banner banner banner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Оценить:
 Рейтинг: 0

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Aşk, şiir, gül, lale ve bülbül… Ebruli tezyin edilmiş bir saray, cennet gibi bahçeler, huzur dolu bir hayat ve insanı Tanrı’ya yaklaştıran yaşayışlar… davranışlar, münasebetler…

Fakat devlet-i ebed müddet denildi mi akan sular duruyor. Şehzadelerin sokaktaki adam kadar güvencesi yok…

Osman, Mahfiruz’un oğluydu ama Ahmed’imin de oğluydu.

Onu Murad’ımdan ayrı görmedim hiç.

Çocukluğu annesinin değil, benim yanımda geçti daha çok.

Ahmed’im Osman’ı çok özel yetiştirdiydi. Onu devlet-i aliyenin yenileyicisi olarak yeni bir Osman Bey olarak tasavvur etti. Kendi eksikliğini onda tamamlamak istedi. Çok özel hocalar tuttu. Sağlığında yapamadığını, başaramadığını o başarsın istedi. Bozulan vergi düzeni, bozulan Yeniçeri Ocağı, hep Ahmed’imin kafasını meşgul ederdi. Ömrü vefa etmedi.

Önce kıyafet devrimi yaptı.

Küffara kılıç sallarken, mızrak fırlatırken, bozdoğanla kafasını parçalarken daha hafif şeyler giyilmesi gerektiğini söyledi, kendi de giydi. Avrupa’dan değil, ta Orta Asya’daki atalarından örnek aldı. Kafasına börke benzer bir sarık, üstüne de Oğuz Kağan’ın da giyindiğini ifade ettiği libaslar geçirdi. Alâ-yu valâya ala-yı vala kaçmadı, kaçanları da ikaz etti.

Kıyafet devrimi yanında neredeyse savaşmayı unutan, işi ticarete döken Yeniçeri Ocağı’nı ıslaha girişti.

Yeni bir ordu kurma, Anadolu’ya, Doğu’ya gidip büyük doğunun ordusunu kurma fikrindeydi ama İstanbul henüz buna hazır değildi. Benimle bile paylaşmadığı bazı yenilikçi fikirleri oğluna açtığını düşünüyorum. Hasoğlanları bile sokmadığı saray odunluğunun arkasında yaptırdığı kum havuzunda küçük küçük asker, kale, şehir temsilleriyle yeni dünya düzeni için, nizam-ı âlem için planlarını, hedeflerini ona aktardığını bizzat Osman ağzından kaçırdı bir gün…

Zaten o ağzını tutamaması yok mu? Başını, körpe başını o yedi yavrucağın!

Andronikos’un başına gelen Osman’ın başına geldi.

İki imparator da aynı kaderi paylaştılar. İkisi de Yedikule Zindanları’nda linç edildiler. Andronikos kadar aşağılayıcı, insanlık dışı muameleler olmasa da Genç Osman için de az iğrençlikler yapılmadı değil.

Bir yudum su bile vermediler zindana tıkarken.

Yük taşıyan bir at arabasına koydular cihan padişahını… Sabahlığı ile götürdüler zindana. Yolda olmadık tecavüzler, sataşmalar, hakaretler, mıncıklamalar… Aman Allah’ım ne cesaret, kulları padişahının kaba etini çimdiklemiş!

Bu yüzük bana ne demek istiyor? Bunları niçin gösteriyor?

Osman ile Andronikos arasındaki benzerlik, ne anlatıyor?

Yaşadıklarımı film şeridi gibi parmağımdaki şu zümrüt taşlı yüzüğe, yüzüğün içine içine bakarak seyrediyor gibiydim.

Andronikos zamanını yaşamamıştım ama Genç Osman’ın katli zamanında yaşadım. O zaman daha iyi anladım babamın, Petlis’in ve Vasili Baba’nın anlattıklarını…

Osman da başa geçtiğinde Andronikos gibi birçok insanı görevden almış, birçoğunu içeri tıkmış, kimini de öldürerek bertaraf etmişti. Andronikos’a karşı büyüyen öfke Osman’a karşı da büyümüştü. Osman’ın umurunda değildi lakin… Astıkça asıyor, kükredikçe kükrüyordu. İlmi siyasa ile saklaması gereken bazı şeyleri ulu orta haykırıyordu âdeta. Özellikle Yeniçeri Ocağı bu genç padişahın planlarından rahatsızlık duyuyordu.

Hem Osman, hem Fatih, hem Kanuni, hem Yavuz, hem Mevlana, hem Yunus olmak kolay mı? Osman bunların hepsini olabileceğini düşünen bir ülkücüydü. İdealleri en uzak maziye uzanıyor, en uzak geleceği kuşatıyordu.



“Yine serhat boylarında askerin başında olmak vardı.” deyip kılıç kuşandı, zırh giydi, Ordu-yu Hümâyun’u toplayıp Tuna’nın öte yanına geçti. Genç padişah heyecanına ve hırsına yenik düştü. Ahmed’imin yapamadığını onda görmek istemesi yetmemişti. Keşke Ahmed’im kadar nefsini murakabeye muvafık olsaydı. Keşke…

O neydi öyle, Edirne’de ava çıkmış gibi Ordu-yu Hümâyun Tuna boylarındayken gariban ve çaresiz tutsaklara ok atmak?..

Hava basmak isteyen padişah, bilakis askerin nefretini kazanmıştı.

Hotin seferi yüz bin cana mal oldu. İki taraf da çok zayiat verdi ama iki taraf için de zafer söz konusu değildi.

Bu sefer de pişmanlık hissi gösteren padişahın bu tavrına yine içerledi asker.

Osman’ım, Andronikos gibi yapıyordu. Şehirde aleyhine yeni tezgâhların kurulmasına zemin hazırlıyordu. Hotin seferinden dönerken Edirne’de karşılaştığı Rus kızını almış, ondan bir çocuğu da olmuştu. Birdenbire valide sultan hayalleri gören Rus dilber sarayda eğlenceler tertip etmeye başlamıştı. Bir zafer olarak görülmediği hâlde Hotin için zafer kutlamaları Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olacak ki aniden patlayan bir bomba Rus kızının doğurduğu küçük şehzadeye rastladı ve hayatını aldı. Halk “lanetli!” demeye başladı. Sadece Rus kızına mı? Bunu, padişaha kadar uzatan haddini bilmezler de çıkmadı değil.

Andronikos’un lanetli olduğunu ileri süren İstanbullu, şimdi de Osman’ın lanetli olduğunu sanıyordu. Gerçi İstanbullunun kimliği biraz değişmişti ama şehrin herhâlde bir ruhu vardı. Onda muhtemel bir felaketi hazırlayan fırtınalar esiyordu.

Çocuğu ölünce Osman da bir lanet olduğuna inanmış ve Rus cariyeyle ilişkiyi kesmişti.

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne gidip babasının yaptıklarını yapmak istedi. Tövbe-i istiğfar etti. Artık çocuksu şeyler yapmamaya karar verdi. Babasının yakın dostu Şair Nef’i onun zafer olarak addedilmeyen Lehistan seferi için çok güzel bir şiir yazdı. Nef’i, Ahmed’ime de çok güzel şiirler yazmıştı. Sultanım Arz Odası’nda kendisine yine bir gün piyano çaldığımda dedi ki:

“Bu şarkıları Şair Nef’i de dinlemeli. Ne dersin onu davet edeyim mi bir müsait zamanda?”

Ne kadar memnun olmuştum. Fakat belli etmedim. Sultanım yanlış anlamasın istedim. O büyük şairi o kadar merak ediyordum ki… O beyitleri yazan insanın ruhuna dokunmak, bir merhaba demek, gözlerindeki manayı keşfetmek, bazı kelimelerin izahını istemek cennet bahçelerinde hurilerle gezmek gibi bir şey olsa gerek…

Mesela “Baht uyansa hâba varsa dîde-i bîdârımız / Düşde bâri gayrıdan tenha düşürsek yârımız” beytinde hâb derken sadece uykuyu mu kastediyor, yoksa başkaca mazmunu var mı diye sormayı ne çok isterdim. Sevgiliyi başkalarından ayırarak rüyada görebilmek… Bunu söyleyen bir dil kimi kastettiğini de söylemeli…

Ahmed’im genç yaşta rahm-u rahmana gitti lakin ben şimdi sevgiliden ayrı ne rüyalar göreceğim? Ne görsem bana kâbus gelecek…

Ne diyordum; işte o büyük şair Osman’ım için şunları yazdı. Ahmed’ime yazdıklarından daha güzeldi.

“Aferin ey rüzgârın şehsüvar-ı saf-deri
Arşa as şimendengerü tîğ-i Süreyya-cevheri
..
Ser-firaz itdün liva’ü’l-hamd-i din-i Ahmedi
Kâfire gösterdün el-hak dest-i bürd-i Hayderi

Tîğine n’ola yemin eylerse ruh-ı Murtaza
Bir gaza itdün ki hoşnud eyledün peygamberi”

Peygamberin övgüsüne mazhar olmak bütün Türklerde en nadide övünç vesilesidir, bunu biliyorum. Fatih’in İstanbul’u fethine dair peygamberin hadisi dillerde pelesenk olmuştur. Tîğ ki hem sevgilinin kaşı, hem de kudretin kılıcıdır. Sadece dest ile başlayan ya Rabbi yüzlerce kelime var bu dilde. Dest-i bürd-i Hayder, bana dest-i bürd-i Mahpeyker’i hatırlattı. Fakat ona daha çok var.

Beni daha ziyadesiyle masal iklimine çekişi ile heyecanlandırıyordu Nef’i’nin şiiri. Firdevsî’nin “Şehnamesi” ne ki?.. Şu hitap, şu hadiseyi anlatış biçimi, sanki bir tiyatro gibi. Belki de şairin şiirlerini öyle okumak gerek. Tiyatroda gibi…

“Mah-ı nev sanma felekde göricek peykârını
Ditredi Behram elinden düşdi zerrin-hançeri

Ol kadar kan dökdi şemşirin ki ‘aksiyle anun
Kâse-i yakuta döndi günbed-i nilüferi

Bir avuç gevher saçardı ‘âleme gûya kefin
Saldıgınca düşmene gâhi murassa şeş-peri

Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipah-ı saf-be-saf
Bir neheng olsa n’ola her top-ı ejder-peykeri

Her alay bir mevc-i tufan-hîzidür anun n’ola
Har u has gibi önünce kaçsa kâfir askeri