banner banner banner
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan


Mısır, iki yüzyıl boyunca Peygamber Muhammed’in kızı Fatıma’nın soyundan gelmekle övünen harici halifelerin hanedanının yönetimine katlandı. Fâtımîler olarak bilinen bu hanedan, Şiilere mahsus mistik felsefeyle Ali ve Fatıma’nın soyundan gelecek imamlarda kozmik bilincin vücut bulacağını iddia etti ve aynı seçilmiş soydan gelecek olan son imam Mehdi’nin zuhur edeceği inancını besledi. Kahire’nin güney surlarının dışında, çölün ortasındaki mezarı hâlen büyük saygı gören Eş-Şafi’nin öğretilerinin yolundan giden çok büyük kısmının katı gelenekçi tavrına karşın Fâtımî halifeler, kendi otoritelerini, itaate ve inanç konusunda esnekliğe alışmış bu insanlara fazla zorluk çekmeden dayatarak birkaç nesil boyunca Müslüman devletlerin arasında ön plana çıkan bir hükümdarlık sürdüler.

Donanmaları, Kordoba halifesininkiyle beraber Sicilya’yı başarıyla işgal etti, Sardunya’ya ve Korsika’ya akınlar düzenledi; gemileri sıklıkla Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’na açıldı ve hatta Cebelitarık Boğazı’ndan Batı Afrika kıyılarına kadar ilerledi. Afrika’nın kalbine nüfuz edip Çad Gölü’ne kadar geldi; orduları Mısır’ı olduğu kadar Suriye ve Arabistan’ı da ellerinde tuttu ve Bağdat’ da bulunan devrik Abbasi halifelerini sürekli olarak tedirgin etti. Gümrüklerden geçen büyük Hint ticaretinden elde ettikleri inanılmazdı, eğer Arap tarihçilerinin tuttuğu mücevher ve hazine dökümlerine itibar edersek, sarayın lüksü ve savurganlığı yabancı elçileri bile şaşkına çeviriyor; Kahire’nin surları, kapıları ve camileri kraliyet şehri olmasından ileri gelen ihtişama tanıklık ediyordu. Ne var ki bu mimariden geriye kalan, süsleme sanatlarının her türlü kaynağının müsrifçe kullanıldığı soylu yapıların ancak bir zerresidir.

Mısır birden fazla fatih ırkın Capua’sı[59 - Roma İmparatorluğu’nda hem idari hem askerî öneme sahip, bir o kadar da varlıklı kent. (ç.n.)] olarak öne çıktı. Kay-revan bedevilerine misyonerlik yaptıkları eski günlerdeki sadeliklerini unutan Fâtımî halifeler, Kahire’deki gösterişli saraylarında şaşaanın ve varlıklarının tadını çıkarmaktan, zevk ve safaya dalmaktan, bir süre sonra da hükûmetin çekilmez iş yükünü hizmetkârlarına bırakmaktan memnundular.

Fâtımîlerin, haremindeki yastıklara gömülü lideri, yalnızca Ali’nin hizbinden olan müminlerin gözünde “Gerçek İmam”la bağdaştırılan ruhani otoriteyi elinde bulundururken vezirleri adım adım iktidarı gasp etmiş ve hatta krallık sıfatında hak iddia etmişlerdi. Mücevherler işlenmiş tahtında Kahire halifesi, Bağdat’taki rakibi gibi bir kuklaya dönüşmüştü. Bürokratik idarenin doğal bir sonucu olan entrikalar ve hizipleşme nedeniyle kendi içinde bölünen Fâtımî Krallığı, hata edip Şii mezhebiyle uzlaşma yoluna giden halkıyla herhangi azimli bir istilacının önünde kolay av olabilirdi. Mısır’ın uzun süren hükümranlığının temel nedeni komşularının zayıflığıydı. Selçuklular gerçekten de Mısır’ı Suriye’den yoksun bırakmıştı ancak Mısır herhangi bir istilaya yeltenene kadar Selçuklu da çoktan parçalanmıştı. Fâtımî iktidarını on ikinci yüzyılın ilk yarısında tehdit eden tek kuvvet Kudüs Krallığı’ydı. Frenkler yalnızca Suriye kıyılarını ve iç kesimlerdeki birçok kaleyi ellerinde bulundurmuyor, aynı zamanda yağma peşinde hırsla savaşıyorlardı. Mısır’ın şansına ki haçlılar şan için olduğu kadar altın için de savaşmışlardı ve hiç şüphesiz Fâtımîlerin ardılları zevklerini düzenli yıllık vergilerden[60 - Surlu William’ın verdiği isimle Annuam tributi pensionem (xix, 5).] ölçülü biçimde aktarılan devlet yardımlarıyla tatmin ediyorlardı.

Nureddin’in özellikle Şam’ı fethinden sonra Suriye’deki siyasi tablo üzerine buraya varışı oldukça rahatsız edici bir etki yarattı. Suriye kralı ve Kudüs kralı şimdi artık hasımdılar: Hiçbiri bir diğerinin gücünü Mısır’ı ilhak yoluyla artırmasına, dolayısıyla güneyde bir gözlem merkezi edinmesine izin veremezdi.

Her ikisi de Nil Deltası’na göz dikmişti, birbirlerini kıskançlıkla ve ihtiyatla gözaltında tutuyordu. Ülkenin gerçek sahipleri Mısırlı vezirler, doğabilecek ihtimallerin tamamen farkında, her iki tarafa da göz kırpıyor ve iki tarafı birbirine düşürmeye uğraşıyordu. Sonuçta işi fazlaca ileri götürerek Selahaddin’e görmezden gelmeyeceği bir fırsat sundular.

Nureddin’in Mısır’ın işlerine ilk silahlı müdahalesi, görevinden alınmış bir vezirin çağrısı ile olmuştu. Sürekli suikastların yaşandığı ve vezirlerin durmadan değiştiği bir dönemde Yukarı Mısır’ın Arap idarecisi Şaver, 1163 Ocak’ında, yedi ay içinde Barkiye Taburu Komutanı ve Kapı Muhafızı Dirğam tarafından görevden alınıp ülkeden sürüleceğinden habersiz, vezirliğe getirildi. Şaver Şam’da bulunan Nureddin’e sığınarak yardım diledi. Mısırlı bir vezirin Suriye kralına ilk ittifak talebi değildi bu fakat Şaver’in teklifleri, umutsuzluk içinde verilen abartılı sözlerdi. Bir istilanın tüm masraflarını karşılayacak ve sonrasında Mısır’ın yıllık vergilerden elde edilen gelirinin üçte birini Nureddin’e verecekti. Suriye kralı, Mısır’dan bir parça edinmenin önemini biliyordu, buna kayıtsız kalamazdı; bunun siyasi konum elde etmenin tek anahtarı olduğunun ve bereketli bir gelir kaynağı oluşturacağının farkındaydı, yine de Şaver’in teklifini kabul etmekte tereddüt gösterdi. Adamın kendisine duyduğu güvensizlik ve sefer sırasında çölden geçerken haçlıların bölgesinde karşılaşacakları riskler muallakta kalmasına neden oldu.

Her nasılsa olaylar onun bu ihtiyatına karşı büyük bir hızla gelişti. Dirğam ve Amalric arasında yıllık devlet yardımı konusunda anlaşmazlık çıktı, böylece Kudüs’ün yeni kralı tam zamanında karar verip 1163 Eylül’ünde yıllık vergiyi almak amacıyla Mısır’ı istila etti. Bilbis yakınlarında yaşadığı ağır yenilginin akabinde barajları ve setleri yıkıp o dönemde en yüksek seviyesinde olan Nil’in güçlükle zapt edilen sularının ülkeyi sel altında bırakmasına neden olan Dirğam, böylelikle büyük bir bozgunun önüne geçti. Amalric yapılan bir çeşit anlaşmadan kısmen memnun bir şekilde, çoktan Filistin’e çekilmişti. Şaver’in Şam’la görüşme hâlinde olduğunu öğrenen Dirğam, Latin kralla uzlaşmamakta hata ettiğini fark edip aceleyle ebedî bir anlaşma yapma önerisinde bulundu ve işe vergileri arttırmakla başladı. Nureddin bu hamlenin haberini almış olmalı: Kur’an’a danıştı ve önceki çekincelerinden derhâl sıyrılarak, Amalric araya girmeden önce, aralarında Selahaddin’in de bulunduğu Esadeddin Şirkuh yönetimindeki Türkmenlerin Şam’dan gelen güçlü desteğiyle Şaver, Mısır’a hareket etti (Nisan, 1164). Mısırlılar Bilbis’te yenildi fakat Kahire surlarının gerisinde yeniden bir araya geldi.

HAÇLILAR VE MISIRLILAR AŞKELON ÖNLERİNDE

(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)

Birkaç gün karasız çatışmalar yaşandı; Şaver Fustat’ı ve diğeri Kahire kalesini elinde bulunduruyordu. Sonra Dirğam, gelir sağlamak amacıyla vakf’a (yetimlerin parasına) el koydu, bunun üzerine insanlar ondan kopmaya başladı. Daha da kötüsü halife ve ordusu da ondan yüz çevirdi. Dirğam, körfeze çekilerek son kez “birleşme” isteğinde bulundu. Davullar boş yere gümbürdedi ve boş yere “maşallah” diye inledi trampetler savaş meydanlarında; kimse karşılık vermedi. Umutsuz emîr güçlü bir ordudan geriye kalan beş yüz atlı koruması etrafında olarak boş yere halifenin sarayı önünde yardım dilenip bütün bir gün boyunca hatta akşam ezanı okunana dek bekledi ve ondan atalarının hatırası hatırına pencereye çıkıp davasını kutsamasını diledi ama hiçbir karşılık alamadı. Korumalar da kısım kısım dağıldılar; ta ki otuz asker kalana dek. Aniden bir nara duyuldu: “Kendine bak ve kurtar hayatını!” Ve işte!.. Köprü kapısından giren Şaver’in trampetleri ve davulları duyuldu.

Sonra yalnız kalan lider Zuveyla kapısından geçip sokaklarda bir zamanlar kendisine tapan ve onun sırtından geçinen insanlara seslenerek, öne çıkıp davası uğruna çarpışmalarını istedi; onlarsa büyük çoğunluğun bir zamanlar gözde olan ama sonra devrilen kişilere karşı takındığı bir tavırla sadece yuhalayıp beddua ettiler. Yine de o, bu hengâmede çılgına dönen atı onu kutsal “Nefise Anne’mizin” kilisesinin yanında üstünden atana kadar ilerlemeye devam etti. Dönek halk anında kafasını uçurdu ve muzaffer bir edayla sokaklarda gezdirdi; bedenini de köpeklerin parçalaması için olduğu yerde bıraktı. Cesur, gösterişli bir adamın; yüzü, duruşu nazik ve alımlı, kültürlü ve her türlü sporda başarılı olan maceracı bir şövalyenin; “İbn Mukla gibi yazabilen, çift uyaklı şiirler üreten bir şairin ve çağının en iyi süvarisinin” ve Mısır’da ok fırlatmış gelmiş geçmiş en yürekli okçunun sonu işte böyle hazin oldu.

1164 Mayıs’ında[61 - Bahaeddin’in Birinci Mısır Seferi Kronolojisi’nde bu bir yıl önce gerçekleşmiş (1163). Ben İbnü’l Esir’in “Kamil”ini takip ediyorum.] yeniden iktidara geçen Şaver eski pozisyonunu kazanmasını sağlayan müttefiklerini başından atmak istedi ve Şirkuh’u varoşlarda tutarak, gittikçe güç kazanan Kahire’den uzaklaştırdı. Ardından güçlü surlar arkasında güvende olduğunu düşünerek müttefikine ihanet etti, tüm sözlerini bozdu ve tazminat ödemeyi reddetti. Şirkuh haklarından vazgeçecek veya bozulan bir akdi sineye çekecek bir adam değildi; Bilbis ve doğu illerini işgal etmesi için Selahaddin’i yolladı. Bu düşmanca davranış karşısında Şaver, Amalric’e çağrı yapmak durumunda kaldı. Eğer Nureddin Mısır’da sıkı bir yer edinirse haçlı davasının Filistin’de “şeytan ve derin deniz” arasında kapana kısılarak tükeneceğini açıkça öngören Kudüs kralı, bir zamanlar Dirğam’ı destekleme niyetiyle şimdi korumak zorunda olduğu Şaver’e karşı gönderdiği orduyu bu kez bu adam için gönderdi. Böylece işin rengi değişti: Frenkler, şimdi eski düşmanlarının müttefiki ve Mısırlı vezirin kurtarıcısı da düşmanı olmuştu.

Haçlıların gelişi üzerine Suriye ordusu, üç ay boyunca Amalric’in tüm taarruzlarına direndiği Bilbis’e yerleşti. Nihayet talih onun lehine yön değiştirmişti ve Nureddin Filistin’de başarılı bir mücadele veriyordu. Lacy’li Gilbert ve Robert Mansel aleyhine gerçekleşen bir gelişmenin ardından Harim’i (Harenç), sonrasında da o dönemde Walter Chesney tarafından komuta edilen Banyas’ı (Caesarea Philippi) ele geçirdi.

Bu arada Amalric doğudan her an gelebilecek bir akına açık olan topraklarını koruması için ülkesinden şiddetle bekleniyordu. Her gün, gün boyu devam eden saldırılar karşısında dayanıksız siperlerin arkasına kısılan Şirkuh da kendisini, erzakının tükenmekte olduğu bu güvenliksiz ve nahoş durumdan dolayı daha az endişeli değildi. Böylece bir ateşkes hazırlandı ve iki tarafça imzalandı. 27 Ekim’de Suriyeliler karargâhlarından çıkarak haçlılar ve Mısırlı müttefiklerin safları arasında hizaya girdiler; Şirkuh elinde bir baltayla en geriden geliyordu. Bu savaşçı tavrı karşısında şaşkın bir Frenk memuru bu eski acımasız savaşçıya Hristiyanların yemin etmiş olmalarına rağmen kendisine saldıracaklarından korkup korkmadığını sordu. “Hele bir denesinler!” dedi Şirkuh ve devam etti. Anlaşmaya uygun olarak ordu Şam’a döndü ve burada Nureddin’in zaferlerinin, Banyas’ın teslim oluşu ve Antakya Prensi Bohemond, Trablusşam Kontu Raymond’un, Lusignanlı Hugh ile diğer önemli şövalyelerin yakalanıp zincirlenerek Halep’e gönderilmeleriyle taçlandığı haberlerini aldı.[62 - Surlu William, xix, 9.]

SİTA NEFİSE MABEDİNDEN BİR İBADET HÜCRESİ

(Kahire Arap Müzesi’nde)

Mısır seferi şanlı bir sonla bitmemişti ama amaç gerçekleşmişti; topraklar iyice gözlemlenmiş ve Şirkuh bir ilhakın doğuracağı ihtimalleri ve avantajları konusunda istediği bilgiyi edinebilmişti; “Mısır öyle bir ülke ki bir tane adam yok, ayrıca istikrarsız ve aşağılık bir hükûmetçe yönetiliyor.” demişti. Zenginliği ve korunmasızlığı gerginlik yaratıyordu.

Hırslı general Kahire’de bir genel valilik tacı elde etmek için yanıp tutuşuyordu, bu dakikadan itibaren Nureddin’i sürekli olarak Mısır’ın fethine izin vermesi için sıkıştırıp durdu. Saraydaki daha cesur kişiler onun bu ısrarını desteklemiş, ayrıca Bağdat halifesi de inayetini lütfetmiş ve heretik rakibinin tahtından indirilmesini de içeren bu projeyi desteklemişti. Her zamanki gibi ihtiyatlı olan Nureddin, bir süreliğine bu baskılara direndi fakat Şaver ve Frenkler arasında, yakında oldukça sağlam olduğu ortaya çıkacak olan, daha sıkı bir ittifakın dedikodularının kendisine muhtemelen ulaşmış olması nedeniyle sonunda pes etti.

Bu, aslında Nil için yapılan bir yarıştı. İlk önce Şirkuh başladı ve 1167 yılı başında iki yüz bin seçkin süvariyle, Frenklerle karşı karşıya gelmemek için Gizlan Vadisi’nden geçen çöl yolunu tercih ederek, fakat yolda şiddetli ve felaket bir kum fırtınasına yakalanarak, Kahire’nin yaklaşık atmış dört km güneyinde yer alan Atfih’te Nil’e ulaştı. Burada saldırı korkusu olmadan nehrin batı kıyısına geçebilirdi; orduyu tam karşıya geçirmişti ki nehrin doğu yakasında düşmanın harekete geçtiğini duyar duymaz Filistin’den aceleyle gelen Amalric belirdi. İki ordu nehrin iki kıyısında Kahire’ye doğru ilerlediler. Amalric, Fustat yakınlarında kamp kurarken Şirkuh Gize’de onun tam karşısına yerleşti. İkisi de karşısındakinin harekete geçmesini bekledi. Bu arada, başta düşman veya dost edinmeye tam olarak karar veremediği Frenklerin ani baskınının şokunu atlatan Şaver kendisini korumaları karşısında duyduğu minnetini azımsanmayacak ölçüde kanıtlamaya girişti. Amalric vezirin dostane eğilimlerini, ortaklıklarını daha resmî bir temele dayandırmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Onun dengesiz bir karaktere sahip olduğundan emin olan Amalric bizzat halife tarafından imzalanacak bir akit talep etti. Belirlenen şartlara göre düşmanın defedilmesine yapacağı yardım karşılığında Mısır krala hemen oracıkta iki yüz bin altın para[63 - Arap dinarı olarak; dinar günümüzün yarım altınından biraz daha ağır ve yaklaşık 24 ayardı.] verecek ve daha sonraki bir tarihte bir o kadar daha ödeme yapacaktı. Amalric anlaşmayı mühürleyerek halifenin temsilcilerine verdi ve halifenin de imzalamasını istedi.

Hristiyan elçilerin halifenin huzuruna çıkarılması eşi görülmemiş bir olaydı, zira en soylu Müslümanların bile ancak çok azı buraya kabul ediliyordu fakat Amalric kendi kurallarını koyacak bir konumdaydı. İzin lütfedildi ve bu emsalsiz göreve Kaysâriyeli Hugh ile Geoffrey Fulcher seçildi. Vezir onlara Fâtımîlerin büyük sarayında yapılan Doğu’ya özgü seremoni ve takdimlerin her anında şahsen rehberlik etti. Esrarengiz koridorlardan ve ardında ellerinde çıplak kılıçlarıyla onları selamlayan iri kıyım Sudanlılarla karşılaştıkları, muhafızlarla korunan kapılardan geçtiler. Tavanı açık, etrafı mermer sütunlar üzerinde duran kemerlerle çevrili ferah bir avluya ulaştılar; tablalı tavanlar altın ve çeşitli renkli oyma ve kakmalarla bezeliydi ve yerler mozaikle döşenmişti. Kaba şövalyelerin yadırgayıcı gözleri, her adımların karşılarına serilen bu stil ve incelik karşısında hayretle açılmıştı. Burada mermerden şelaleler, Batı dünyasına yabancı olan çok çeşitli kuşlar ve fevkalade tüyler gördüler.

Biraz daha ötede ilkinden daha da seçkin, “ressamın mahir ellerinin çizebileceği, ehil bir şairin yaratabileceği veya uykudaki bir insanın gece rüyalarında hayal edebileceği, doğu ve güney bölgelerinin gerçekten sunduğu fakat Batı’nın hiç göremediği hatta nadiren duyduğu bunun gibi bir sürü hayvanın” bulunduğu bir salona geçtiler. Nihayet birçok dönüş ve dolambaçtan sonra mükellef giysileri ile efendilerinin ihtişamını yansıtan bir sürü iç oğlanlarının bulunduğu taht odasına eriştiler. Vezir, Allah’ına aciz bir yakarış içerisindeymiş gibi kılıcını çözerek üç kere yere kapandı; sonra ani ve çevik bir el hareketiyle altın ve incilerle işlenmiş ağır perdeler iki yana açıldı ve altın bir tahtta oturan, kralınkinden daha da süslü kaftanıyla halife göründü.

Vezir tevazuyla yabancı şövalyeleri tanıttı ve Kudüs kralının asil dostluğu olmazsa karşılaşacakları kaçınılmaz tehlikeyi mütevazı sözcüklerle ifade etti. Çocukluktan çıkmakta bulunan -koyu tenli, uzun vücutlu, güzel yüzlü- yağız bir delikanlı olan halife nazik bir ağırbaşlılıkla cevap verdi; sevgili müttefikiyle kurulacak birliktelikleri tamamen onaylamak istediğini belirtti. Fakat bağlılık yeminine imza atması istendiğinde tereddüt etti ve bunu müşahede edenlerin içini yabancıların bu cüretinin bir infial yaratacağı korkusu kapladı. Bir duraksamadan sonra halife eldivenli elini Sir Hugh’ye uzattı. Dobra şövalye direkt ona hitap ederek: “Efendim bağlılığın kılıfı olmaz; prenslerin samimiyetinde her şey çıplak ve açıktır.” dedi. Sonunda istemeyerek, itibarından feragat ediyormuşçasına, yüzünde zoraki bir gülümsemeyle eldiveni çıkarıp elini Hugh’un eline verdi halife ve ahde gerçekten ve iyi niyetle bağlı kalacağına yemin etti.[64 - Surlu William, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, ktb. xix, bşl, 19, 20. Arap tarihçiler elçilerden söz etmemektedir.]

Anlaşma böylece imzalanmış oldu. Amalric Nil’in karşı yakasına sallardan oluşan bir köprü yaptı fakat karşı yakada düşmanın olması planları bozdu, o da yeni bir plan yaptı. Askerlerini geceden nehrin iki ana kola ayrıldığı yerdeki bir adaya, sonra da gemiyle diğer tarafa geçirdi. Şirkuh bu hareketi engellemek için çok geç kalmıştı; bu nedenle Yukarı Mısır’a doğru çekildi. Onu takip eden kral “İki Kapı”da (el-Baban), Minya’nın yaklaşık on altı km güneyinde düşmanıyla karşı karşıya geldi. Burası, verimli toprakların sonunda çölün başladığı ve sayısız kum tepelerinin savaşçılara korunak sağladığı bir açık alandı. Şirkuh’un komutanları başta savaş riskini göze almamasını önerdiler ama aralarından biri çıkıp mertçe “Ölüm veya esaretten korkanlar krallara hizmete uygun değildirler; bırakın onlar çiftçilik yapsın veya karılarıyla evlerinde kalsın!” dedi. Selahaddin ve diğerleri onu alkışladı ve her zaman çetin cevizlere alışık olan Şirkuh memnuniyetle savaşa girdi (18 Nisan 1167).

Teçhizatı, saldırının esas yükünü karşılayacak olan Selahaddin’in birliğinin ortasına koydu. Selahaddin’in emirleri, saldırı anında geri çekilmek ve onları peşlerine takıp, çarpışma esnasında uygun bir an bulunabilirse dönüp bu sefer onlara baskı yapmak şeklindeydi. Şirkuh, seçkin atlılardan oluşan ve görevi aralarında daha az savaşçı Mısırlının bulunduğu geri birliğini kesmek olan sağ kanadın başına geçti. Olaylar istediği gibi gelişti. Frenkler Selahaddin tarafından sürüklenmiş ve Mısırlılar da onlardan koparılıp bozguna uğratılmıştı. Takipten dönen haçlılar müttefiklerinin kaçtığını görüp teçhizatlarını geride ve Kaysâriyeli Hugh’u da esirler arasında bırakarak apar topar geri çekildiler.[65 - İbnü’l Esir, “Kamil”, 548; “Atabeyler”e göre bu, bir ay önce olmuştu. Söz konusu rakamlara ilişkin çeşitli tahminler var. Arap tarihçiler Şirkuh’un yalnızca 2000 atlısı olduğunu kaydetmiş, diğer taraftan Surlu William Sarazenlerin 9000 zırhlı piyadesi (lorisis galeisque), 3000 okçusu ve en az 10.000 Arap mızrakçı olduğunu yazmaktadır. Ona göre Latinlerin yalnızca 374 şövalyesi ve sayısı belirsiz hafif piyadesi (trucopoles) ve yarardan çok ziyan getiren bir grup Mısırlı olduğunu bildirmektedir (xix,25).] Savaşı kazananlar ise Kahire’ye ilerleyip Amalric ve Şaver’i bulacak kadar güçlü değildi. Şirkuh daha ufak bir risk alarak bir çöl yolundan kuzeye ilerleyip İskenderiye’ye direniş görmeden girdi. Burada Selahaddin’i vali yaptı, ordusunun yarısını da onunla bıraktı; diğer yarısıyla birlikte kendisi yeniden güneye, ikmal yapmak üzere Yukarı Mısır’a yöneldi.

Hristiyan donanmaları kıyıyı tutarken artık birlikte hareket eden haçlı ve Mısır güçleri İskenderiye’yi istila etti. Şehrin savunması Selahaddin’in ilk bağımsız komutasıydı ve bu işten başarıyla sıyrıldı.

Selahaddin’in, güçsüz hükûmetten hoşnutsuz insanlar olarak yapılan bir karşı hareketin içinde olmaktan veya vahşi ve kana susamış Frenklere karşı şehirlerini savunmaktan üzüntü duymayan melez ve kısmen yabancı bir topluluğun ortasında yalnızca bin adamı vardı. Satıcı ve tacirlerden oluşan bu topluluk yine de “kâfirlerin” surlarının önüne getirip dayadığı kuşatma aletleri ve cehennemî savaş gereçlerinden duydukları dehşeti gizleyemiyordu. Dahası erzakları tükenmişti ve yetersiz azıkları yüzünden mideleri boştu. En sonunda kazan kaldırıp teslim olmaktan söz etmeye başladılar: “Neden bir yabancı ve bizim olmayan bir dava için bu cefayı çekelim?” Bu arada Selahaddin amcasını yardıma çağırmıştı ve Şirkuh Kos Laden’den güneye hazinesiyle beraber aceleyle iniyordu. Bu haber Selahaddin’in ateşli teşvikleriyle ve ödüllendirilme sözüyle zaten celallenmiş insanlara şevk verdi; cesaretlenmelerinde Frenklerin savaşta yendikleri kişilere karşı canavarca barbarlıklarına dair hikâyelerin korkusu da etkili oldu. Açlık ve dur durak bilmeyen tacizlere rağmen Şirkuh’un Habeş Gölü’nde Kahire’yi kuşatmış olduğu ortaya çıkana kadar, yetmiş beş gün dayandılar. Bunun üzerine Amalric İskenderiye’den vazgeçti ve her iki tarafın da Mısır’ı Mısırlılara terk etmek konusunda mutabakata vardıkları bir anlaşma hazırlandı (4 Ağustos 1167).[66 - Frenklerin bu barış anlaşmasının kendilerine düşen kısmıyla ilgili olarak verdikleri sözü tam olarak tutmadıklarını söylemek gerekir.] İskenderiye Şaver’e teslim edildi; mahkûmlar değiş tokuş yapıldı ve Şirkuh iki bin askerinden geri kalan yorgun savaşçılarını Şam’a geri götürdü.

Ayrılmadan önce Selahaddin, Amalric’in karargâhında birkaç günlüğüne misafir edildi; fakat bu, sanki bir misafirlik değil de esirlikti. Bütün bunlara rağmen Selahaddin’in kazandığı deneyim kayda değerdi. Şövalyelik düzeni ve disipliniyle ilgili bir şeyler görmüş ve burada, en azından bir Sarazen emîriyle kardeş kadar yakın olan (fraternofoedere junctus erat)[67 - Surlu William, xvii, c. 17.] Tibninli Humphrey ile arkadaşlık kurmuş olmalı. Hatta Selahaddin’in Humphrey’nin elinden Hristiyan şövalyelik unvanı aldığı olayın gerçekleşmiş olması da mümkün.[68 - Itinerarium Regis Ricardi, i, c, 3. Bakınız, 23. Bölüm.]

Hristiyanlar bu harekâtı bir zafer ve İskenderiye’nin boşaltılmasını da teslimiyet olarak değerlendirdi ama eğer Arap tarihçiler Amalric’in Şirkuh’a oradan ayrılması için elli bin altın ödediği konusunda doğru söylüyorlarsa bu durumdan aslında Müslümanların kârlı çıktığı anlaşılıyor. Diğer taraftan anlaşmayı (açıkça) ihlal eden Frenkler, Kahire’de bir yerleşimci veya yönetici bıraktıkları gibi şehrin kapı muhafızlarının da kendi askerleri arasından seçilmesinde ısrarcı oldular, ayrıca Şaver tarafından Kudüs kralına ödenecek yıllık yardım parasını yüz bin altın olarak artırdılar. Kahire ve İskenderiye’deki düzenlemelerin bu tutarsızlığı, Hristiyanların Nureddin’in Filistin’de kazandığı başarılar hakkında gelen haberler karşısında tedirgin olup ne pahasına olursa olsun eve dönmek istemeleri ve buna bağlı olarak ne kadar elverişli de olsa Şirkuh karşısındaki tüm şanslarını tepmeleri ama yine de kurnaz Kahire vezirinden koparabilecekleri kadarını koparmadan Mısır’dan ayrılmamalarıyla açıklanabilir.

Amalric’in danışmanları arasında daha atılgan olanlar edindikleri bu mülkiyetten memnun olmayarak Mısır’ın tamamen fethedilmesini dillendirmeye başlamışlardı şimdi ve bu teklifleri Kahire ve Fustat’ta bıraktıkları garnizon tarafından şiddetle desteklenmekteydi, zira onlar savunmadaki açıkları tespit etmede doğal olarak en iyi imkânlara sahiplerdi. Kudüs kralı bu fikirlere boş yere karşı koymuştu. O saate kadar tek güvenli politikanın, önce Şam’ı fethetmek ve Mısır’ı ilhak etmeye kalkışmadan önce krallığın doğusunu Büyük Sahra Çölü’yle sınırlayıp güvenceye almak olduğunu fark etmiş olmalı çünkü istila demek geri taraflarını Nureddin’in saldırılarına açık bırakmak demekti. Dahası Mısır onların sağmal ineğiydi; üstelik bir dostu düşmana çevirip Şaver’i, zaten çekişme hâlinde oldukları Nureddin’in kucağına atmanın kötü bir politika olacağını ifade etti. Ama nafile! Başarı kazanacaklarından emin olan komutanları istilaya karar verdi ve o da zorlamalarıyla ikna oldu. Sarazenlerin bakış açısıyla verdiği sözü alenen çiğneyerek ve herhangi bir gerekçesi de olmaksızın bir kez daha Mısır’a ilerledi ancak bu kez önceki gibi bir müttefik olarak değil bir düşman olarak… 3 Kasım 1167’de Bilbis’e vardı ve ihanetine toplu katliam suçunu da ekledi; “Bu düşmüş şehirde ne yaşa ne cinsiyete baktı.” diyor Latin vakanüvis.

Bu zulüm, Mısırlıların bu seferde Nureddin’in tarafına geçmelerine ve destansı bir çaba içine girmelerine neden oldu. Hristiyanların aptalca aylaklıklarını fırsat bilerek ordularını düzenlediler ve savunmalarını güçlendirdiler.

Mısır’ın üç yüz yıllık başkenti ve günümüzde de hâlen yoğun nüfuslu bir Kahire banliyösü olan eski Fustat şehri, Frenklere korunak olmasın diye Şaver’in emriyle ateşe verildi (12 Kasım 1168). Yirmi bin gaz yağı varili ve on bin meşale yakıldı. Yangın elli dört gün sürdü hatta izleri bugün bile Kahire’nin güneyinde kilometreler boyunca gömülü çöplüğün üzerinde uzanan kum tepeleriyle kaplı bakir arazide görülebilir. İnsanlar “kendi mezarlarından kaçar gibi” kaçtılar; babalar çocuklarını terk etti, kardeşler ikizlerini ve hepsi can havliyle Kahire’de toplandı. Bir devenin bir veya iki kilometrelik yol ücreti otuz altın oldu.[69 - “Kamil”, 555; el-Makrizi, “Khitat”, i, 286; Wüstenfeld, Geschichte der Fâtımîden Chalifen, 338-339.] Başkent de kargaşa içinde ve bir saldırı hazırlığındaydı. Amalric bundan pek fazla endişe duymadı ama kamp alanını (Birket-el- Habaş) Fustat’tan gelen boğucu duman yüzünden terk etmek zorunda kaldı. Ne var ki saldırı, Şaver’in açgözlü saldırganları satın almak amacıyla ustalıkla idare ettiği görüşmeler sayesinde ertelendi. Bu diplomatik tavrında dürüstlükten ziyade riya söz konusuydu, zira aynı anda Şam’a Nureddin’den yardım dilemek amacıyla ulaklar göndermekteydi. Mısır’ın genç halifesi kendi eliyle, üstelik hiçbir beyefendinin direnemeyeceği üstün bir niyaz sergileyip eşlerinden birinin saçlarından bir tutamı da yanına ekleyerek bir mektup yazdı.[70 - İbnü’l Esir, “Kamil”, 556.]

Bu kez Suriye kralı hiç tereddüt etmedi; bundan önceki iki seferden alınan zayıf sonuçlardan rahatsız olmuş ve Frenklerin güvenini alenen suistimal etmesinden ötürü içerlemişti.

Kendisi de gidebilirdi fakat tam o sırada Mezopotamya’nın çalkantılı durumuyla meşguldü. Ne var ki hiç vakit kaybetmeden kendi korumaları arasından seçtiği iki bin askerden oluşan bir birlik ve altı bin paralı Türkmen askerinden oluşan birliği, ona öykünen geniş bir grup emîr tarafından desteklenen Şirkuh’un emrine verdi. İsteksiz olan tek bir kişi vardı ki o da ilginçtir, Selahaddin’di. Daha önceki mücadelelerde amcasının sağkolu olmuştu fakat o yine de eski inzivasını ve sofuların hitabetlerini seviyordu. Şirkuh, Nureddin’in huzurunda “Yusuf şimdi ilerlemeye hazırlan.” dediğinde Selahaddin “Alimallah Mısır iktidarı bana teklif edilirse de gitmem, İskenderiye’de tahammül ettiklerimi bir ben biliyorum.” diye cevap verdi. Şirkuh bu kez Nureddin’e dönerek “Görev icabı benimle gelmeli.” dedi. Nureddin de genç adama dönüp bu sözleri tekrarladı “La budd min mesirik maa ammik.[71 - Kur’an, ii, 113; “Kamil”, 563.] Görev icabı amcanla gitmelisin.” Selahaddin çatışmaktan duyduğu hoşnutsuzluğu ve yeterli imkânlara sahip olmadığını mazeret göstermişti boş yere; Nureddin onu dinlemedi, ayrıca ona at ve silah temin ederek hazırlanmasını emretti. “Böylece gittim…” diyordu Selahaddin sonraki yıllarda hikâyeyi anlatırken. “Ölümüme gider gibi gittim!” Böylece Kur’an’ın sözleri gerçekleşmişti: “Olur ya senin için iyi olduğu hâlde bir şeyden nefret edersin ve olur ya senin için kötü olduğu hâlde bir şeyi seversin; ama Tanrı bilir, sen bilmezsin.”

Nureddin ordunun Şam’a bir günlük yürüme mesafesinde bulunan Kaynak Başı’nda (Spring Head) sıralanışını bizzat kendisi denetledi ve her askere yirmi beş altın hediye etti; bunun yanı sıra Şirkuh’a da askerî ödenek olarak iki yüz bin dinar verdi.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 871 форматов)