banner banner banner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Оценить:
 Рейтинг: 0

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Aşk dedikleri buydu işte.

O soneleri çalarken üç yıl boyunca bu sarayda bana öğretilen şiirleri geçirdim aklımdan. Müziğin namelerinden yükselen ruhun da bu aşk iklimine yabancı olmadığını ispatlamaya çalışmıştım. Adından sıkça bahsedilen Kanuni’nin Muhibbi mahlasıyla yazdıkları bir bir geçti aklımdan. O da âşıktı ve şimdi o saltanatın genç temsilcisine çalıyordum soneleri… Biliyorum ki bu genç hükümdar da şairdir ve şiirinin bir mısrası olmak insana ne büyük lütuftur.

Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı gibi o da bana yazar mı acep?

“Bir güzel sevdim bugün kim canlar cananıdır
Bendesidir hublar ol cümlenin sultanıdır

Bağda yer yer açılan sanma lâle gül durur
Hâr elinden bülbülün bağrından akan kanıdır.”

Benim de sanki o saat bağrımdan kan akıyordu. Bülbül gibi şakıdıkça, piyanonun tuşlarına dokundukça parmaklarımdan çıkan namelerle ben de gökyüzüne hazan mevsimi uçuşan yapraklar gibi dağıldım, savruldum.

Birinin seni izlemesi, onun için bir şey yapman… Bütün gözler üzerinizdeyken bile hiç konuşmadan “İşte!” demek, “Kalbimin her hücresini doldurabilecek insan bu!” Heyecanlanmak, ürpermek, dokunursa gözlerimin boşalacağını hissetmek…

Aşk…

Bana aşkı ne güzel tarif etmişti.

Ayn, şin ve gaf…

Bu dil sanki aşkı tarif için yaratılmıştı.

Ben o zamanlar tam olarak anlamamıştım.

Fakat sonraki zamanlarda bana yazdığı şiirlerini ve aşkı anlatan o eski kitapları okudukça daha iyi anladım. Geçen zamana nispetle halvetlerimizde, gezi çıkmalarımızda, av yahut sefer dönüşlerinde devlet işlerini tamamlayıp da aşk odamıza çekildiğimizde bana dokunuşları, kulağıma fısıltıları aşkın bir anda başlayıp biten bir şey olmadığını, hep yükselen ve yükselten bir şey olduğunu açıklıyordu.

Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun gibi hikâyeler dilden dile dolaşırdı İstanbul’daki bütün evlerde. Sadece İstanbul’da mı, mülk-i Osmani’nin her mıntıkasında…

Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinde hep aşkı anlatırdı.

Mevlâna “Mesnevi”sinde aşkı anlatırdı.

Saray geceleri bir mektep gibidir. Buraya geldiğime, -getirildiğime mi demeliydim- o kadar şükrediyorum ki her gece bir sır perdesi aralanıyor, insana dair bilinmezlikler keşfediliyor. İnsan her okuduğunda biteviye tazeleniyor, yeniden yeniden yaratılıyor. Hacı Bayram’ın “Beni dahi yaratuldum taşu toprağ arasında.” demesi boşuna değil. Burada Tanrı’yı daha doğru tanıdım. İnancımı kavi kıldım. Onun yaratmadaki esrarını çözdüm. Adalar kızıyken bana anlatılanların hepsi ondan uzakta, ezilmiş bir kulun çaresizliğiyle örülmüştü. Şimdi ben onda beni beni onda buldum. Âşığın maşukuna yönelmesi sadece başlangıç. Ben başlangıçtaymışım. Onun da bana yönelmesi, benim onda erimem, yok olmam ve hiçin sonsuz varlık muhasebesi hâlinde terkibe, gerçek Bir’e erişmesini ben haremde yaşadım.

Öyle bir saray ki bu, kapısı aşkla açılır, sofrasında ne varsa aşkla pişer, gül ve bülbül serencamıdır bahçesi…

Kapıları yatsı namazından sonra kapanırken Mülk Suresi ile kapanır. Sanki sarayda kandiller yanarken göğü kandillerle donatan Allah’ın kudretini tesbih ederler. “And olsun ki biz, göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” Ölümü ve yaşamı yaratan Allah çok bağışlayıcıdır. Surenin sonunda da “Suyunuz çekilirse size kim su verecek?” diye sorar. O yüzden şifalı sular şükür niyazlarıyla küplere hazırlanır akşamdan. Ne kadar şükretsem az. Aşka doydum desem taşra düşerim aşktan diye korkarım. Öyle saray ki hükümdarları hep âşık… Bu şehri fetheden o Fatih’in babası Murad Han’ın şu beytini kendiliğinden aklıma yazmışım. Kim bilir ne kadar okundu civarda…

“Âşık olan kimsede nâmûs u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahv olur nâr üstüne.”

Onun oğlu ondan aşağı kalır mı? Şehri fâzıla şehrine dönüştürmek için fetheden o Fatih, aşkla onu payidar kılmaya duacı oldu.

“Aşk ile vîrân eden gönlünü ma’mûr istemez
Hâtırın mahzûn eden bir lahza mesrûr istemez.”

Her köşesinde zarafet, her odasında muhabbet, her mümininde aşk olan bu şehir, mayasında aşk olan bir hareketin, bir ebedî dönencenin yeryüzüne yansımasıdır sanki.

Aşkla kurdukları devletin savaşa dair söylemi de şiirdir.

Aynı Fatih, Karamanoğlu’na gönderdiği beyitte de şöyle demiş:

“Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamanî
Hudâ fırsat verirse ger kara yire karam anı.”

Eğer Tanrı fırsat verirse onu kara yere karayım diyerek celal sıfatını da şairane gösteren hanların kurduğu ve yaşadığı iklimde yaşamak ne saadet! Nasıl da basit, sade ama güzelliğin bütün nazariyelerinin fevkinde bir bakış açısıyla kurduğu bu sarayda oturma fırsatı bile bulamamış Fatih’i yâd ederek burada nefes almak başlı başına aşk!

Bu aşk bahçesinden ayrılmak, cennetten kovulmak gibi bir şey…

Dinledim. Dinledikçe inledim. Cem Sultan’ın hikâyesini… Bu saray içre hayat şiir yazdırır insana, lakin buradan ayrı düşmek de daha beter eder insanı, daha dokunaklı yazdırır. Cem Sultan vatandan ayrı düşmeyi ne güzel tarif etmiş:

“Cem eşiğin talep eyler ki göre gün yüzünü
Ruşen oldu ki vatan sevgisi imandan imiş.”

O kadar çok şiirle bezemişler ki sarayın her yanını kapıların girişlerinde de o güzel yazılarla bezenmiş tezhip edilmiş hatlarla şiirler yazılmış. Her nereye baksan asude bir iklim ve her yerde ahengin, dengenin çizgileri var. Sadece sultanların yazdıkları yeter ama bir de öyle bir mazi var ki saltanatla yarış ediyor sanki. Hatta saltanat o maziyi, o halkı ve hislerini takip ediyor.

Yunus Emre aşkı sade bir dil ile anlatmış ama hepsine bedel.

“İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”

Gönül ile dil bu topraklarda aynı manayı kuşanmış. Yunus’un aşk dili dokunduğunu kendine benzetmiş. O yüzden bu dilin ruha işlemesi ile askerî fetihlerden daha ziyade gönüller fethedilmiş. Dava yerini seviye terk etmiş.

“Ben gelmedim dâvi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmağa geldim.”

Gönül yapmak… Ahmed benim gönlümü yeniden yapmıştı.

Benim; yıkılmış, ümidini kaybetmiş ruhumu tamir etmiş, belki de gemicilerin eğlencesi olma ihtimaline ramak kalmış şansımı tersine çevirmişti.

Haremin bütün bu güzel cariyeleri mutlak güzelin ruh ikliminde fena makamına erişip tek Bir’de kayboluyorlardı.

Mahfiruz ile onu paylaşamazdım. O ruh ikliminde kaybolsam bile kendimi ona ram ederek onun da bende yok olmasını diledim hep. Aşkın dilini öğrenmiştim. Ne yapıp edecek sadece birbirimizin olacaktık.

Onu kendime ram ettim. Benden başkasını gözü görmedi.

Ne yapayım? Mahfiruz ile düşman olmak istemezdim. Hatta Osman’a annesinden daha yakındım.

Ama işte iktidar olmanın yolu entrikalar dünyasında ayakta kalabilecek asıl entrikanın sahibi olabilmekten geçermiş.

Ben aslında Osmanlı’nın unuttuğu büyük doğunun yeniden inşaası için seçilmiş biriydim. Rum, Türk, Türkmen, Ermeni, Çerkez, Abaza, Tatar, Kalmuk, Kıpçak, Arap, Kürt, Yahudi; dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bütün doğunun ortak paydasını temsil eden bir iktidar peşindeydim. Çocukluğumdan beri Bizans’a, diyar-ı Rum’a şu Batılıların, Latinlerin ne kadar zulüm yaptıklarını işiterek büyüdüm. Andronikos’un başına gelenler sadece bir devre ait yanlışlar değildi ki… Andronikos’tan sonra da Rumlara yapmadıkları kalmadı. İstanbul’u, Konstantinopolis’i nasıl da yağmaladılar. Hiçbir şey tesadüf değildi. Tamam, imparatorlar bazı yanlışlar yapmış olabilirler ama batının doğuya baştan beri yaptığı kesin bir ön yargının sonucuydu. Kötü yönetimler genellikle bahaneydi. Hele ki, haçlı seferlerinin dördüncüsünde yaptıkları?..

Bütün İstanbul’u yıktılar. Binlerce doğu kilisesini yaktılar. Konstantipolis’te yaşayan Müslümanlar için Galata’da bir cami vardı. Onu da yakıp yıktılar. Ayasofya’ya girdiler ve orada ağlaşmakta olan, dua eden ne kadar inanmış insan varsa hepsini katlettiler. Ayasofya’nın içi kan gölü oldu. Ayasofya’nın altınlarını çaldılar. Hatta dediler ki kendi aralarında, “Niçin Kudüs’e gidelim! İşte Kudüs burası… Bu bize yeter…” soydular ne var ne yok… Onların yaptığı zulmü doğudan gelen hiçbir kimse yapmamıştı.

Lanet olsun ki Osmanlı içinde de büyük doğuyu idrak edemeyen şapşallara şahit oldum, batıya kul köle olan akılsızları gördüm.