banner banner banner
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selahaddin – İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan

Dilleri pembeleşir kanla
Güzelliği gece gibi kara
Ama çehresinde parlar ayla
İsteyince merhametlidir
Ama çetin savaşta asla
Malikiyle kalp kalbedir
Ve kudretiyle kol kola onunla.[45 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 121]

Boş yere üst üste yapılan atakların ardından mühendisler nihayet yanan çıralarla dolu mayınlarını surlara yanaştırdılar. Zengi hendekleri bizzat kontrol etti ve sonra “Sabaha benimle Edessa’ya yürümeyecek olan kimse bu gece benimle içmesin!” dedi.

Bir ay süren kuşatmanın ardından neredeyse yedi metre genişliğinde bir oyuk açıldı duvarda ve Türkmen birlikleri bu vefakâr şehre akın ettiler (23 Aralık 1144). Zafer sarhoşluğuyla deliye dönmüş, Edessa’nın hükümdarlarının Müslümanlara kusturduğu tonlarca kanın intikamını almak için yanıp tutuşuyorlardı. Baldwin ve Joscelin’in şövalyelerinin kırsal kesimde yağma ve yangınlarla saçtıkları dehşetin, baskın ve katliamların intikamını etrafı kana bulayarak alma zamanıydı şimdi. İlk hışımla hiçbir şeyi ayırt etmediler; “dulları ve yabancıları öldürdüler ve yetimleri ölüme terk ettiler”; haçlar ters çevrildi, keşişler ve rahipler kesildi, her şey yok edilip ayaklar altında ezildi; yalnızca ceylanlar kadar güzel kızları, köle olabilecek gençleri ve tacirlerin hazinelerini bıraktılar. Acımak yoktu fakat Kur’an’da bunun gibi haklı cezalandırmalar resmedilmemiş mi? “Rabb’inizin günahkâr şehirlerin üzerine indirdiği eli o kadar ağırdır ki emin olun, hükmü ölümcül ve korkunç olacaktır.”[46 - Kur’an, xi, 104.]

Sonra şehre Zengi girdi ve şehrin güzelliği ve ihtişamı karşısında şaşkına dönüp kendi eliyle bu kadar ızdırap çekmiş olmasından dolayı müteessir oldu. Askerlerinin bu yok edici hırsını durdurarak esirlerini serbest bırakmalarını, gençleri ve güzeller güzeli kızları azat etmelerini ve aldıkları hazine ve malları geri vermelerini sağladı; şehir eski refahına kavuşabilir diye burada yaşayanları, onlardan geri kalanları, eski durumlarına getirip evlerine yerleştirdi ve başlattığı zarar ziyanı telafi edebilmek için elinden geleni ardına koymadı.

Edessa bir Arap tarihçinin sözleriyle “fetihlerin fethiydi”: Latin Krallığı’nın en sağlam kirişi çökmüştü; Suruç ve bu muhteşem şehre bağlı diğer bölgeler anında teslim oldu, böylelikle Fırat Vadisi en sonunda kâfirlerin baskısından kurtarılmış oldu. “Hakkın geldiği ve batılın ortadan kaybolduğu”[47 - Kur’an, xvii, 83] baştan başa tüm ülkeye ilan edildi çünkü İslam kazanmıştı. Kazanılan zafer tüm halkın dilindeydi, insanlar bu inanılmaz olayın mucizelerini konuşmaktan zevk alıyordu. Uzakta, kapandığı hücresinde çile çeken mübarek bir adam bir gün neşeyle şekil değiştirmiş bir yüz ifadesiyle halvethanesinden çıktı ve “Bir kardeşim bana Zengi’nin bugün Edessa’yı aldığını söyledi.” dedi. Bir zaman sonra kuşatmada savaşmış adamlardan bazıları çilehanesine gelme fırsatı buldu: “Hocam…” dediler, “seni kale duvarı üzerinde ‘Allahu Ekber’ diyerek savaş naraları atarken gördüğümüzde zafer kazanacağımızı anlamıştık.” Eren, Edessa’da olduğunu reddettiği hâlde hepsi onu surların üzerinde gördüklerine samimiyetle yemin ettiler. Bundan daha da ilginci Palermo’daki mütedeyyin Müslüman pirin, Sicilya Kralı Roger’ın birliklerinin Sarazenler karşısında yakın zamanda kazandığı başarıdan sonra böbürlenerek sorduğu “Peygamberiniz neredeydi? İnançlı kullarına yardıma gelmediğine göre?..” sorusu üzerine ettiği sözlerdi: “Edessa’nın fethedilmesine yardım ediyordu!” Saraydakiler kahkahaya boğulmuştu fakat kral onları sert biçimde susturdu; bu sözler onu garip bir şekilde etkilemişti. Kısa zaman sonra çok net bir açıklama alacaklardı.[48 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 124,125]

Büyük atabey parlak zaferinin keyfini pek uzun süre yaşayamadı. Sonraki iki yıl yeni bölgeleri düzene sokmakla geçti çünkü Musul’a bir daha dönmedi. Suriye imparatorluğu tasarılarını sürdürmek adına 1146’da Fırat’ın çok yakınındaki Caber Kalesi’ni bilfiil kuşatması sırasında, bir gece şarabın da etkisiyle uyurken kölelerinden bazıları çadırına sızmış ve geri kalanları içiyordu ki çıkardıkları gürültüler Zengi’yi uyandırdı. Zengi bu adamları güzel bir haşladıktan sonra yeniden uykuya daldı. Öyle görünüyor ki adamlar sabah alacakları kesin olan cezadan korkmuşlardı ancak atabey o kadar zalim bir hükümdardı ki onları umutsuzluğa sürüklemek için, kuşatılan kalenin yöneticisi kan parası önermemiş olsaydı bile pek fazla bir şeye gerek yoktu. Cesaretlerini toplayıp onu kalbinden bıçakladılar. Son darbeyi hadım Yaran-kaş indirdi ve üçü de arkalarını dönüp kaleden kaçtılar. Alarm verildiğinde büyük emîr ölümün eşiğindeydi. Orada olan bir kişi efendisini hâlen nefes alırken nasıl bulduğunu anlatıyor:

“Beni görünce ona son darbeyi indirmeye geldiğimi sandı ve aman dilercesine zavallı parmağını havaya kaldırdı. Duruverdim. ‘Efendim bunu kim yaptı?’ diye bağırdım ama cevap vermeye takati yoktu ve o anda son nefesini verdi.” (14 Eylül 1146)[49 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 132.]

“Emîrlerin Kralı”, “İmanın Kılavuzu” İmadeddin Zengi, atmış iki yaşında hevesini tatmin edemeden ve amacını yarım bırakarak acımasızca kullandığı kılıcın marifetiyle böylece öldü.

Ekmeğini yemiş olan insanlarca namertçe katledilmiş, orada öylece kaskatı yatarken kimse ona saygı göstermedi; oğulları ve adamları veraset iddiasına girişmişlerdi, halefinin menfaatini güvence altına almaya uğraşıyorlardı. Ordu bu suç ve acı kayıp karşısında donakalmış, yeise kapılmıştı ve onlara liderlik etmiş, onlarla beraber bir krallığı fethetmiş olan adam, velinimetleri, soğuk çadırında yalnız bırakılmıştı. Naaşını alıp beş yüzyıl önce bir sürü inananın şehit düştüğü Sıffin meydanına çabucak gömme işi Rakka’dan gelen yabancılara kalmıştı. Sular biraz durulunca oğulları mezarı üzerine bir kubbe inşa ettirdiler ve hayranı olan tarihçiler ona kahraman ve “Şehit” dediler. Hatta onu, yüzünde sükûnetin verdiği parıltıyla rüyada görüp durumunu sormak, günün ermişlerinden birine düşmüştü:

“Tanrı sana nasıl davrandı?”

“Merhametle”

“Neden?”

“Edessa’dan ötürü.”

Bu arada haçlılar “Kanlı”nın trajik ölümü üzerine değersiz Latince şiirleriyle kelime oyunu yaptılar:

Quam bonus eventus! Fit sanguine sanguinolentus
Vir homicida reus nomine Sanguineus[50 - Ne mutlu olay, Kanlı adıyla bilinen adam kanlı bir cinayetle kanlandı.]

Fakat çok erken sevinmişlerdi. Zengi ölmüştü, evet, ama hiçbir Hristiyan prensinin geri döndüremeyeceği bir iş başarmıştı ve gerisinde oğlu Nureddin’i, ondan sonra da Selahaddin’i, onun başladığı işi tamamlamayı bilen liderleri bırakmıştı. Büyük Atabey’in ölümünden kırk yıl sonra, Kutsal Topraklar Selahaddin’indi ve Kudüs yeniden ve günümüze dek Müslümanların koruması altına girmişti.

2. KISIM

MISIR 1138 – 1174

5. BÖLÜM

SELAHADDİN’İN GENÇLİĞİ 1138-1164

Eyüb’ü 1138’de acı bir şekilde, kardeşiyle birlikte tam da Selahaddin’in doğduğu gece Tikrit’ten ayrılırken bırakmıştık. Musul’da Zengi’ye başvurmuşlardı ve gelişleri hoş karşılanmıştı. Büyük atabey Dicle’deki sandalı unutmamıştı, ayrıca iyi bir savaşçıyı geri çevirecek bir kişi değildi. İki kardeş birçok savaşta onun ordusuna hizmet etti ve Baalbek 1139 Ekim’inde düştüğü zaman Eyüb ele geçirilen bu şehrin idarecisi oldu. Baalbek veya “Güneş Şehri” Heliopolis yalnızca eski uygarlıkları ve onların tapınaklarıyla değil, bulunduğu yüksek konumuyla da ün kazanmıştı. Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında, Litani Vadisi tepesinde, denizden yaklaşık üç bin metre yüksekte yer alıyordu ve denilene göre Suriye’nin en serin şehriydi. Bir efsaneye göre insanlar Soğuk’a “Seni nerede bulalım?” diye sormuşlar o da “Beni mekânım Baalbek.” demiş. Antonius Pius’un kısmen bugün de ayakta olan büyük tapınağı yaptırdığı dönemdeki muhteşem hâlinden oldukça uzak da olsa Baalbek, Eyüb’ün zamanında verimli tarlalar, bağlar ve bahçelerle çevrili ve batı tarafından güçlü bir sur ve hisar veya akropolle korunan önemli bir kentti. Henüz Moğolların vandalizmini hissetmemiş veya onu bugünkü harap durumuna getiren depremle sarsılmamıştı. “Öğütücülerinden üzüm taşıyor”, içinden tatlı sular akıyor, değirmenler ve su çarkları her tarafta mevcut olan berekete tanıklık ediyordu.[51 - El İdrisi, 1154 yılında yazdığı yazı.] Böyle zengin bir kentin idaresine gelmek Zengi’nin kendisine duyduğu güvenin bir deliliydi; hele ki bu kent hasım şehir Şam’ın karşısında, onun yalnızca altmış km uzağında konuşlanmış en güney noktadaki ileri karakol pozisyonunda ise.

İdarecinin oğlu Selahaddin çocukluğunun birkaç yılını burada geçirdi; söylenilenlere bakılırsa bunlar mutlu geçen yıllar olmalı çünkü bu dönemle ilgili hiç kayıt yok. 1139 ila 1146 yılları arasında, Baalbek’te yaşadıkları döneme ilişkin Eyüb’ün ailesiyle ilgili hiçbir bilgi yok elimizde. Şüphesiz Selahaddin Müslüman bir erkek çocuğunun alması gereken eğitimi aldı ve kumandanın oğlu olarak muhtemelen en iyi eğitmenler tarafından eğitildi. Eyüb tam bir sofuydu hatta Baalbek’te sufi münzeviler için bir dergâh kurmuştu. Oğlu yıllar boyunca Kur’an’ı, Arap dil bilgisini, hitabet unsurlarını, şiir ve teolojiyi ezber etti; zira o dönemin Sarazen yöneticilerinin kökeni ne olursa olsun eğitim dili Arapçaydı.

Ayrıca, Kur’an’ı ve gelenekleri benimsetmek, ari bir Arapça biçemi aşılamak ve Arap söz diziminin inceliklerini öğretmek, seçkin bir gençlik yaratmak konusunda kendilerine güvenilen sınırlı sayıdaki eğitimli insanın temel amacını oluşturuyordu.

Selahaddin’in Baalbek’te aldığı eğitim ne olursa olsun daha sonra karşısına çıkan fırsatların yanında yetersiz kalmıştır. Babasının velinimeti öldürüldüğünde dokuz yaşında bile değildi ve büyük Atabey’in ölümü doğal olarak Baalbek’in Şamlı eski hükümdarı tarafından geri alınması anlamına geliyordu. Eyüb şehri savunmak adına hiç çaba sarf etmedi. Hiçbir zaman yalnızca kendi çıkarlarını gözeten diplomatik ve açıkgöz bir adam olmadı. Zengi’nin iki oğlunun, babalarının topraklarını paylaştığını ve birbirini gözetim altında tutmaktan Baalbek’le ilgilenmeye fırsat bulamadıklarını gördü. Musul uzaktı ve Halep de çekingen, diğer taraftan Şam yakındı ve burayı geri almaya azimliydi. Şam birlikleri Baalbek’e girdiğinde Eyüb uzlaşıya gitti ve teslim olmadan önce kendisine Şam yakınlarında on köyü kapsayan kayda değer bir ikta, güzel bir miktar para ve başkentten bir ev verilmesini ayarladı. Burada siyasi ustalığı ve sağduyusu ile Tuğtekin’in torunu Abak’ın sarayında yüksek bir pozisyon temin etti ve birkaç sene içerisinde Şam ordusunun başkumandanı oldu.

Eyüb bu yüksek makamı, Zengi’nin oğlu Halep Kralı Nureddin Mahmud 1154 yılında Şam’a ilerleyene kadar korudu. Nureddin adı İslam’ın büyük savunucuları arasında Selahaddin’den sonra ikinci sırada yer alır. Caber’deki felaketin ardından atabeyin krallığı ikiye bölündü: Büyük oğlu Seyfeddin Gazi Musul’da başarılı bir şekilde onun izinden giderken bir küçük oğlu Nureddin Suriye bölgesine hükmetti. Halep tahtına tam olarak yerleştirmişti ki Edessa’yı savunmaya çağrıldı. Zengi’nin ölümünün hemen ardından Ermeni yerleşimciler önceki kontları Courtenay’li Joscelin’i şehri geri alması için davet ettiler, o da bunun üzerine 1146’da Türkmen muhafızlar uykudayken onlara bir sürpriz yapıp şehri ele geçirdi. Ne var ki hisar Nureddin gelene kadar ayak diredi; Joscelin ve birlikleri temkinli bir biçimde geri çekilirken onun korumasına sığınmayı uman Ermeniler, garnizonla çekilen ordu arasında kaldı ve katledildi. Foris gladius et intus pavor.[52 - Dışarıda kılıç ve içeride korku. (ç.n.)]

“Görmek acı ve anlatmak üzücüydü: Çaresiz kalabalık, sakin toplum, yaşlı ve hasta adamlar, kadınlar ve cılız hizmetçiler, ihtiyar nineler ve küçük çocuklar hatta emzikli bebekler kapının ağzında, atlılar tarafından yerlerde çiğnendiler; bazısı cenderelerde boğuldu; bazısı da düşmanın acımasız kılıcından geçirildi.”[53 - Surlu William, xvi, 16]

Nureddin’in Fırat Nehri’ne kadar peşinden gidip taciz etmeyi sürdürdüğü çekilmekte olan orduyla beraber çok az insan kaçabildi.

Daha sonra Joscelin’in kendisi de yakalanarak kör edildi ve Halep’te zindana atıldı. Dokuz yıl sefalet çektikten sonra burada öldü. Onun bu başarısızlığının ardından Frenklerin Edessa Kontluğu’nda ve kuzey sınırı boyunca gösterdiği gücü tamamen tükendi.

İmparator Conrad ve VII. Louis tarafından başlatılan İkinci Haçlı Seferi Hristiyanların cesaretini daha da kırdı. 1148 yılında, St. Bernard’ın vaazlarını dinleyerek Edessa utancını silmeye gelip, artık Zengi’den korkusu olmayan temkinli Unar’ın, Eyüb’den de şüphesiz destek alarak onları pek de yaklaştırmadığı Şam önlerinde kendilerini küçük düşürdüler; sonuç olarak da güçlerinin tükendiğini gördüler.

“Kalabalık, Taberiye’de toplandığı alandan başlarının üzerinde kutsal haçla, önden Kral Baldwin’in topraklarının beyleri, arkalarından Fransızlar ve sonra Almanlar Ürdün’e doğru yürümeye başladı. Şam’ın ünlü bahçelerini çevreleyen çamurdan duvarlar böyle bir ordunun önünde bir engel olamazdı fakat dar patikalarıyla gür bostanlar, meyve ağaçları ve bitki örtüsü şehri daha da korunaklı hâle getiriyordu. Yeşillik ve ağaçlarla kaplı bu göz alabildiğine geniş arazide kıstırılmış Sarazenler istilacıların ilerleyişine karşı duruyor veya oklarını yeşil bir denizin ortasında orada burada yükselen taştan adalara benzer binalarından aşağıya fırlatıyorlardı. Uzun bir mücadelenin ardından sonunda koruluk temizlendi; sıcak ve susuzluktan bitkin Hristiyanlar nehre yönelmişlerdi ki burada da üzerlerine gelen yeni bir orduyla karşılaştılar. ‘Neden ilerlemiyoruz?’ diye sordu geriden Conrad ve nedenini öğrenerek Fransız taburlarının arasından fırlayıp kanata geçti, gerçek bir Töton tarzıyla o ve şövalyeleri savaş atlarına atlatıp surların arkasından yaklaştılar ve kısa zamanda düşmanı şehrin içine itelediler.

‘Kuşatma şimdi gerçekten başlamıştı.’ diyor Surlu William. ‘Ve vatandaşlarla anlaşmaya çalışan büyük prenslerin açgözlülüğü olmasaydı sonuçlandırılabilirdi de. Hainlerin ihbarı üzerine karargâh güneybatıya, söylenilenlere göre surların en hafif bir hamleye bile dayanamayacağı yere taşındı. Ne var ki haçlılar burada güçlü tahkimlerden çok daha ölümcül bir düşmanla karşılaştı çünkü nehirle aralarına girilmiş ve meyve bahçelerinin yemişlerinden mahrum kalmışlardı. Yiyecek ve önderliğin olmadığı yerde kalabalık umutsuzluğa kapıldı ve insanlar geri çekilmekten söz etmeye başladı. Benzer şekilde Suriyeli Frenklerle batılı müttefikleri arasında kıskançlık baş gösterdi ve Şam’ın veziri Unar bu verimli şer kaynağından yararlanarak onların, Şam’ı ele geçirme konusunda kardeşlerine yardım etmekte çaresiz kaldığını ve bunun Kudüs’ü ele geçirmenin başlangıcı olduğunu belirtti. Rüşvetlerle de desteklenen iddiaları, işi kuşatmadan vazgeçme raddesine getirdi.”[54 - Archer and Kingsford, “Crusades”, (Haçlı Seferleri), 217-219.]

1149’un Paskalya zamanı bu yürekli Haçlılar eve dönüş yolundaydı.

Böyle bir kriz anında eli kılıç tutan kimse Şam’da atıl kalmazdı. Eyüb muhtemelen Unar’ın kuşatmadan sonraki ağustos ayında öldüğü tarihe kadar Şam’ın başkumandanı payesini almamıştı; buna rağmen savunmada kayda değer bir rol oynamış olmalı. Selahaddin ise dikkatli bir izleyici olmanın ötesine geçemeyecek kadar gençti tabii ki. Her ne kadar Fransız Eleanor’un Soldan’a beslediği aşkı anlatan Batı efsanesi doğru olsa da onun o dönemde daha on bir yaşında olmasından ötürü Kral Louis’nin kıskançlığı, daha sonra gerçekleşen boşanma için bir okul çocuğundan daha muhtemel bir suç ortağı buldu kendisine.

Beş yıl sonra Eyüb, hanedanın değişmesinde ve eski velinimetinin oğlunun Suriye’nin başkentine kabul edilmesinde başaktördü. Öyle ki büyük erkek kardeş Şam’la uzlaşıp burada yüksek bir makam elde ederken küçük kardeş, Esadeddin Şirkuh, “Dağ Aslanı” Nureddin’in hizmetine girdi. Şirkuh her fırsatta öyle yiğitlik gösterdi ki efendisi ona yalnızca Humus ve Rahba gibi değerli iki şehrin iktasını vermekle kalmadığı gibi bir de onu Şam’ı fethetmek kaderine yazılmış olan ordunun komutanlığına getirdi.

Ele geçmez fırsat nihayet yakalanmış görünüyordu. İkinci Haçlı Seferi’nin acınası akıbetinin ardından Frenklerin itibarı sarsılmıştı ve bayağı da korkmuşlardı; Mezopotamya Zengi’nin büyük oğlunun alicenap yönetimi altında sakindi ve atabeye sürekli olarak başkaldıran inatçı Unar ölmüş, üstelik erkek kardeşi Nureddin’in güvenilir mareşali Eyüb, onun yerine geçmişti; ayrıca Şam prensi, Halep kralına biat etmişti. Zengi’nin Şam merkezli Suriye İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için uygun zaman varsa işte bu an o andı.

1154 Nisan’ında Nureddin’in ordusu bir vesileyle fethedilmemiş şehrin önlerine geldi. Şirkuh, ihtiyatlı kardeşiyle duvarlar arasında görüşmelere başladı. Altı günde her şey ayarlanmıştı; Eyüb en güçlü taburların tarafını destekleyerek Zengi’lere geçmişten kalan borcunu ödedi. Nankörlük etmemek için ihanet etmek gerek.[55 - Il devint trâitre pour n’être point ingrat. (ç.n.)] Şam halkı sürüden ayrılan koyun gibi, şimdi Unar da ölmüş olduğu için, veraset yoluyla başa geçen efendilerini bırakıp Eyüb’ün önerisiyle kapılarını dönemin en güçlü hükümdarına açtı. Nureddin Şam’a bir saldırı düzenlemeksizin girdi ve iki kardeş gereğince ödüllendirildi. Tüm sarayda yalnızca Eyüb’e[56 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 314] kral huzurunda oturur pozisyonda kalabilme hakkı bahşedildi ve Şam valisi olarak görevlendirilirken Şirkuh, Humus’a yerleştirildi, ayrıca tüm Şam bölgesinin naibi oldu. Dicle üzerindeki sandal büyülü bir şekilde egemenliğin kapılarını açtı; ilk adımı talihe borçlu olsalar da iki kardeş ellerine geçen fırsatları kullanacak yetenek ve cesarete sahiptiler.

Selahaddin Şam’da 1154’ten 1164’e kadar Nureddin’in sarayında bir kumandanın oğlu olması hasebiyle yaşadı. Yaptıklarına, öğrendiklerine, zamanını nasıl geçirdiğine gelince; Arap vakanüvisler delirten bir sessizlik içindeler. Şunu biliyoruz ki kendisi “mükemmel özellikler” taşıyan bir genç olarak arzıendam etmişti; Nureddin’den salahiyet yolunda nasıl yürünmesi gerektiğini, nasıl erdemli olunacağını ve kâfirlerle savaşırken ne kadar gayretli olacağını öğrendi. Gözde bir valinin oğlu olarak ayrıcalıklı bir konuma sahipti fakat gelecekte göstereceği azamete ilişkin hiçbir işaret vermiyordu; “soylu zihinlerin son zayıflığı”ndan sakınan o mütevazı erdemin parlak bir örneğiydi. Selahaddin’in yirmi beşinci yaşına kadar bize tüm anlatılanlar bunlardır.

Suriyeli asiller -Selahaddin’in statüsü artık yüksekti- gençliklerini eğitimle, olgunluk dönemlerini savaş ve avla ve bilimi desteklemekle geçiriyordu. Aslan avına çıkmak en seçkin spordu fakat köpeklerle ve doğanlarla yapılan avcılık bitmez tükenmez bir enerji gerektiriyordu. Büyük bir özen ve bilimsel yollarla yetiştirildikleri Konstantinopoli’den düzenli olarak şahin ve seter cinsi köpeklerin getirtildiğini okuyoruz. Ne var ki genç Selahaddin’in başarılı bir avcı olduğunu destekleyecek tek bir kelime bile bulamıyoruz; bütün bildiğimiz onun inzivayı tercih ettiği ve cevval amcası yerine arif babası gibi hayatını ihtiyat ve sükûnetle geçirdiğidir. Biri çetin fakat onur ve şöhrete, diğeri huzur dolu bir sıradanlığa giden iki yol arasında tercih yapmaya gelince; Selahaddin göreceğimiz gibi ikincisini seçmeye çalışmıştır fakat bu, biçimsel bir noli episcopari durumdan ziyade münzevi bir ruhun hırslı bir kariyerin koşturmaca ve baskısını reddetmesi mahiyetindedir. O, yüceliğin ihsan edildiği insanlardan biriydi ve gücünü geliştirme fırsatlarını bu işlere açıkça atılmasından itibaren hiç kaçırmamış olmasına rağmen arkadaşlarının ihtiyacı olmasaydı böyle bir yolu seçer miydi, orası da şüphelidir. Sakin bir genç olarak hayatına sessizce devam ederdi ve Avrupalıların telaffuz etmekte zorlanacağı bir isimle basitçe Şamlı Salah-ed-din olarak kalırdı.

Âlim veya şair olarak da sivrilmezdi. Edebî zevklerinin teolojik eğilimleri vardı; şiiri gerçekten sevdiği hâlde mantıkla daha çok ilgiliydi; kutsal geleneklerin köklerine inilip doğrulandığını, dinî kuralların formüle edildiğini, Kur’an’dan parçaların açıklandığını ve geleneksel öğretinin hakkının korunduğunu duymak ona değişik bir haz veriyordu. Babası Eyüb gibi o da her şeyden önce mütedeyyin bir Müslüman idi ve Şam’da din bilgisini geliştirmek için yeterli fırsatı vardı. O günlerde bilim her şeyden çok teolojik donanım kazanma anlamına geliyordu; Doğu’dan, Batı’dan, Semerkand’dan, Kordoba’dan âlimler buradaki cami ve medreselerde eğitim vermek ve eğitim görmek için Şam’a akın ediyordu. Bu insanlar başka toprakların, başka kültürlerin ve sanatların bilgisini beraberlerinde getirmiş olmalılar. Belki Selahaddin de İbn Ebu Asrın burada ders verirken Büyük Emevi Camii’nin batı köşesine oturup onu dinlemişti. “Yetenekleriyle ve hukuk bilgisiyle çağının lideri” unvanını alan ve Nureddin’in kendisiyle birlikte Şam’a getirdiği ve hatta o ders verir de muhteşem hünerleri herkesçe edinilir diye Suriye’nin önemli şehirlerinin çoğunda medreseler inşa ettirdiği bu adamdan daha iyi bir eğitmene sahip olamazdı. Mezopotamya’da kadı olan bu âlim Selahaddin’in eski bağlara ne kadar sadık olduğundan takdirle bahsediyor; yaşlı adam görme yetisini kaybettiğinde sultanların en büyüğü olan Şamlı gencin onun bu haysiyetli memuriyetinden yoksun kalmasına izin vermediğini anlatıyordu.

Selahaddin’in gençliğinde ve erken olgunluk döneminde sürdüğü münzevi hayata ilişkin bir olumsuz delil de 1154-1164 yılları arasındaki on yılın neredeyse tamamını Şam’da sarayla yakın ilişkiler içinde geçirmiş olan Üsame’nin ondan hiç söz etmiyor olmasıdır. Nihayet 1174’te karşılaştıklarında aralarında gayet resmî bir tanışma gerçekleşmiş gibi görünüyor.[57 - Derenbourgh, “Ousama”, 368]

EMEVİ CAMİİ, ŞAM

Selahaddin sürekli sarayda kalmış olsaydı Üsame onu tanırdı ama aynı zamanda unutulmamalıdır ki Arap şeyhi o sırada altmış ila yetmiş yaşları arasındaydı ve böyle sade bir delikanlıya dikkat etmemiş olması muhtemeldir. Dahası, yaşlı şairin bohem doğasıyla vakur genç adam arasında pek ortak bir yan yoktu muhtemelen. Selahaddin yüksek ihtimalle Üsame’ye hüzünlü bir uyarı gözüyle baktı ve bu asi, yaşlı Arap da belki buna karşılık yöneticinin ketum oğlunun sadece bir ukala olduğunu düşünmüştü.

Daha sonra zamanının en tanınmış lideri olacak olan Selahaddin’in yirmi beş yaşına kadar tamamen muğlak bir karaktere sahip olduğu gerçeği, sonradan onu sosyal hayata sokacak olan amcası Şirkuh’un Nureddin’in sağkolu ve yetkin, hırslı generali[58 - İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 305] olduğu düşünüldüğünde oldukça merak uyandırıcıdır. 1159 yılında Halep’te bir hastalık sebebiyle yatağa düşmüş Nureddin’in ölüm döşeğinde aylarca can çekiştiği bir sırada, Suriye’de o dönemin tartışmasız ilk sıradaki asilzadesi Şirkuh tahta el koymanın eşiğine gelmiş ve bundan ancak Eyüb’ün ölçülü danışmanları tarafından vazgeçirilebilmişti; efendisinin gerçekten ölüp ölmeyeceğini bekleyip görmek akıllıca olabilirdi.

1160 yılında Şam’dan Mekke’ye giden hac kervanında Şirkuh liderliği üstlenerek bu işi oldukça abartmıştı. Ne var ki bu etkileyici insanlar arasında Selahaddin’in adını duymadığımız gibi güçlü bir dinî itikadı olmasına rağmen Müslümanlar arasında İslami fazileti taçlandırmak anlamına gelen bu ziyareti herhangi bir zamanda gerçekleştirmiş olduğuna ilişkin de bilgimiz yok. Şirkuh tabii ki Nureddin’in 1162’de Harim’i (Harenç) Frenklerden geri almak ve takiben elli Suriye kalesini ele geçirmek adına yapılan savaşlarında önemli roller üstlendi. Bu savaşlarla Zengi’nin ihtiyatlı oğlunun krallığı kuzeyde Anadolu Selçukluları’nın sınırındaki Maraş’a, güneyde Hermon Dağı eteklerinde yer alan Banyas’a ve Havran’a (Busra) kadar genişledi.

Bütün bunlarda Selahaddin’in hiç katkısı yoktu; herhangi bir savaş benzeri mücadelede en ufak bir görev üstlenmiş olsaydı emin olabiliriz ki ona hayranlık duyan biyografi yazarları bunu kaydederdi. “Müslümanların müstakbel sultanı” gönüllü inzivasından ancak ve ancak Şirkuh’un Mısır’a düzenlediği seferlere katılmak için çıkmış ve Zengi’nin üstlendiği “İslamiyetin kahramanı” rolünün gerçek ardılı olarak amcasının sarayına mertçe adım atmıştı.

6. BÖLÜM

MISIR’IN FETHİ 1164 – 1169