’in damadı Ali’nin soyundan gelmeleri sebebiyle Bağdat’taki Abbasi halifesini tamamen reddederek ruhani üstünlük iddia eden, ayrılıkçı bir hanedan olan Fâtımî halifeler idare etmişti. Haçlı seferlerine yol açan siyasi altyapı ile daha yakından ilgili olan şey ise Suriye ve Mezopotamya’daki durumdu. Bu bölgelerin tamamı, Kürdistan dağlarından Lübnan’a, ırksal ve siyasi olarak Arabistan’la müttefikti. Geniş Arap kabileleri, erken dönemlerden itibaren isimlerinin coğrafi bölgelerde hâlen korunduğu Mezopotamya’nın bu verimli vadilerine yerleşmişti.

Bedevi kabileleri, bugüne kadar yaptıkları gibi, her yıl, Arabistan’dan Fırat’ın çayırlık alanlarına, oradan oraya göçüp durdular ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de artık pek çok kabile, Suriye’nin çeşitli bölgelerine kalıcı olarak yerleşmiş durumda. Halifeliğin çöküşü doğal olarak bazı Arap kabilelerinin kendi idare ettikleri bölgelerde Arap krallıkları kurulmasına yol açtı, buna bağlı olarak da onuncu ve on birinci yüzyıllarda Suriye’nin büyük bir kısmı ve Mezopotamya siyasi olarak ağırlık kazandı fakat on ikinci yüzyılda bütün bunlar değişti. Araplar mutat yerlerinde kaldılar ve şimdi de olduğu gibi Diyarbakır’ın yukarı vadilerine kadar ülkenin her tarafını mekân edindiler fakat artık hayvanlarını otlattıkları bu topraklara hükmetmiyorlardı. Bu bölgelerdeki Arap üstünlüğü sona ermiş ve Türklerin hâkimiyeti başlamıştı.

On birinci yüzyıl süresince İran, Mezopotamya ve Suriye’ye akın eden Türkler, Amuderya’nın ötesindeki bozkırlardan gelen bir Türkmen başbuğu olan Selçuk’un torunlarının başı çektiği bir gruptu. Hızlı bir şekilde sefer üstüne sefer düzenleyerek önce İran’ın büyük kısmına yayıldılar; daha sonra diğer Türk boyları da orduları ile geldi ve böylece Batı Asya’nın tamamı, Afganistan sınırından Yunan İmparatorluğu’nun kıyısına, Mısır’a kadar aşama aşama Selçuklu egemenliği altında birleşti. İranlılar, Araplar ve Kürtler bu ezici fetih dalgasına hep birlikte boyun eğdiler. Egemenlikleri altına aldıkları topraklar çok geniş olmakla birlikte Selçuklular’ın istilasının önemi, büyük bir alana yayılmalarından çok daha derindir; ilerleyişleri Müslümanlık tarihinde İslami inanışı yeniden diriltmek suretiyle bir çağ açtı.

“Kendilerini gösterdikleri sırada halifenin imparatorluğu ortadan kalkmıştı. Bir zamanlar Müslüman bir hükümdar altında birleşmiş bir dünya, şimdi hiçbiri Mısır’daki Fâtımîleri bile kurtarmayacak olan (çünkü ayrılıkçıydılar) ve bir imparatorluğu yönetecek kapasiteye sahip olmayan, dağılmış hanedanların oluşturduğu bir yığından ibaretti. Hizipçiliğin yaygınlaşması, dağılmış imparatorluğun çeşitli yönetim merkezlerindeki bölünmüşlüğü artırdı. Radikal bir tedavi gerekliydi ve bu da Türklerin istilasıyla gerçekleşti. Şehir hayatı ve dine karşı duyulan ilgisizlikle bozulmamış bu kaba göçebeler, İslamiyeti hoyrat ruhlarının tüm şevkiyle benimsediler. Ölmekte olan bir devleti kurtarıp ona yeniden hayat verdiler. İran, Mezopotamya, Suriye ve Asya Minör’e yaptıkları akınlarla ülkeyi harap edip orada bulunan tüm hanedanların kökünü kuruttular ve böylece Muhammed’in Asya’sını Afganistan’ın batı sınırından Akdeniz’e kadar tek hâkim altında bir kez daha birleştirdiler. Müslümanların tükenmekte olan heveslerini alevlendirdiler, yeniden içlerine sokulan Bizanslıları geri püskürttüler ve haçlıların mütemadi yenilgilerini borçlu oldukları fanatik Müslüman bir savaşçı nesli yetiştirdiler.”[29 - S. Lane-Poole, Mohammedan Dynasties (Müslüman Hanedanlar), 149, 150]

Selçuklu imparatorlarının en asaletlisi Melik Şah, kafasındakileri çağa imzasını atarak gerçekleştirebilen birkaç hükümdardan biridir. Onun sarayına mensup olmak, fermanlarını elinde tutmak sadece bir onur ve ayrıcalık değil, aynı zamanda gerekli adap ve kuralların öğrenildiği bir fırsattı. Sultana hizmet sırasında insan ondan görerek öğreniyor, böylece çağının motifini ve vasfını yansıtan bu eşsiz şahsiyetin öncülüğünde standart bir ahlak oluşuyordu. Bir Arap tarihçinin aktardığına göre bir lider veya yönetici, halkın gözünde, sultanı takip ettiği ölçüde değer kazanıyordu; bu şekilde benimsenen standart, hükümdarın asla bayağı işler yapmayacağı fikrine önayak oluyordu. Adaleti sağlamak Melik Şah’ın ilk amacıydı; en büyük çabası insanlarının refahını artırmaktı. Yaptırdığı köprüler, kanallar, kervansaraylar, ticareti teşvik etmesinin ve hükmettiği bölgeler arasındaki iletişime verdiği önemin bir deliliydi. Yollar güvenliydi hatta denilir ki iki gezgin Merv’den Şam’a yanlarında bir muhafız olmadan gidebilirdi. Cömert, cesur, adil ve vicdanlı olan bu adam Müslüman hükümdar idealini gerçeğe dönüştürdü. Teşkil ettiği örnek her yerdeki takipçilerini derinden etkiledi. Karakteri ve devlet adamlığına söz söylenmeyen Melik Şah, prensiplerini ve başarılı düzenini daha da bilge bir adam olan bölgedeki en yüksek pozisyona sahip Nizamülmülk’e borçluydu. Nizamülmülk tarihin en büyük devlet adamları arasındadır. Müslüman methiye yazarları onun manevi erdemleri üzerinde epey kafa yormuş ve Kur’an’ı daha on iki yaşındayken nasıl ezbere okuduğunu iltifatla nakletmişlerdir ancak yeteneğinin esas tanığı, görevde bulunduğu yaklaşık otuz yılda imparatorluğun gösterdiği gelişim ve eriştiği refah düzeyiydi. Başarıların temelinde engin hukuk bilgisi, ayrıca öğrenmeye ve bilime olan desteği yatmaktadır. Bugün daha az tanınıyor olsa da “Rubaiyat”ından daha önemsiz olmayan Ömer Hayyam’ı astronomi araştırmaları yapmaya yönlendiren ve Bağdat’taki meşhur Nizamiye Medresesi’ni kuran odur. Melik Şah’ın buyruğu üzerine düzenlediği ve sultanın kanunu olarak kabul ettiği “Siyasetname”[30 - M. Schefer tarafından “Siasset Nameh” adıyla 1893’te, Paris’te yayımlanmıştır.] adlı eserinde, ilahi yasanın değişmez öğretisini somutlaştırarak hükümdarlık kavramının ideallerini ortaya koyan da yine odur. Elinde bulundurduğu egemenlik hiç şüphesiz Tanrı tarafından kutsanmıştı; yine de hükümdara emanet edilen işlerle ilgili olarak yaptıklarının hesabını en ince detayıyla Allah’a vermek sorumluluğu öğretide katı biçimde işlenmişti. Παντί δέ ώ έδοθη πολύ, πολύ ζητηθήσεται παρ’αυτοΰ. (“Kime çok verilirse ondan o kadar istenir.”) sözü kendisinden de ileri bir büyük “öğretmen”in olduğunun ayırdındaki vezirin ilkesiydi ve onun ideal mutlak hükümdarı mükemmellik hassasını üzerinde taşımalıydı. Bir hükümdarın karakterini eski bir Arap öyküsünden bir alıntıyla şöyle açıklıyordu: “Nefret, kıskançlık, gurur, öfke, ihtiras, açgözlülük, boş umutlar, kavgacılık, yalan, tamahkârlık, kötü niyetlilik, şiddet, kibir, fevrîlik, nankörlük ve ciddiyetsizlikleri bastırıp yalın, dengeli mizaçlı, nazik, merhametli, alçakgönüllü, cömert, güvenilir, sabırlı, müteşekkir ve merhametli, öğrenme sevgisiyle dolu adil bir insan olmalıdır.” Bir ciddi değerlendirme de kudretli bir ordudan ziyade hükümdara hizmetle ilgilidir. Ona göre, hükümdarın, adam kayırmadan ve haksız ödüllendirmelerden kaçınması, fazla şarap içmekten ve bir hükümdara yakışmayacak ciddiyetsiz hareketlerden uzak durması gerekirdi; oruç tutması, dua etmesi, sadaka vermesi ve diğer ibadetleri sıkı sıkıya yerine getirmesi yerinde olurdu. Her hâlükârda “orta yolu izlemek” gerekliydi çünkü İslam’ın peygamberi, farkına varmadan da olsa Aristo’dan alıntı yaparak hayırlı olanın “orta yol”u seçmek olduğunu söylemişti. Nizamülmülk’ün hükûmet sistemindeki en çarpıcı özellik, hükümdarın kullarına olan görevlerinin ve saray içindeki yozlaşma ve baskıları tespit etmek, cezalandırmak amacıyla yapılması önerilen ayrıntılı denetimlerin üzerinde ısrarla durmasıdır. Sultan iki haftada bir halkın huzuruna çıkacak, ne kadar aciz ve tanınmayan bir kişi de olsa herhangi bir kulu yanına gelip maruzatını anlatabilecek, adalet isteyebilecek ve sultan da onu şahsen, araya girmeden ve sabırla dinleyecek ve her vakayı hakkaniyetle çözüme kavuşturacaktı. Hükümdarın yanına serbestçe girilmesini sağlamak adına çeşitli önlemler de ileri sürülmüştü; İranlı bir hükümdarın örneği veriliyor, bir ovanın ortasında at sırtında halkın karşısına çıkması öneriliyordu; kapılar, engeller, bekleme odaları, geçitler, perdeler ve “kıskanç mabeyinciler” bu şekilde ortadan kaldırılacağı için herkes onu görüp yanına yaklaşabilecekti. Başka bir örnekte ise bir kral huzuruna çıkacak kimselere kırmızı kıyafetler giydirilmesini emretmişti ki bu şekilde onları kalabalıktan ayırabilecekti. Böylece Samani hükümdarının yöntemi kabul edildi. Hükümdar, mabeyincileri tarafından kovalanan mazlum bir kulu onu görür de çare sormaya gelirse diye, bütün gece tek başına, korumasız, yoğun kar yağışının altında büyük Buhara meydanında oturacaktı. Yerel yöneticilerin kötü idaresinin iyi denetlenememesi endişesiyle olağanüstü zorluklara katlanılmalıydı: “Bir memur bir göreve atandığında Tanrı’nın yarattıklarına iyi davransın. Onlardan gereğinden fazla parayı zorla almasın ve onu da isterken nazik ve düşünceli bir tavır sergilesin. Vergiler asla yasaca belirlenen günden önce toplanmasın, aksi hâlde yoksul kimseler mallarını yarı fiyatına satar; mahvolur, savrulurlar.”

Vergi toplayıcıların ve diğer memurların düzenli olarak denetimden geçirilmesi önerilmişti ve haksız davranana ağır cezalar verilmekteydi. “Casuslar…” diyor, “tacir, derviş vb. kılığına girerek sürekli ilden ile dolaşmalı ve duydukları şeyleri rapor etmelidir ki olan biten hiçbir şey gizli kalmasın.” Alınan diğer bir önlem de vergi toplayıcıların ve memurların her iki üç yılda bir yerlerinin değiştirilmesiydi; böylece onlar da bulundukları yere iyice yerleşemeyecek ve görevlerini kötüye kullanıp zorbalık edemeyecekti. Ayrıca, yüksek karakterli, kimsenin kendisinden şüphe etmediği ve ücretleri hazine tarafından karşılanacak müfettişler tüm imparatorluğu gözetim altında tutacaktı. Bu insanların “dürüstlüklerinin getirisi maaşlarının yüz katı olacaktır”. Kati ve düzenli bir ulak sistemi de bu müfettişler ve merkezî yönetim arasındaki iletişimi hızla sağlayacaktı.

Son olarak, derebeylerinin insanlara iyi davranması da her yıl salıverilen esirlerin imparatorluk sarayına gönderilmesiyle garanti altına alınıyordu ki burada en az beş yüzü sürekli olarak tutuluyordu. Adil bir yönetim sağlamak ve teftişleri sık sık yapmak adına hükümler belirlemek, hükûmetin yabancıların eline verildiği askerî bir örgütlenmeye dayalı bir imparatorlukta çok gerekliydi. Selçuklular’ın gücü büyük ölçüde kiralanan veya satın alınan askerlerden oluşan bir orduya dayalıydı ve idari işlerde de saray halkından sayılan köleler kullanılıyordu. Söz konusu yüksek makamlar olunca özgür kişilere güvenilemezdi, en azından uzak illerde… İranlı veya Arap yerlilerin Türk hükümdarlarına sadakatle bağlı olmasını beklemezlerdi; bu şekilde Selçuklu beylerine duydukları kişisel bağlılıkla ilintili olarak saraya getirilen kölelere güvenmek daha emniyetliydi. Çoğunlukla Kıpçak veya Tatar kökenli bu beyaz köleler veya memlukler, sultanın korumalığını üstlenmiş, sarayın ve karargâhın önemli görevlerine gelmiş ve kişisel beceri ve görgüleri derecesinde adım adım özgürlüğe ve güce ulaşmışlardı. Bunlar, efendileri olan sultan adına idari görevlerde bulunup -askerî hizmette sultana bağlı kalmak koşuluyla- kendilerine bağışlanan kaleler, kentler ve hatta illerle ödüllendirilirdi. Bütün imparatorluk, Türkler arasında yaygın gibi görünen ve Selahaddin tarafından Selçuklular’dan devralınıp Mısır’a taşınan ve burada yüzyıllarca Memluk sultanları tarafından uygulanıp devam ettirilen bu derebeylik sistemi çerçevesinde örgütlenmişti. İran’ın büyük bir kısmı, Mezopotamya ve Suriye, askerî tımarlar hâlinde parsellenmişti ancak sultanın izniyle iptal edilebilir nitelikteki imtiyaznamelere dayanarak buradan vergi toplayıp bu vergiyle geçimini sürdüren Selçuklu reisleri -memluk korumalarından eski köleler- tarafından yönetilirdi; tek şart sultan emir verdiğinde bir askerî birlik tedarik etmekti.

Derebeylik sisteminde daha üst görevlerdekiler, kendi tımarlarını, derebeylerine asker sağlamakla yükümlü olan astlarına kısım kısım dağıtırlardı; aynı bu astların da kademe kademe kendi altlarında çalışan hizmetkârlarından kendi egemenliklerini tanımalarını bekledikleri gibi. Askerî birlikleri bir araya toplamak için ilkel bir yöntem uygulandığını okuyoruz; karargâhtan karargâha veya köyden köye bir ok gönderiliyor, böylece taburların bir araya gelmesi istendiği anlaşılıyordu. Bir seferin sonunda bu birlikler serbest bırakılıp kışları geçirdikleri evlerine, bir dahaki baharda yeniden sancak altında buluşmak taahhüdüyle gönderiliyordu. Bu arada bir general sahada kalma ihtimali olan takipçilerinden, korumasıyla görevli olan askerlerden ve paralı askerlerinden memnun olmak durumundaydı. Görüleceği üzere Selahaddin bu âdeti her surette gözlemledi. Kendi topraklarında yaşarken vasallar yalnızca üretilenin yaklaşık onda birine denk gelen yasal vergiyi toplamaya yetkiliydiler, ayrıca insanlara baskı uygulamaktan ve bunların mallarını gasp etmekten kesinlikle menedilmişlerdi. “Toprak ve üstünde yaşayanlar sultanındır.” diye yazmıştı büyük vezir. “Derebeyleri ve idareciler yalnızca onları korumak amacıyla görevlendirilmiş muhafızlardır.” Şüphesiz, Selçuklu İmparatorluğu varlığını sürdürdüğü sürece her an her yerde olan casuslar da varlıklarını sürdürüp yozlaşmanın önüne geçtiler ancak böyle üstün bir hükûmetin olmadığı Nureddin ve Selahaddin’in teşkilatlı hükümranlığından önceki sorunlu dönemlerde “korunma”dan ziyade sefalet derebeylik zincirinin halkalarına eklenmiştir.

Arkalarında hizmetkârları önde kendileri, her an kavgaya hazır tavırlarıyla öne çıkan beyler ve emîrler hakkında sürekli bir şeyler okuyoruz. Böylesi bir tarafın Mezopotamya’nın çetin düzlüklerinde düşman birlikleriyle karşılaşmasının sonucu olarak olağan bir çarpışma veya belki bir zafer elde etmekten ziyade sonrasında bir katliam ve yağmanın yaşanması daha muhtemeldi. Çobanın, çiftçinin ve tacirin, komşu reislerin cengaverce çarpışmalarının ortasında geçen hayatları pek sıkıcı ve daha az tehlikeli geçmiyor, Melik Şah ve bilge vezirinin eşitlikçi kuralları da sıklıkla bu zafer coşkusunun gölgesinde kalıyordu.

Arap vakanüvis kaba gücün üzerinde durmaya eğilimliyse de barış içinde yaşayan halkın durumunu göz ardı etmezdi; burada belirtmek gerekir ki yüce efendisinin erdemlerine işaret ederken önceliği, üzerine basa basa kullarına karşı gösterdiği adalete ve nezakete verirdi. Musullu Akdoğan’a (Aksunkur) bilge ve halkını koruyan bir yönetici olmasından ötürü büyük hayranlık duyulurdu.[31 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 29,30.] Topraklarında mükemmel bir adalet egemendi; pazarlar ucuz, yollar tamamen güvenliydi ve düzen her yere hâkimdi. İlkesi, bir bölgede işlenen bir hatanın bölgenin kendisi tarafından telafi edilmesiydi; örneğin bir kervan çapulculuğa uğradıysa bu kervanın kaybını tüm çevre köyler hep birlikte karşılayacaktı, böylece tüm halk gezginlerin güvenliğini sağlamakta umumi inzibat görevi görecekti. Bu başarılı hükümdarın, sözünden hiç dönmediği kayıtlara geçirilmiş ki bu, haçlılar döneminin Hristiyan liderlerinden çok Müslüman liderler için söylenebilecek bir şeydi.

Adil ve erdemli bir reis, doğal olarak hizmetkârlarında bir öykünme duygusu uyandırır; birçok durumda da bu gibi etkilenmelerin izlerini görmek hiç de zor değil. Büyük bir beyin bütün çabası, etrafında sağkolu olabilecek kadar güveneceği, arazisini geliştirecek ve politikasını bu arazilerin idaresinde uygulayacak hizmetkârlar ve daha alt kademedeki derebeylerden oluşan sadık bir grup oluşturmaya yönelikti. Ailesinin devamlılığı onların sadakatine bağlıydı. Bir bey öldükten sonra vasalları ve memlukleri vârislerinin yardımına koşar, ondan tımarın vekâletini alıp vâris ölen beyin yerine geçerken onu desteklerdi. Zayıf bir yöneticinin ne yazık ki böyle hararetli bir zamanda pek şansı olmazdı; bir hükümdar savaşta güçlü, barış zamanı sağlam olmalıydı. Zaman zaman bir emîrin vasallının isteklerini karşılamakta ve onların bağlılığını sürdürmekte başarısızlığa uğradığı da olurdu, bu durumda bu destekçiler hizmetlerini daha popüler bir efendiye sunmayı seçerdi.

Askerî karakteri ve önderlerinden birçoğunun acımasızlığına rağmen Selçuklu medeniyetinin hiçbir özelliği eğitime ve bilgiye verilen yüksek önemin ötesine geçemez. Müslüman ülkelerde daha önceden de okullar olduğu hâlde on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Doğu’da Nizamülmülk’ün etkisiyle eğitimde yaşanan büyük gelişmelerin tek nedeni Selçuklu’nun hamiliğidir. Nizamülmülk tarafından kurulan Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesi veya Medresesi İran, Suriye ve Mısır’ın tamamına yayılan öğrenme aşkının kalbi olmuş ve Kahire’deki Ezher Medresesi’nden gelen bilgelik akımıyla birleşmiştir. Selçuklu şehzadeleri arasında bir medrese kurmak; bir cami inşa etmek veya bir kenti “kâfir”lerin elinden kurtarmak kadar kutsal bir işti.

Aynı ruh, Selçuklu’nun güç kaybettiği dönemlerde peyda olan büyük vasalların ve sayısız hanedanların eğitim konusuna özel ilgi göstermesine yol açarak Selahaddin’in zamanına dek Şam, Halep, Baalbek, Emesa, Musul, Bağdat, Kahire ve diğer kentleri bilgin yatağı hâline getirdi. Müderrisler aynı Orta Çağ’da Avrupa’da olduğu gibi medreseden medreseye gezerdi. Bu eğitimli adamların ve vezirlerin çoğu (Bu ikisi genelde birleşikti.) Selçuklu sultanlarının soyundan gelenler veya onların saraydaki görevlileriydi. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve askerî yeteneğiyle Musul Atabeyi Zengi, Melik Şah’ın avladığı hayvanların bulunduğu ahırda, hükümdarın leopar avına çıktığı sırada yanına aldığı köpeklerin bakıcılığını yapan hizmetkârı, büyükbabasından “bonkör” anlamına gelen “el-Cevad” soyadını alan veziri ve sağkolu Cemaleddin’in yardımı olmasa geniş imparatorluğunun dizginlerini elinde tutamazdı. Arka arkaya görev aldığı hükûmetlerde o kadar ustalıklı bir idare sergilemişti, ayrıca tavırları ve konuşması o kadar etkileyiciydi ki Zengi onu yakın arkadaşı mertebesine yükseltip ona beyliğinin başmüfettişlik ve devlet divanının başkanlığı görevlerini verdi. Maaşı topraktan elde edilen ürünün onda biriydi, o da bu serveti bol bol hayır işlerinde kullandı, Mekke ve Medine’deki hacıların ihtiyaçlarını bonkörce karşıladı, su kemerleri yaptırdı, camileri restore ettirdi ve birçok insana aylık bağladı. Öldüğünde, dul ve yetimlerin ve onu velinimeti gören birçok fakirin “feryadıyla gök inledi”.[32 - İbn Hallikân, iii, 295-299]

Tüm Müslüman âleminden bilge ve eğitimli kişilerin oluşturduğu geniş bir grup çeşitli görevlere getirildi. Nişabur’dan gelen müderrisler Şam’daki dinleyicileri mest etti. İranlı es-Sühreverdi gibi sufiler, İbn Asakir gibi Selahaddin’in de 1176 yılındaki cenazesine şahsen katıldığı gelenekçi âlimler bir araya geldi. Aynı yıl Kahire’ye, Endülüs’ün Xativa kentinden Doğu’da yeniden parlayan eğitim ateşinin sıcağına kapılıp sürüklenen bir yabancı geldi. Bu, Kur’an’daki “çeşitli dersler” üzerine 1173 mısralık bir şiir yazan ve bunu yalnızca “Tanrı’nın rızasını kazanmak” için yapan İbn Firro idi. Bu olağanüstü âlim, hafızasının dudak uçuklatacak kadar çok bilgiyle dolu olduğunu söyleyerek acizane bir itirafta bulundu! Ne var ki iş kalabalık dinleyici kitlesine ders anlatmaya gelince ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı. Bu durumda Selahaddin döneminin başhâkimi ve Mısır’ın idarecisinin onu kendi evinde ağırlamasına ve hatta kendi özel kabrine defnetmesine şaşmamalı. Bu gibi filozoflar gaddar reislerin içlerinde yanan ateşi dingin akıllarıyla yatıştırdılar. O devrin büyük askerlerinin çoğu bu kültürlü insanların oluşturduğu topluluktan büyük zevk alırdı; öyle ki muzaffer Atabey için “bilek gücü şarkıcıların ahenkli müziğinden daha aziz” veya “güçlü bir düşmanla anlaşmaya çalışmak bir sevgiliyle gönül eylemekten daha büyük bir zevk” olsa da o bilge danışmanı el-Cevad’ın arkadaşlığını seviyordu.

Arkasından gelen Nureddin bu âlim topluluğuna canıgönülden bağlıydı, şairler ve edebiyatçılar etrafında toplanırdı. Selahaddin ise bilgili teologlarla tartışmaktan ve ağırbaşlı hukukçularla sohbet etmekten özellikle keyif alırdı. Aralarındaki en kana susamış bey bile yanında şairi ve tarihçisi olmadan yapamazdı. Daha sonraki yüzyıllarda aynı şey Mısır’ın Memluk sultanları arasında da baş gösterdi. Göründükleri kadar barbar ve vahşi oldukları, kan dökmeye ve hıyanete bu kadar eğilim gösterdikleri hâlde bu insanlar sanata da değer verdiler, edebiyatı teşvik ettiler ve Kahire’yi çarpıcı bir mimariyle güzelleştirdiler. Doğu’da, öyle görünüyor ki şiddet, beğeni ve kültürle iç içe varlığını sürdürdü. Tatlı şarkıcıların müziğiyle bunalım nöbetlerini bastıran da yalnızca Saul değildi.

Selçuklu egemenliğinin etkileri oldukça yaygın olduğu hâlde hanedanın ömrü pek kısa oldu. İran’a fatih unvanıyla girişlerinden elli yıldan az bir süre sonra, cesaretle planlayıp muhteşem biçimde korumayı başardıkları bu engin doku parçalara ayrıldı. Birbiri ardına ülkeyi yöneten 3 Selçuklu imparatoru uçsuz bucaksız topraklarını rekabet veya isyan korkusu olmaksızın kişisel hâkimiyetleri altında tutmayı başardılar ancak Melik Şah’ın 1092’deki ölümünün ardından oğulları arasında başlayan iç savaşla imparatorluk bölündü. Selçuklular Nişabur’da, İsfahan’da, Kirman’da egemenliklerini sürdürdüler; aynı şekilde Şam, Halep ve Anadolu’da da onlar vardı fakat bu muazzam yapının kaplamaları, iç ve dış baskılara fazla dayanamadı ve döküldü. Tahttan devrilmeleri feodal yapılarının hazırladığı kaçınılmaz bir sondu. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Kendilerini savunmaları amacıyla getirttikleri köleler, şimdi onlara karşı bir saldırı içindeydi ve imparatorluklarını korumak üzere oluşturdukları tımar sistemi karşılarına en büyük tehlike olarak çıktı. Avrupa feodalizminin en zayıf yanı Selçuklu sistemi için de eşit ölçüde belirgin oldu. Köle, efendisine hizmet borçluydu ve vasal da kendi yöneticisine bağlılık göstermeliydi fakat hizmet ve sadakat hemen üst kademedeki kişiden öteye gitmiyordu. Eğer bir vasal şefi kendini beyine baş kaldıracak kadar güçlü hissediyorsa bu vasal şefinin hizmetkârları, alt kademedeki vasalları ve köleleri de onu izliyordu çünkü onların bu beye bir minnetleri yoktu. Bunun yanı sıra beyin boyunduruğunun kabul edildiğine dair bir tabiyet yemini gibi bir akit de yoktu ortada. Gerçi bu alt kademedeki vasalları asi bir beyden koparak tahtın diğer tarafına geçmekten alıkoyan şeyin sadakat duygusu olduğu görülüyordu. Hükümdarın gücü azaldıkça bu sadakat duygusu da işlerliğini yitirdi ve derebeyliğin büyük beyleri vasallarının da tam mutabakatıyla kendilerine ait krallıklar kurmaya muktedir oldular. İmparatorluk kendi içinde bölündüğünde bir zamanlar onun emrinde savaşan ve onun tarafından ödüllendirilen beyler şimdi bağımsız prensler hâlini almışlardı. İmparatorları için zaferler kazanan memlukler, şimdi bu imparatorların vârislerine efendi veya atabey olmuş, vekâleten üstlenilen görev şimdi egemenlik üzerinde tam hak iddia etmek ve saltanatı devralmakla yer değiştirmişti.

12. yüzyıl, Selçuklu İmparatorluğu’nun büyük kısmının memluklükten yükselen kralcıkların elindeki tımarların bağımsız devletler hâline geldiğine tanıklık etti.

İran’da ve Amuderya’nın öte yakasında bir şaki ve bir başkâhya güçlü hanedanlar kurdular ve bu kölelerin köleleri, beylerin beylerinden oluşan bir nesil efendilerinin topraklarının eteklerinde ufak çaplı beylikler kurdular. Bu yolla bir köle, efendisinin vârisinin hükümdarı oldu ve ölümü üzerine Şam’da kraliyet üzerinde güç elde etti. Musul’un uzun soluklu atabeylerinin kurucusu, Melik Şah’ın kölelerinden birinin oğlu olan Zengi, Artuklular ve Mezopotamya’daki diğer yerel hanedanlar böylelikle köklerini aynı kaynaktan alarak kendi kaderlerini belirledi. Ne var ki ne denli hor görülmüş bir kökenden gelseler de bu herhangi bir aşağılanmaya yol açmadı. Doğu’da bir köle genelde bir oğuldan yeğ tutulurdu, Melik Şah’ın kölesi olmak da özel bir saygınlık göstergesiydi. Selçuklu’nun köle vasalları Orta Çağ aristokrasisinin herhangi bir “piç”i kadar onurlu ve saygıdeğerdi. kendileri hükümdar olduklarında önceki efendilerinin yüksek geleneklerini içselleştirip sülalelerine aktardılar. Suriye ve Mezopotamya atabeyleri Melik Şah’ın veziri tarafından başlatılan medenileştirme çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar iç karışıklıklar nedeniyle yarıda kesildi; gelgelelim 12. yüzyılda temel engel haçlılar idi.

2. BÖLÜM

1. HAÇLI SEFERİ 1098

Melik Şah’ın 1092’de ölümünün hemen ardından oğulları arasında bir iç savaş patlak verdi. Bundan dört yıl sonra 1098’de Birinci Haçlı Seferi doğuya doğru ilerleyişine başladı, aynı yıl Urfa (Edessa) ve Antakya gibi büyük kentler ve birçok kale ele geçirildi. Hristiyanlar 1099’da Kudüs’ün hâkimiyetini yeniden kazandılar. Sonraki birkaç yılda Filistin’in büyük kısmıyla, Suriye kıyıları, Tartus, Akka, Trablusşam ve Sayda (1110) kentleri haçlıların eline geçti ve 1124’te Sur’u fetihleri güçlerini taçlandıran bir adım oldu. Bu hızlı zafer, kısmen kuzeylilerin fiziksel üstünlüklerine ve cesaretlerine bağlıydı ama daha büyük ölçüde düzenli bir direnişle karşılaşmamalarıyla da ilintiliydi. Nizamülmülk efendisinden önce öldüğü için imparatorun vârisleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltecek becerikli bir devlet adamı yoktu.

Selçuklu prensleri kardeşler arası mücadelelerle tahtı tahrip ededururken önemli vasallar bağımsızlığa giden yolda henüz güçlerinin farkına varamamış, parçalanmış hükümdarlığın artıkları peşinde çarpışıyorlardı. Her biri komşusuna hasetle bakıyor fakat henüz hiçbiri önderliğe soyunacak kadar kendine güven duymuyordu. Hanedan kurucuları arenadaydı fakat henüz kurulmuş bir hanedan mevcut değildi. Selçuklu, Mezopotamya ve Suriye’de hâlen ismen üstün idiyse de sayısız kent idarecisi ve kale muhafızı, Selçuklu’nun gücünün gür bir sesin yankısından başka bir şey olmadığını ve topraklarına güçlü bir hükümdarlığın el uzatabileceğini yeni yeni fark ediyordu.

ANTAKYA’YA SALDIRI, 1098

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

Şimdi, ölmek üzere olan bir kudretli imparatorluğun son çırpınışları başında şaşkın bir bekleyiş, belirsizlik ve tereddüt, yeni güçler nüfuz kazanana kadar süren bir kargaşa hâkimdi, kısacası Avrupa’dan yapılacak bir istila için en uygun zamandı bu. Bir nesil öncesinde Selçuklu durdurulamaz bir durumdaydı ve bir sonraki neslin Selçuklu’dan kalan Suriye tahtına iyice yerleşmiş bir Zengi veya bir Nureddin muhtemelen istilacıları denize dökerdi. Birinci Haçlı Seferi’nin vaizlerinin başına konan bir talih kuşu onları, önemini zar zor kavrayabildikleri bir fırsatı değerlendirmeye sevk etti. Münzevi Peter ve II. Urban dirayet göstererek bu kutlu anı, sanki öncesinde Asya siyasetine ilişkin derin bir çalışma yapmış gibi, isabetli bir an olarak belirledi. Haçlılar, ağaç kütüğünü yaran bir balta gibi Müslüman imparatorluğunun gövdesini bir süreliğine kıymıklara ayırmış gibi görünüyordu.

Selahaddin’in doğumundan yedi yıl önce, 1131’de, Anjou Kontu Fulk, Kudüs tahtına çaktığında Latin Krallığı hâlâ zirvedeydi. Suriye ve Mezopotamya’nın yukarı kesimi, neredeyse her gün gerçekleştirdikleri akınlarla Mardin’den Diyarbakır’a, El-Ariş’ten Mısır’ın nehrine dek ulaşan haçlıların ayakları altındaydı. Buna rağmen ülke henüz boyun eğmemişti. Haçlılar kendilerini kısmi bir işgalle tatmin ettiler; kıyı kesimlerini ve Ürdün ve Lübnan’a kadar iç bölgelerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurdukları süre içinde ciddi olarak tam bir istilaya girişmediler. Halep, Şam, Hama, Humus gibi önemli şehirler hâlen Müslümanların elindeydi ve çeşitli kereler yaşanan badireler esnasında buraları ele geçirme ihtimali baş gösterse de Hristiyanlar bunu başaramadı. Kudüs dışında hâkimiyetleri altında tuttukları tek önemli şehir -ki bunu da kaybetmek üzereydiler- Urfa (Edessa) idi. Destekçi prenslikleri, kontlukları, beylikleri ve iktalarıyla Latin Krallığı sistematik bir fetihten ziyade silahlı bir işgal niteliği taşıyordu hatta işgal demeye bile yeterli bir durum yoktu. “Frenk” toprakları en geniş hâliyle bile kuzeyden güneye sekiz yüz kilometreden biraz fazla bir alana yayılmıştı fakat doğu-batı yönünde seksen kilometreden nadiren geniş, genelde de bundan daha dar bir bölgeyi kapsamaktaydı. Kuzeyde Urfa (Edessa) Kontluğu, Diyarbakır sınırından (çoğunlukla üzerinden) Halep’in biraz kuzeyine, Suruç, Tilbeşar (Turbesel), Samsat ve Antep iktalarını da içine alarak uzanıyordu.

KUDÜS’ÜN ALINMASI

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

Urfa (Edessa) Kontluğu’nun batı ve güneyinde, Kilikya bölgesindeki Tarsus ve Adana’nın da bir zamanlar sınırları içinde yer aldığı Antakya Prensliği yer alıyordu ancak çoğunlukla kıyıda Ceyhan Nehri’nden biraz kuzeydeki Markap’a, karada başlıca iktaları arasında Atharib (Cerep), Maaret, Nehavend ve Lazkiye (Ladikiya) Limanı’nın bulunduğu Müslüman şehirleri Halep ve Hama’ya kadar uzanıyordu. Antakya’nın yine güneyinde, Lübnan ve Akdeniz arasında, Markab, Tartus, Karak, Trablusşam ve Cubeyl’i içine alan Trablusşam Kontluğu ince bir şerit hâlinde uzanıyordu. Tüm bu devletlerin idaresi, kendi toprakları Sayda’nın ilerisinde Beyrut’tan, Sur, Akka, Kaysariye, Arsuf, Yafa’ya, Mısır sınırında Aşkelon Kalesi’ne, doğuda Ürdün Vadisi’ne ve Ölüdeniz’e kadar yayılan Kudüs kralına aitti. Başlıca bölgeleri arasında Yafa ve Aşkelon Kontluğu [Yavne (İbelin), Tel-es Safi ve Mirabel (Migdat Afek) kaleleriyle Gazze, Lut ve Ramallah kasabaları dâhil], Karak (Crac des Chevalliers) ve Şobak lordlukları ve bunların yanı sıra Şam’dan Mısır’a giden kervan yolunu kesen Ölüdeniz’in ileri kesimlerindeki iki uç hisar; Tiberiye, Safed, Kaukab (Belvoir) ve oldukça iyi korunan diğer yerlerle Celile Prensliği; Sayda Lordluğu ve Tibnin (Toron), Beysan (Beth-Şan), Nablus vb.[33 - Archer and Kingsford, Crusades, ch. vii.] gibi ufak çaplı iktalar yer alıyordu.

Haritaya bir göz atılırsa Hristiyanların sahibi olduğu bu toprakların büyük kısmının, Frenklerin akınlarına karşılık olarak sık sık misilleme baskınları yapılmasının beklendiği bir Müslüman şehrinden veya karargâh edinilmiş bir kaleden bir veya en fazla iki günlük yürüyüş mesafesi uzaklıkta olduğu görülür.

Selahaddin’in kendinden yaşça büyük çağdaşı Arap Üsame’nin hayat hikâyesinden, devamlı bir gerilla çarpışmasıyla dostane ve sükût içerisinde geçen süreçlerin birbirini izlediği bir dönemin yaşandığı anlaşılıyor. Birinci Haçlı Seferi’nin ilk yerleşimcilerinin genel eğilimi Müslüman komşularıyla şüphesiz barışçıl ilişkiler kurmaktı. Hristiyanlara ait bölgelerde toprağı işletenlerin çoğunluğu tabii ki Müslümanlardı ve onlarla sürekli ilişki içinde olmak ve yakın sosyal ve ailevi bağlar kurmak, aradaki farklılıkları törpüleyerek ortak ilgileri ve ortak erdemleri belirgin hâle getirdi. Günümüzde Doğu’da yaşayan Avrupalı bir ailenin üçüncü nesle az çok Doğululaşmadan geçmesi imkânsız gibidir. Bu topraklara ilk gelen haçlılar, Suriye’de otuz yıl yaşadıktan sonra karakter ve alışkanlıklar açısından kısmen fethettikleri, aralarında yaşadıkları ve kadınlarıyla evlenmekten kaçınmadıkları bu insanlar arasında asimile olarak Levantenlere dönüştüler; “pullani” veya “kırma” adını aldılar. Müslümanlar ise evlilik konusunda biraz daha katıydı; “çok tanrılı” teslisçiler ile yapılacak evlilikleri güçlükle onaylıyorlardı fakat onlar için çalışmaya ve onların paralarını almaya oldukça hevesliydiler; ayrıca pek çok Müslüman yönetici Müslüman komşularına karşı bile olsa, Frenklerle ittifak kurmayı uygun buluyordu.

Rakip ırklar arasındaki bu ilginç yaklaşımın Şizar prensi doksanlık Üsame’nin büyüleyici hatıratında açıkça takdirle karşılandığını görüyoruz. Tarihî bir tanık olarak Üsame yaşadığı dönem konusunda şanslıydı.

Üsame, zapt edilen Antakya’nın Frenklere bir “dayanak noktası” oluşturarak Kudüs’ün fethine doğru ilerlemelerine imkân vermesinden üç yıl önce, 1095’te doğup 1188’de kutsal şehrin Selahaddin tarafından yeniden ele geçirilmesinden çok kısa bir süre sonra öldü. Haçlı girişiminin neredeyse tüm akışına, med ve cezrine tanıklık etti. Doksan üç yıllık uzun ömrüne Kudüs’teki Latin hâkimiyetinin tamamını sığdırmış, yalnızca Aslan Yürekli Richard’ın haçlı seferini kıl payı kaçırmıştı. Ailesi Beni Munkid, yıkıntıları hâlen Asi Nehri’nin üst kısımlarında duran kayalık Şizar Kalesi’nin vârisleriydi. Ensariye Dağları’nın dik uçurumunun kalkan görevi gördüğü; önce nehirden sonra kayalığa oyulmuş bir tünelden geçen, arkasından tahta bir köprüyle karşıya geçilebilen derin bir yarı aşarak devam eden patikayla ancak ulaşılan kale, güçlü olduğu kadar Antakya ve Trablusşam gibi haçlı merkezleri arasında yer alan Hristiyan garnizonlarına komşuydu ve bu konumu da burcundaki mazgalların altından sürekli olarak geçen akıncılarla riskli temaslar kurmasına neden oluyordu.

Şizar, Ortodoksluğu diplomasiyle idare etmeyi en güvenli politika olarak seçen Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki o sınır devletlerinden biriydi. On ikinci yüzyıl boyunca hiç fasılasız devam eden bu çekişmeyi gözlemlemek için bundan daha iyi bir seyir noktası seçilemez ve bu yarışmayı “kaptan köşkü” Şizar’dan gözlemleyen bu Arap şeyhinden daha yetkin veya uygun bir tanık bulunamazdı. Savaşa katılan tüm önemli liderleri tanıyordu ve sıklıkla da bu çarpışmada yer aldı. İlk savaşı, Zengi’nin gelişinden önce, Hristiyan saflarına dehşet saçmak için diğer herkesten daha çok çaba harcayan şu gaddar Türkmen İlgazi komutasında gerçekleşti. Üsame, Zengi’ye bizzat hizmet etmiş, Eyüb’ün tam zamanında gelen kurtarıcı hamlesinin Selahaddin’in ailesinin kaderini belirlediği Dicle üzerinden Tikrit’e yapılan meşhur harekete bilfiil katılmıştı. Şizar’a saldırı düzenlediği sırada Tancred’i birkaç kez görmüş ve bu haçlının kalenin kumandanından hediye olarak aldığı güzel atı hatırlamıştı. Bourg Kralı Baldwin 1124 yılında birkaç ay boyunca kalede esir tutulmuş, serbest bırakıldığı an ev sahibinin nezaketine, “daha Frenkçe” tüm taahhütleri bozarak karşılık vermişti. Courtenay’li Joscelin, Asi Nehri üzerinden sürekli olarak geçen alayların içinde yer alan silahlı seferlerin bir diğer tanınmış figürüydü. Otobiyografi yazarı, İmparator John Comnenus’un bile kendi kartal yuvasını “züppelikle” abluka altına aldığını gördü. Üsame daha sonra Akka’da Kral Fulk’ı ziyaret ederek hiçbir “ortak dil” bilmediği için bir çevirmen yardımıyla kendisi de Arap olduğu hâlde kendisini bir şövalye olarak nitelendirebileceğini şu sözlerle anlattı: “Irkım ve ailemin üslubuyla şövalye diyebilirim, zira bir şövalyede hayranlık duyduğumuz şey onun lagar ve boylu olmasıdır.” Üsame’nin tanışıklık kurduğu kişiler Şizar’da veya Frenk topraklarına yaptığı kısa yolculuklarda tesadüfen karşılaştığı birkaç yüksek şahsiyetle sınırlı değildi. Uzun yıllar Şam’da yaşamış; Nureddin’in sarayında onun adına Mısır’la diplomatik görüşmeler yürütmüş; Kahire’de bir süreliğine Fâtımî halifesinin misafiri olmuştu. Ayrıca Kom Aşfin yakınlarında iki yüz büyük baş hayvan ve bin tane koyun yetiştirdiği, zengin hububat ve meyve hasatları kaldırdığı bir iktada çiftçilik yapmış ve son zamanlarında şiirini ve doğaçlama anlatımlarını zevkle dinleyen Selahaddin’le yakın ilişki kurmuştu.

NORMANDİYALI ROBERT BİR SARAZENİ ATTAN DÜŞÜRÜYOR

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

Üsame, yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve onların oryantal yaşama alışıp Müslüman komşularıyla arkadaşlık ilişkileri kuran aileleri ile Filistin’de bu iki inanç arasında oluşan hoşgörüyü yıpratan patavatsız bir coşku ve yağma hırsıyla dolu yeni gelen bir grup bağnaz hacı ve düşkün maceracıyı birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor. “Aramıza gelip yerleşen ve Müslüman toplumunu geliştiren Frenkler onlara yeni katılanlardan çok daha üstündür.” diyor. “Yeni gelenler Müslümanlara aşina olan diğer yerleşimcilerden değişmez biçimde daha insaniyetsizler.” Yerleşik hayata geçmiş haçlılar ve komşu Müslümanlar arasında kişisel dostluk oldukça sık görülmekteydi ve bir Müslüman’ın bir Hristiyan şövalyesinin konukseverliğinden keyif alması da garipsenecek bir durum değildi. Bizzat Üsame’nin de mason tarikatları içinden, diğer tüm Frenklere tercih ettiği ve “arkadaşlar” dediği, tanışıklık kurduğu kişiler vardı. Kudüs’ü ziyaretinde ona kendi küçük tapınaklarından Hristiyan mabedi hâline gelmiş Mescid-i Aksa’ya yakın olan birini Müslümanca dualarını etmesi için açtılar; tapınağa onunla birlikte yürüdüler; onu Kubbet’üs Sahra’ya ve Kubbetü’l Miraç’a götürdüler. Üsame, St. John şövalyelerinin misafirperverliğine de övgüsünü esirgemiyor. O, tanıklık ettiği törensel kapışmalar ve su işkenceleri Hristiyan adaletine olan saygısını artırmadığı gibi “kâfir”lerle nadiren anlaşma yapan haçlıların yeminli bağlılıklarını sıklıkla ihlal etmeleri karşısında öfkesini gizleyememiştir. Bir taraftan mertliklerine büyük bir hayranlık duyarken, savunma taktikleri, önlemleri, düzenli hareketleri, tuzak ve sürprizlere karşı dikkatli tutumları ve zafer sonrasında kendilerini pervasızlığın hazlarına kaptırmaktan alıkoymaları üzerinde özellikle durmuştur. Diğer taraftan ağırbaşlı bir Doğulu olarak, Frenklerin her düzeyden gereksiz neşe gösterilerini, sevinçli kahkahalarını ve çılgınca eğlence peşinde koşmalarını onaylayamıyordu. Doğulu bir beyefendi olarak sağduyu ve mevki sahibi adamların çocukça maskaralıklarına ve kocaman sırıtışlarına asla anlam veremiyordu. Hatta hassas bir duygu olan tutkunun ufacık da olsa alenen sergilenmesini daha da az kaldırabiliyor, gerçek bir Müslüman gibi bunu hareminin perdeleri arkasına gizliyordu. Haçlı erkeklerinin karılarına sağladıkları şaşırtıcı özgürlüğe kesinlikle tahammül edemiyordu.

“Ne onurun ne demek olduğunu biliyorlar…” diye yazmıştı, “ne de kıskançlığın… Dışarıda karılarıyla yürürken başka bir erkekle karşılaşırlarsa bu adamın karısının elini tutup onu yanına alarak konuşmasına izin veriyorlar, bu arada kocası da konuşmaları bitene kadar uzakta bekliyor! Kadın konuşmayı fazlaca uzatırsa, kocası oradan ayrılıyor ve kadını arkadaşıyla yalnız bırakıyor!”

Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki bu ortak hoşgörü ve iyi niyetin oluşturduğu barışçıl tablo pek uzun sürecek gibi değildi. Fanatizmin bir tek kıvılcımı bu ekini tutuşturacaktı. Kıvılcım her iki taraftan da geldi.

İlk Haçlıların daha hoşgörülü ve uyumlu, hem de dikkatsiz ve hovarda olmalarına oranla, sonradan gelenler güç gösterisi yapmak için daha çok neden buldular. Siyasi bir macera ve askerî bir ilhakın arkasından göstermelik bir hac dönemi ve ona eşlik eden öylece üstü örtülmeye çalışılmış haydutluk… İlk gelen haçlılar Filistin’i dinî bütün ziyaretçiler için güvenli bir bölge hâline getirir getirmez tapınaklar, kısıtlı görgüleri önceki Hristiyan yerleşimcilerin kabul ettiği dünyevi hoşgörüyü anlamaya yetmeyen hacılar tarafından kuşatıldı. Mutaassıpların fanatizmi de buna eklenince ortaya Hristiyan hacılardan oluşan maceracıların, sofuluk kisvesi altında talan arzusunu saklayan kimselerin neden olduğu kanunsuzluk baş gösterdi. Bu iki sınıf, Müslüman kesimi çileden çıkarıp haçlı liderlerini sebepsiz yağmalar yapmaya kışkırttı. Bir Müslüman tarihçi on ikinci yüzyılın ilk çeyreğinde seyreden bu durumu şöyle anlatıyor:

“Frenkler ülkeyi günden güne yağmaladılar; Müslümanlara anlatılmaz zararlar vererek yıkım ve keder getirdiler… Baskınları Diyarbakır’a kadar uzandı; ne Ortodoks dediler ne dinsiz; Mezopotamya’da insanların ellerindeki gümüşlerini, değerli neleri varsa aldılar. Harran ve Rakka’da insanları hakaret ve hicapla baskı altına aldılar, onlara her gün ölüm kadehinden içirdiler… Rahba’dan ve çölden geçen yol hariç Şam’a giden tüm yollar kesildi; tüccarlar ve gezginler tehlikeli ve yorucu uzun çöl yolculuklarının çilesini çekmeye, hayati tehlikelerle burun buruna göçebe bedevilerin arazilerinden geçmeye zorlandılar. Frenkler komşu kasabalarına da şantaj yaptılar ve hatta Hristiyan kölelerin serbest bırakılması için Şam’a casuslar gönderecek kadar ileri gittiler. Halep’te yaşayanlardan gelirlerinin yarısını hatta Bahçekapı’daki değirmenin hasılatını zorla haraç olarak istediler.”[34 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 59 ff. Doğu’ya özgü bir ön yargıya ve abartıya izin veriyor olabiliriz ancak unutulmamalıdır ki yukarıda anlatılan olayın yazarı, betimlediği olaylardan çok kısa bir süre sonra yaşamış ve babası bu sahnelerin birçoğuna bizzat şahit olmuştur.]

Diğer taraftan Sarazenler, en azından Müslüman Türkler, her ne kadar o an için dağılmış ve düşmana karşı kesin bir karşı duruş sergileyememiş de olsalar, doğaları gereği asker yetiştirici ve soylarına has bir nitelik olarak fanatikleri telkin edici özellikleriyle ön plana çıkıyorlardı. Selçuklular’ın askerî sistemi savaşçı bir ulus yetiştirmişti ve İslam’ı yakın zamanda kabul etmiş olmaları, bilgi eksiklikleri ve bunun sonucu olarak fanatik “molla”ların etkilerini reddediyor olmaları dönüşme gayretleri içerisine girmelerini sağladı. Merkezi otoritenin çöküşü üzerine egemenlik hakkı iddia eden, her biri İslam’ın hararetli savunucusu olan tüm küçük hükümdarlıklar şimdi birer savaşçı üretim çiftliğine dönmüştü. Ganimet ve cennet bir araya geldiğinde Hristiyan rakipleri kadar onları da din adına bir savaş yapmaya istekli kılmıştı fakat hangi neden ağır basarsa bassın, bu dağınık kuvvetleri iman adına ölmeye hazır inanılmaz bir orduya dönüştürmek için gereken şeyin bu birleşim ve bir lider olduğu kesindi. Cihat -kutsal savaş- ilan etmek ve onlara cesaretine ve askerî dehasına herkesin şapka çıkaracağı bir kumandan göstermek kaçınılmaz bir gereklilikti, Türkmen başları ve vasallar haçlıların derhâl dikkate alması gereken “Kilise Savaşçıları”na dönüşecekti. Bu lider bulunmuştu: İmadeddin Zengi.

SELÇUKLULARI İZLEYEN HAÇLILAR

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

3. BÖLÜM

MÜJDECİ 1127

Vaktiyle Melik Şah’ın hizmetlerinden ötürü değerli görevlerle ödüllendirilen kölelerinden olan sayısız Selçuklu memuru arasında Ak-Sunkur özel bir yer teşkil eder. Saray mabeyincisi olarak asil efendisinin güvenini tamamıyla kazanmış, resmî kabullerde ve devlet toplantılarında onun sağ yanında durma ayrıcalığına kavuşmuştu. Daha sonra, Halep beyliği yaptığı yıllardaki merhametli ve bilge idaresi ile adı sadakat ve dürüstlük anlamına gelen bir deyiş oldu; öyle ki canını, hizmetkârların etrafında koşturduğu, İmadeddin veya “imanın sancağı” soyadını alan on yaşındaki oğlu Zengi’yi arkasında bırakarak, eski efendisinin oğluna duyduğu bağlılık uğruna feda etti (1094). O zamanlarda Mezopotamya’yı yöneten en büyük şahsiyet, Musul’un ve daha birçok kentin beyi, Melik Şah’ın oğlu ve vasisinin baş vasalı Kurbuga idi. Kurbuga eski dostu Akdoğan’ı unutmamıştı ve oğlu Zengi ve memluklerini sarayına çağırdı.

“Delikanlıyı getirin.” diye yazmıştı. “O, yoldaşımın oğludur ve onu büyütmek bana düşer.” Böylece Musul’a gittiler, kendilerine ikta tahsis edildi ve yeni beylerinin her türlü mücadelesinde yanında oldular. Bir keresinde Diyarbakır yakınlarında nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir savaşta Kurbuga, Zengi’yi ordunun karşısında kucaklamış, onu kendi memluklerine emanet etmiş ve “Eski efendinizin oğluna iyi bakın, onun için savaşın!” demişti. Çocuğu çevreleyen memlukler öyle bir hiddetle çarpışmaya başladılar ki savaşı kazandılar. Bu, Zengi’nin bulunduğu ilk savaş meydanıydı ve o tarihte on beş yaşındaydı.