Dehşet içindeki çocuklar, acı acı ağlıyorlardı; ama şimdiye kadar bütün olup bitenlere tamamıyla sağır gibi davranan yaşlı kadın, sessiz durmaları için hâlâ yerde yatmakta olan adamın boyun bağını çözüp, sendeleyerek cenazeciye doğru ilerledi.
“Kızımdı.” dedi yaşlı kadın, başıyla cesedi göstererek; böyle bir yerdeki bir ölünün varlığından daha dehşet saçan bir budala bakışıyla. “Ya Rabb’im, ya Rabb’im! Ne acayip! Onu doğuran ben, onu doğurduğumda kadın olan ben, şimdi hayatta olayım, canlı olayım da o orada yatsın! Sopsoğuk, kaskatı; sahne oyunu gibi bir şey bu; tıpkı bir oyun!”
Zavallı mahluk, korkunç bir neşe içinde mırıldanmaya, kıkırdamaya başlayınca cenazeci çıkıp gitmek üzere döndü.
“Dur, dur hele!” dedi yaşlı kadın, yüksek sesle bir fısıltı çıkararak. “Yarın mı gömülecek, öbür gün mü, yoksa bu gece mi? Gömülmeye hazırlayacağım onu, biliyorsunuz benim de yürümem gerek, büyücek bir manto gönderin bana, sıcak tutsun şöyle, çünkü çok soğuk. Gitmeden, kekle şarap da almalıyız! Neyse aldırma; biraz ekmek gönder sen, bir somun ekmek de işi görür, bir fincan da su. Ekmek yiyelim mi sevgilim?” dedi iştahla, cenazeci kapıya doğru hareket ettiğinde paltosuna yapışarak.
“Olur, olur.” dedi cenazeci. “Elbette, ne arzu ederseniz.” Yaşlı kadından kurtuldu, arkasından Oliver’ı çekerek acele acele çıkıp gitti.
Ertesi gün -bu arada, Mr. Bumble’ın kendisi tarafından bırakılmış olan bir parça ekmek ve bir parça peynirle ailenin yardımına koşulmuştu- Oliver’la efendisi, o sefil malikâneye döndüler: Mr. Bumble gelmişti, yanında da yoksullarevinden iki adam vardı, ölüyü taşıyacaklardı. İhtiyar kadınla, erkeğin paçavraları üstüne birer eski, siyah palto atılmıştı; çıplak tabut, çivilendikten sonra, taşıyıcılar tarafından omuzlar üstüne kaldırıldı ve sokağa çıkarıldı.
“Tabanları yağla bakalım, ihtiyar!” diye fısıldadı Mr. Sowerberry, kadının kulağına. “Epey geciktik, Papaz Efendi’yi bekletmek doğru olmaz. Haydi bakalım çocuklar, mümkün olduğu kadar çabuk!”
Böyle emir alan taşıyıcılar, hafif yüklerinin altında hızlı hızlı yürümeye başladılar; iki matemciyse mümkün olduğu kadar onlara sokuluyordu. Mr. Bumble ile Mr. Sowerberry önde, epey hızlı ilerliyorlardı; bacakları efendisininki kadar uzun olmayan Oliver’sa efendisinin yanında koşuyordu.
Mamafih Mr. Sowerberry’nin tahmini hilafına, acele etmeye lüzum yoktu pek; mezarların bulunduğu, ısırganların ürediği kilise bahçesinin karanlık köşesine vardıklarında, kilise azaları daha gelmemişti; ufak odada, ateş başında oturmakta olan memura bakılırsa Papaz Efendi’nin gelmesinin bir saat kadar sürebileceğinin hiç de gayrimuhtemel olmadığını düşünür gibiydi. Tabutu mezarın kenarına koydular; iki matemci, ıslak toprak üstünde sabırla beklemeye başladı, buz gibi bir yağmur çiseliyordu, manzaranın kilise bahçesine cezbettiği paçavralar içindeki çocuklarsa mezar taşları arasında, gürültü çıkararak saklambaç oynuyorlardı; sonra da eğlencelerine çeşni vermek için tabutun üstünden ileri geri atlayıp duruyorlardı. Kilise memurunun şahsi arkadaşı olan Mr. Sowerberry ile Bumble, kendisiyle birlikte oturmuş gazete okuyordu.
Sonunda, bir saat kadar bir zaman geçtikten sonra, Mr. Bumble ve Sowerberry ve memur, mezara doğru koştular. Tam o sırada Papaz Efendi belirdi; hem yürüyor hem cübbesini giymeye çalışıyordu. Mr. Bumble, vaziyeti kurtarmak için bir iki çocuğa sille tokat savurdu ve Aziz Papaz Efendi dört dakikaya sıkıştırılabilecek kadar ölü gömme duası okuduktan sonra, cübbesini memura verip, çekip gitti.
“Haydi Bill!” dedi Sowerberry, mezar kazıcıya. “Doldur bakalım toprağı!”
Zor iş değildi; çünkü mezar öyle doluydu ki, en üstteki tabut, toprağın yüzünden birkaç karış aşağıdaydı. Mezar kazıcı, kürekle toprak atıp ayaklarıyla bastırdı. Küreğini omzuna vurdu, yürümeye koyuldu, eğlencenin bu kadar çabuk bittiğinden mırıltıyla şikâyet ederek arkasından gitti.
“Haydi azizim!” dedi Bumble, adamın sırtına hafifçe vurarak. “Bahçeyi kapayacaklar.”
Mezar başında yer aldığından beri, hiçbir harekette bulunmayan adam kımıldadı, başını kaldırıp kendisine hitap eden adama baktı, ileri doğru birkaç adım attı ve düşüp bayıldı. Deli ihtiyar kadın (cenazecinin çoktan almış olduğu) mantosunu aramakla öyle meşguldü ki, ona dikkat edecek hâli yoktu; böylece adamın üstüne bir teneke soğuk su boşalttılar. Kendine gelince sağ salim kilise bahçesinden çıkarıp kapıyı kapadılar, her ikisi de yoluna gitti.
“İşte böyle Oliver.” dedi Sowerberry eve dönerlerken. “Hoşuna gitti mi bakalım?”
“Epey gitti efendim, teşekkür ederim.” dedi Oliver epey bir tereddütten sonra. “Ama pek de değil efendim.”
“Çok geçmeden alışırsın Oliver.” dedi Sowerberry. “Alıştın mı bir kere, bitti gitti demektir.”
Oliver, “Mr. Sowerberry’nin bu alışması acaba ne kadar sürdü?” diye düşünüp duruyordu. Ama sual sormaktan çekindi; dükkâna yürümekle yetindi, gördüklerini, duyduklarını düşünmek yetiyordu ona.
BÖLÜM 6
OLİVER, NOAH’NIN KENDİNİ ALAYA ALMASI ÜZERİNE HAREKETE GEÇİYOR. BU HAREKETİ EPEY ŞAŞKINLIK YARATIYOR
Bir aylık deneme süresi bitince Oliver resmen çırak olmuştu. Tam hasta mevsimiydi ticari terimiyle; tabutlar, kapakları açık, bekliyordu; birkaç hafta içinde, Oliver büyük tecrübe sahibi oldu. Mr. Sowerberry’nin dâhiyane fikri, ümit edildiğinden de fazla bir başarı kazanılmasına sebep olmuştu. Oranın en eski yerlileri bile, kızamığın hiç bu kadar yaygın olduğunu görmediklerini, bu kadar çocuk kırıp geçirdiğini hatırlamadıklarını söylüyorlardı; şehirdeki bütün annelerin, tarifi gayrikabil hayranlık ve heyecanı huzurunda, dizlerine dek inen şapka şeridiyle, Oliver’ın başta gittiği matem kafilelerinin sayısı pek çoktu. Sapına kadar bir cenazeci olması için elzem olan vakarı ve sinir hâkimiyetini iktisap edebilmesi için Oliver, efendisinin peşinden, büyük ölülerde de bulunmak üzere gittiği için bazı kuvvetli zekâ sahibi kimselerin felaket imtihanlarını ve kayıplarını, o güzel tevekkül ve metanetlerini, müşahede etmek için birçok fırsat geçmişti eline.
Mesela halkın tam ortasındayken bile acısını tutamayacak derecede olan ve ölmeden önceki hastalığı boyunca, bir türlü teselli bulmak bilmeyen bir sürü yeğenlerin çevresini sardığı ihtiyar, zengin bir hanım veya beyin ölümü için Mr. Sowerberry sipariş aldığında aralarında mümkün olduğu kadar mesut olurlar, onları rahatsız edecek hiçbir şey olmamış gibi neşeli neşeli serbestçe çene çalarlardı. Kocalar da karılarının kayıplarını kahramanca bir sakinlikle karşılarlardı. Kadınlar, matem kıyafeti içinde, acı çekmek şöyle dursun, sanki mümkün olduğu kadar yaraşıklı ve cazibeli görünmeye karar vermişler gibi, kocaları için matem elbiseleri giyerlerdi. Defin merasimi esnasında acıyla kıvranan beyler ve hanımları eve döner dönmez sakinleşiyor ve çay içme daha sona ermeden iyicene rahatlıyorlardı. Bütün bunlar pek hoştu, bunları görmek insanı olgunlaştırıyordu; Oliver bunları büyük hayranlıkla seyrediyordu.
Bu iyi kimselerden örnek alarak Oliver Twist’in tevekkül kazanıp kazanmadığını, her ne kadar hayatını yazıyorsam da tam bir emniyetle beyan etmeyi üstüme alamam; ama kesin olarak söyleyebileceğim bir şey var, aylarca Noah Claypole’un hâkimiyeti ve kötü muamelesine boyun eğdi. Noah, Oliver’a eskisinden daha kötü muamele ediyordu çünkü kendisi eski kıyafetinde kalmış, daha dünkü Oliver, terfi edip güzel urbalar giymişti; kıskanıyordu onu; Noah kötü muamele ettiği için, Charlotte da kötü davranıyordu ona karşı; Mr. Sowerberry’yi Oliver’ın dostu olmaya hazır bir durumda gören Mrs. Sowerberry ise başdüşmandı; böylece bir yanda bu üç kişi, öte yanda cenaze merasimi bolluğu, Oliver, yanlışlıkla bir bira fabrikasında arpa ambarına kapatılan, aç bir domuzun durumundaydı.
Şimdi, Oliver’ın hayat hikâyesindeki pek önemli bir yere geliyorum, bir hadise anlatmam gerek, öyle bir hadise ki, belki görünüşte değersiz ve önemsiz ama bu hadise, dolaylı olarak Oliver’ın bütün gelecekteki plan ve hatt-ı harekâtını madden değiştirecektir.
Bir gün Oliver’la Noah -boynun en kötü tarafından bir buçuk librelik- küçük bir et parçasını afiyetle yemek üzere, her zamanki yemek saatinde mutfağa indiklerinde Charlotte o sırada dışarı çağırıldığı için kısa bir zaman yalnız kaldılar; Noah Claypole aç ve kötü niyetli olduğu için zamanını Oliver Twist’i kızdırmak ve ona eziyet etmekten daha faydalı bir şeye vakfedemeyeceğini düşündü.
Bu saf eğlence üzerine dikkatini teksif ederek, Noah ayaklarını masa örtüsünün üzerine koydu; Oliver’ın saçını çekti; kulağını çekti ve “sinsi, korkağın biri” olduğunu söyledi üstelik, üstelik bir de Oliver asıldığı zaman, o arzu edilen şey vuku bulduğu zaman, gelip görmek niyetinde olduğunu da beyan etti, kötü niyetli, ahlaksız bir meccani mektep talebesi gibi daha bir sürü can sıkıcı başka konulara geçti. Ama bu eşek şakalarının hiçbirinin Oliver’ı ağlatmadığını görünce Noah daha ileri gitti: Yani, kendinden çok daha kıt akıllıların alay etmek için başvurduğu çareye başvurdu. Biraz daha laubalileşmek istedi.
“Yoksullarevi çocuğu!” dedi. “Annenden ne haber?”
“Öldü.” dedi Oliver. “Onu bir daha ağzına alayım deme, yoksa karışmam ha!”
Bunu söylerken kıpkırmızı olmuştu Oliver, sık sık nefes alıyordu, ağzı, burun delikleri, tuhaf tuhaf titremeye başlamıştı; Mr. Claypole bunun bir ağlama krizi başlangıcı olduğunu çaktı, bunun üzerine yeniden saldırmaya başladı.
“Annen neden öldü yoksullarevi çocuğu?” dedi Noah.
“Birkaç ihtiyar hasta bakıcının dediğine göre, kalp kırıklığından ölmüş.” dedi Oliver; bunu Noah’ya değil, kendine söylüyordu sanki. “Biliyorum sanırım, kalp kırıklığından nasıl ölünebileceğini!” diye de ilave etti.
O sırada, Oliver’ın yanağından bir damla yaş yuvarlandığını gören Noah “Vay, vay, vay!” dedi. “Ne dokundu böyle yine?”
“Herhâlde sen değil.” dedi Oliver, acele acele gözyaşını silerek. “Sen, sanma.”
“Ben değil demek ha!” diye acı acı güldü Noah.
“Hayır, sen değil!” diye cevap verdi Oliver birden. “Bırak! Yeter artık bir söz daha istemiyorum annem hakkında, yoksa karışmam ha!”
“Karışmazsın demek!” diye bağırdı Noah. “Vay canına, karışmıyormuş be! Yoksullarevi çocuğu, küstahlaşma! Annen pek sağlam pabuç değilmiş.” Böyle diyerek Noah, manalı manalı başını salladı, küçük kırmızı burnunu, adalelerinin büzebileceği kadar büzdü.
Oliver’ın sessizliğinden cesaret alarak, yapma, acıklı bir tavırla, “Sen de bilirsin yoksullarevi çocuğu.” diye devam etti Noah. “Sen de bilirsin, artık bir şey gelmez ki elden! Hoş, o zaman da yapılacak bir şey yoktu ya zaten. Yazık, hepimiz acıyoruz sana. Hem de çok acıyoruz. Ama yine de annenin kötü karının biri olduğunu bilmen gerek.”
“Ne dedin?” dedi Oliver birden, gözlerini yukarı kaldırıp.
“Bayağı kötü kadının biriymiş işte.” dedi Noah istifini bozmadan. “Doğrusu tam zamanında ölmüş. Ölmeseydi ya hapiste imanı gevrer ya da sürülürdü ya da ipe çekilirdi. Öyle değil mi?”
Öfkeden kıpkırmızı, ayağa sıçradı Oliver; iskemleyi, masayı devirdi; Noah’nın gırtlağına yapıştı, dişleri kafasının içinde sallanıncaya kadar öfkesinin şiddetiyle sarstı başını, derken olanca gücünü toplayıp yere deviriverdi Noah’yı.
Bir dakika önce sessiz, mahzun, kendi hâlindeki çocuk, bu kötü muamele karşısında başkaldırmıştı sonunda; ölmüş annesine yapılan hakaret, kanını beynine sıçratmıştı. Göğsü, bir kalkıp bir iniyordu, dimdik duruyordu. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu; bütün kişiliği değişmişti; şimdi ayakları dibine diz çökmüş duran başının belasına, cam gözlerle bakıyor ve şimdiye dek görmediği bir güçle ona meydan okuyordu.
“Öldürecek beni!” diye kekeledi Noah. “Charlotte! Hanım! Baksanıza! Yeni çocuk beni öldürüyor! İmdat! İmdat! Oliver delirdi, Charlotte!”
Noah’nın haykırışlarına Charlotte’un haykırışı cevap verdi, arkasından da Mrs. Sowerberry’nin çığlığı; Charlotte, bir yan kapıdan mutfağa daldı, ötekiyse daha aşağı inmenin insan hayatının bekasına bir engel teşkil etmediğine iyicene güven getirinceye dek merdivenin sahanlığında kalakaldı.
“Seni gidi küçük serseri seni!” diye çığırdı Charlotte, iyi antrenman görmüş güçlü kuvvetli bir erkeğin kuvvetiyle Oliver’ı yakalayarak. “Seni gidi küçük nankör seni! Seni gidi katil seni! Seni gidi iğrenç mahluk seni!” Her cümle sonunda Charlotte, Oliver’a vuruyordu, amme menfaati için de her vuruşta bir çığlık atıyordu.
Charlotte’un eli ağırdı ama Mrs. Sowerberry bunun Oliver’ın gazabını yatıştıramayabileceğini düşünerek mutfağa dalıp yardıma yetişti, bir eliyle çocuğu tutuyor, ötekiyle de tırmık atıyordu.
Bu müsait durumdan bilistifade, Noah yerinden kalkıp Oliver’ın kıçına bir tekme indirdi. Bu talim uzun müddet süremeyecek kadar şiddetliydi. Hepsi yorulup da saç baş yolamayacak hâle gelince Oliver’ı tuttular, bağırıp çağırmasından, mücadele etmesinden korkmayarak bir kömürlüğe kapayıp kilitlediler. Bu iş bittikten sonra, Mrs. Sowerberry kendini bir sandalyenin üstüne bırakıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Aman ya Rabb’im! Kadıncağız hıkkadak gidiverecek!” dedi Charlotte. “Bir bardak su, Noah yavrum, çabuk.”
Noah’nın, başından boca ettiği kâfi miktarda suyun altında soluk soluğa konuşmaya çalışarak, “Ah Charlotte, uyurken yatağımızda öldürülmediğimize şükredelim.” diyordu Mrs. Sowerberry.
“Şükredelim hanım.” dedi Charlotte. “İnşallah bu bir ders olur da efendiye, bir daha böyle yaradılıştan cani ve haydut ruhlu korkunç mahlukları almaz. Zavallı Noah’cık, ben içeri girdiğimde ölmek üzereydi.”
“Zavallıcık!” dedi Mrs. Sowerberry, acıklı acıklı meccani mektep talebesine bakarak.
Birkaç yapmacık gözyaşı ve burun çekme doğuran bu acıklı davranışla, yeleğinin üst düğmesi Oliver’ın başının tepesiyle hemen hemen aynı seviyede olan Noah, bileklerinin içiyle gözlerini sildi.
“Şimdi ne yapacağız?” diye bağırdı Mrs. Sowerberry. “Efendi evde değil, başka erkek de yok, on dakika geçmeden tekmeyle kırar kapıyı.” Mevzubahis olan keresteye Oliver’ın kuvvetli dalışları bunun vuku bulmasının pek muhtemel olduğunu gösteriyordu.
“Aman ya Rabb’im! Ne yapsak acaba?” dedi Charlotte. “Polis mi çağıralım?”
“İsterseniz jandarma çağıralım.” diye teklifte bulundu Mr. Claypole.
“Olmaz, olmaz.” dedi Mrs. Sowerberry. Oliver’ın eski dostu gelmişti aklına. “Mr. Bumble’a koş, Noah! Hemen gelmesini söyle, bir dakika bile oyalanmasın, şapkanı almana hacet yok! Çabuk koş, haydi! Koşarken de yolda gözüne çakının yüzünü yapıştır da şişmesin!”
Noah cevap vermek için vakit kaybetmedi, olanca hızıyla fırladı dışarı; gözünde çakı, başı açık, gelişigüzel sokaklara saparak koşan bu çocuğu görmek, gezintiye çıkmış halkı şaşırtıyordu.
BÖLÜM 7
OLİVER SERKEŞLİĞE DEVAM EDİYOR
Noah Claypole var süratiyle sokaklar boyunca koştu, bir kere bile nefes almak için durmadı yoksullarevinin kapısının önüne varıncaya dek. Hıçkırıklarını tutmak, gözyaşlarıyla dehşet saçan haşmetli görünüşüne bir çekidüzen vermek için kapıda bir iki dakika durduktan sonra yumruklamaya başladı kapıyı; kapıyı açan yoksul ihtiyara, o kadar elemli bir yüz takdim etti ki, en iyi zamanlarında dahi elemli yüzlerden başka bir yüz görmeyen yoksul bile, hayret içinde geri geri çekildi.
“Ne oldu sana böyle?” diye sordu ihtiyar yoksul.
“Mr. Bumble! Mr. Bumble!” diye bağırdı Noah, felaket havası vermeyi pek iyi beceriyordu. Öyle telaşla, öyle yüksek sesle bağırmıştı ki, sesler tesadüfen oralarda bulunan Mr. Bumble’ın kulağına gelmekle kalmayıp kendisini öyle bir telaşa düşürmüştü ki, başına üç köşeli şapkasını giymeden -bu pek acayip ve kayda değer bir hadiseydi- dışarı fırladı. Bu hareketiyle bir mübaşirin bile, ani ve güçlü bir tesir karşısında, nefsine hâkim olmamanın kısa bir ziyaretiyle ve şahsiyetinin vakarını unutarak mağdur olabileceğini göstermiş oldu.
“Mr. Bumble efendim!” dedi Noah. “Oliver efendim, Oliver…”
“Ne? Ne diyorsun?” dedi Mr. Bumble, madenî gözlerinde bir neşe ışığı parlamıştı. “Kaçmadı ya! Kaçmadı ya Noah?”
“Hayır efendim, hayır. Kaçmadı efendim ama şeytan oldu.” dedi Noah. “Beni öldürmeye kalktı efendim, sonra Charlotte’u, derken hanımefendiyi. Aman neler çektik neler, efendim.” Bu sırada Noah balık gibi vücudunu büküyor, kıvırıyor, çektiklerini temsil ediyor, Mr. Bumble’a, Oliver’ın şiddetli ve kanlı buhranı sonucu almış olduğu ve hâlen ızdırapların en acı vericisini çekmesine sebep olan içten aldığı yarayı anlatmak istiyordu.
Noah, verdiği haberin Mr. Bumble’ı tamamıyla felce uğrattığını görünce daha da arttırdı yakınmasını, eskisinden on misli fazla çığırarak yaralarını ilan etmeye başladı; o sırada avluyu geçmekte olan beyaz yelekli beyi görünce hâline acıması için dikkatini çekmeyi haklı olarak uygun görüp iniltilerini daha bir facia hâline soktu. Beyin dikkati hemencecik çekildi; üç adım atmamıştı ki öfkeyle dönüp küçük köpeğin ne diye uluduğunu ve Mr. Bumble’ın bu avaz avaz çığırışı ne diye lütfedip akim bırakmadığını sordu.
“Meccani bir mektep talebesi zavallıcık.” dedi Mr. Bumble. “Az kalsın öldürülüyormuş, ramak kalmış efendim, Oliver Twist’in…”
“Vay canına!” diye bağırdı beyaz yelekli bey, olduğu yerde donakalıp. “Biliyordum zaten; ta baştan beri, şu küstah, yabani çocuğun, asılacağına dair bir hissikablelvuku vardı içimde!”
“Aynı şekilde hizmetçi kadına da saldırmış efendim.” dedi Mr. Bumble, benzi atmış, kül rengi olmuştu.
“Hanımefendiyi de.” diye ilave etti Mr. Claypole.
‘Efendisini de demiştin galiba değil mi Noah?” dedi Mr. Bumble.
“Hayır, o yoktu, olsaydı onu da öldürürdü, onu da öldüreceğini söyledi.”
“Demek öldüreceğini söyledi ha?” diye sordu beyaz yelekli bey.
“Evet efendim.” diye cevap verdi Noah.
Üç köşeli şapkasını ve bastonunu sahibini tatmin edecek bir şekilde ayarladıktan sonra, Mr. Bumble, Noah Claypole ile tabanları yağlayıp cenaze levazımatçısının dükkânına doğru yola koyuldular.
Orada, durumda bir ilerleme kaydedilmemişti. Sowerberry dönmemişti daha. Oliver’sa aynı güçle kömürlüğün kapısını tekmelemekteydi. Mrs. Soweberry ve Charlotte’un hikâye ettikleri şeyler, öyle korkunç cinstendi ki, Mr. Bumble kapıyı açmadan önce bir müzakere yapmayı uygun gördü.
Bu amaçla, söze girmek üzere, dışarıdan bir tekme attı; sonra ağzını anahtar deliğine uydurarak, derin ve tesir edici bir sesle “Oliver!” dedi.
“Açın diyorum size!” diye cevap verdi Oliver içeriden.
“Bu sesi tanıdın mı Oliver?” diye sordu Mr. Bumble.
“Evet.” diye cevap verdi Oliver.
“Korkmuyor musun bu sesten, küçük bey? Sesimi duyunca tir tir titremiyor musun?” dedi Mr. Bumble.
“Hayır!” dedi Oliver cesurca.
Beklediğinden ve şimdiye dek duymaya alıştığından bambaşka bir cevapla karşılaşınca Mr. Bumble afalladı. Anahtar deliğinden geri çekildi; şöyle bir doğruldu, şaşkınlık içinde üç seyircisine bir bir baktı.
“Çocuk delirdi Mr. Bumble, başka hiçbir şey değil.” dedi Mrs. Sowerberry. “Aklının bir nebzesi yerinde kalmış olsaydı, sizinle böyle konuşmazdı.”
“Delilik değil bu hanımefendi.” dedi Mr. Bumble, bir süre derin derin düşündükten sonra. “Et bu!”
“Ne!” diye bağırdı Mrs. Sowerberry.
“Et hanımefendi, et!” diye cevap verdi Mr. Bumble, sözünün üstünde durarak. “Fazla beslemişsiniz hanımefendi. O durumdaki bir kimseye yakışmayacak bir şekilde içinde suni bir ruh ve zihin yaratmışsınız. Pratik feylesofların teşkil ettiği meclisin de fikri bu olacaktır. Yoksullara, ruh, zihin ne gerek! Vücutlarını yaşatmamız yetmez mi ki! Pirinç çorbasıyla beslemeye devam etseydiniz böyle olmazdı.”
“Aman ya Rabbi!” diye çığırdı Mrs. Sowerberry, gözlerini dindar bir tarzda mutfağın tavanına doğru kaldırarak. “Bakın, cömert davranış neler getiriyor insanın başına!” Kimsenin yemeyeceği artık yemeklerdi Mrs. Sowerberry’nin cömertliği; bu bakımdan Mr. Bumble’ın ağır ithamı altında boyun eğmesinde epey bir alçak gönüllülük ve fedakârlık vardı. Doğrusu bu ithamdan tamamıyla uzaktı Mrs. Sowerberry; ne böyle bir şeyi aklından geçirmiş ne bir şey söylemiş ne de böyle bir harekette bulunmuştu.
“Ha!” dedi Mr. Bumble, hanımefendi gözlerini yeniden yere indirdiğinde. “Şimdi yapılacak tek şey, bana kalırsa açlıktan ölünceye dek birkaç gün kömürlükte bırakmak, sonra da onu oradan alıp bütün çıraklığı süresince pirinç lapası vermek. Kötü bir aileden geliyor. Sütü bozuk! Hasta bakıcıyla doktorun dediğine göre, anası buraya kadar acı içinde sürünerek gelmiş, yerinde başkası olsaymış çoktan öteki dünyayı boylarmış.”
Mr. Bumble’ın nutkunun bu noktasında annesinden bahsedildiğini duyan Oliver, yeniden tekme savurmaya başladı, çıkardığı gürültü içinde bütün sesler boğuluyordu. Tam o sırada Mr. Sowerberry geldi, Oliver’ın suçu, hanımlar tarafından gazaba gelebilecek bir şekilde kendisine izah edildikten sonra ansızın kömürlüğün kapısını açtı ve asi çırağını yakasından tutup sürükleyerek dışarı çıkardı.
Yediği dayakla, üstü başı yırtılmıştı Oliver’ın, yüzü yara bere içindeydi, saçları alnına düşmüştü. Öfkesinin doğurduğu kırmızılık kaybolmamıştı, hücresinden çıkarıldığında cüretle Noah’ya tehditkâr bir tavırla homurdandı, korkudan eser yoktu yüzünde.
“Ne iyi çocukmuşsun sen böyle maşallah!” diyen Sowerberry, Oliver’ı sarsarak kulağına bir tokat indirdi.
“Anneme küfretti.” dedi Oliver.
“Ettiyse etti, oh olmuş, nankör köpek!” dedi Mrs. Sowerberry. “Küfre müstahakmış, hem de daha beterine.”
“Hayır!” dedi Oliver.
“Evet.” dedi Mrs. Sowerberry.
“Yalan!” dedi Oliver.
Mrs. Sowerberry hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu gözyaşı seli, Mr. Sowerberry’yi zor durumda bıraktı. Oliver’a en şiddetli cezayı vermede bir an gecikmiş olsaydı, her tecrübeli okuyucunun bileceği gibi, evlilik hayatının bütün kavgalarında görülebileceği gibi, kaba herif, gayritabii bir koca, hakaret eden bir mahluk, insan müsveddesi ve bunun gibi, bu bölümün içinde sayılamayacak derecede daha birçok güzel sıfatlara bürünmesi gerekecekti. Aslına bakacak olursanız, kendi kudreti dâhilinde -bu kudret de pek ahım şahım değildi ya- çocuğa karşı hüsnüniyetle davranmıştı; belki de böyle davranması kendi menfaatine olduğu için ya da karısı ondan nefret ettiği için. Mamafih bu gözyaşı seli, elini kolunu bağlamış oldu, bu yüzden hemen dayak atmaya başladı, öyle ki Mrs. Sowerberry’nin kendisinin bile bu dayak içine sindi, böylece daha sonra Mr. Bumble’ın asasının tatbikine lüzum kalmadı. Günün geri kalan kısmında, Oliver bir tulumla bir dilim ekmeğin refakatinde arka mutfağa kapatıldı ve geceleyin Mrs. Sowerberry kapının dışında annesi hakkında hiç de övücü sözler söylemeksizin, birtakım laflar ettikten sonra, kapıyı açıp içeri baktı ve Noah ile Charlotte’un yuhaları ve alayları içinde kasvetli yatağı olan yukarı kattaki odaya götürüldü. Cenazecinin loş atölyesinin sessizlik ve durgunluğunda bir başına kaldıktan sonra ancak gündüzki muamelenin bir zavallı çocukta uyandırabileceği duyguların eline bıraktı kendini, meydan okuyuşlarını istihfafla karşılamış, dayağı gık demeden yemişti; onu canlı canlı ateşte kızartacak olsalar bile içindeki çığlığı zapt etmek için onu epey bir süre ayakta tutacak gururunun kabardığını duymuştu içinde. Ama şimdi onu duyacak, onu görecek kimse olmadığı için, diz üstü yere çöküp elleriyle yüzünü kapayarak, öyle yaşlar döktü ki… Tanrı esirgesin öteki küçüklerden!
Uzun müddet böyle kaldı Oliver. Ayağa kalktığında mum tükenmek üzereydi, dikkatle bakınıp çevresini dinledikten sonra kapının sürgüsünü yavaşça açıp dış dünyaya baktı.
Soğuk ve karanlık bir geceydi. Yıldızlar, çocuğun gözlerine yeryüzünden daha bir uzaklaşmış gibi geliyordu, rüzgâr esmiyordu; ağaçların yere yansıttığı karanlık gölgeler, bu denli durgunluktan dolayı, bir ölüm, bir mezar havası içinde gibiydi. Yavaşça yeniden kapadı kapıyı. Ölmekte olan mum ışığından faydalanarak, tek tük giyeceğini bir bohçaya sarıp, sıranın birine oturarak sabahı beklemeye başladı.
Günün ilk ışığı panjurların arasından girmeye uğraşırken, Oliver kalkıp, kapının sürgüsünü açtı. Ürkek ürkek bakındı -bir an durakladı- derken bir de baktı, kapıyı kapamıştı, sokaktaydı artık.
Ne tarafa sıvışsam diye sağına soluna baktı. At arabalarının, yokuş yukarı ıkına sıkına çıktığını hatırladı, kendi de tırmanmaya başladı. Tarlaların ortasından geçen bir patikaya geldi. Patikanın, az ileride yolla birleştiğini biliyordu. Patikaya dalıp hızlı hızlı yürümesine devam etti.
Bu patika boyunca Mr. Bumble kendini çiftlikten yoksullarevine götürdüğü zaman yanında koşuşunu iyi hatırlıyordu. Yol, dosdoğru çiftlik evinin önünden geçiyordu. Bu aklına gelince kalbi güm güm atmaya başladı; neredeyse dönüp geri gidecekti. Ama epey yol almıştı, dönerse epey zaman kaybederdi. Hem daha pek erken olduğu için görünmek tehlikesi de yoktu; böylece devam etti yürümesine.
Eve vardı. Bu erken saatte, insan yoktu görünürde. Oliver durarak bir göz attı bahçeye. Çocuğun biri yataklardan birine ot dolduruyordu; durup soluk yüzünü kaldırınca Oliver, çocuğun eski arkadaşlarından biri olduğunu gördü. Gitmeden onu görmesi hoşuna gitmişti Oliver’ın, çünkü kendinden küçükse de dostu ve oyun arkadaşı olmuştu, kaç kere birlikte dayak yemişler, aç bırakılmışlar, hapse girmişlerdi.