banner banner banner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Оценить:
 Рейтинг: 0

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü


“Ben de senin baban sayılırım Anya.” derken sonraları “Gerçekten babam mı yoksa?” diyemeden edemedim.

Thisilas’la Venedikli gemicilere yakalandığımız o geceyi unutamıyorum.

Bekâretimi kaybetmeme ramak kalmıştı.

Namussuz gemici bizi gemiye kilitlemişti. Tanrı’m burada başıma bir iş gelirse, bekâretimi kaybedersem hiçbir saraya gelin giremem, cariye bile olamam…

Thisilas’ı köle olarak satacak, beni de… Beni de artık ne yapacaksa?

Şarap fıçılarının, amforaların, kürklerin istiflendiği ambarda her ikimizin de elini bağladı ve karşımıza geçip keyifle zıkkımlandı…

Leonardo’yu kızdırmak için Thilas ile evlerinin önünden geçip iskeleye kadar el ele koştuk. Kesinlikle biliyordum ki Leo pencereden üzgün, belki de ağlamaklı bizi izliyordu. İskeleye doğru inmeye başlayınca artık bizi göremeyeceği için sertçe Thilas’a, “Çek be ellerini!” dedim. O da ne olduğunu anlayamadan çekti. Hem de çok korktu. İskeleye indik. İskelede tuhaf bir gemi vardı. O kadar eski ve o kadar kocamandı ki, sanki İspanyolların o büyük kalyonlarından biriydi. Belki de savaş kalıntısıydı ve hasarlıydı. Öylesine tamir edilip ticaret gemisi yapılmış olabilirdi. Thilas’la ne olduğunu anlayamadan kendimizi kafamıza çuval geçirilmiş vaziyette geminin güvertesinde bulduk.

Bizi hırsızlıkla suçlayan bir adam ikimize de tokat attı. Ben de sinirden bağırdım, ağzıma gelen küfürleri sıraladım. Adam bir tokat daha atacakken karşılık vermek için kafamı kafasına vuracak gibi hızla ileriye hamle yaptım. Ellerim bağlı olduğu için ancak öyle karşılık verebilirdim. Fakat isabet ettiremedim. Adamla birlikte yere yuvarlandık.

Yerde beni sımsıkı tuttu. Ben de çırpınıp durdum. Hırsla bir yandan bağırıyor, bir yandan da onu ısırmaya çalışıyordum. O ise kaba ellerini her yanıma bastırıyordu. Ağzı ne kadar da pis kokuyordu. İğrenç adam dudaklarımdan öpmeye çalışıyordu. Ağzımı sıkı sıkı kapattım. Allah’ım ne kadar da iğrençti! Ben, ben, kraliçe olacak adalar kızı, bakire olarak saraylara gitmek zorundayım. Namusumu öyle kolay teslim edemem. Hele hele şu iğrenç gemiciye…

Öpmelerden bir şey anlamayınca dilini çıkarıp yalamaya çalışıyordu. O an ağzımı açtım ve olanca gücümle dışarıya sarkmış dilini ısırdım. Ağzıma gelen parçayı da tükürdüm. O zaman kollarını gevşetti bana bir tekme savurarak can havliyle güvertede bir o yana bir bu yana koşmaya başladı.

Adamın bağırtısına iskeledeki gemi mürettebatı koştu geldi. Onu alıp iskele hekimine götürdüler. Ağzından kan akıyordu. Diğer adamlar bize doğru seğirttiler. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

Üç gemici bizi sorguladı. Zavallı Thilas ağlayıp duruyordu. “Kes artık şu bet sesini!” dedim. Birdenbire sustu. Bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Bana bulaştığına pişman mı olmuştu? Yoksa o da beni elde edebileceğini mi sanmıştı?

Alnında uzun bir yara izi olan, bir şövalye cesedinin üzerinden yürüttüğü elbisesiyle şövalye karikatürüne benzeyen, ön tarafı kel, arka tarafı uzun örgülü kır saçlı adam bir asilzade pozuyla elleri belinde aklı sıra bizi sorguluyordu.

“Bir gemiciye saldırdığınız için, hele hele gemimizde hırsızlık yapmaya teşebbüs ettiğiniz için denizcilik kurallarına göre sizler artık bizim kölemizsiniz.”

“Böyle aptalca bir şey olur mu? Biz yukarı köyden geliyoruz. Geminize sadece baktık bayım.” diyecek oldum.

Adam istifini bozmadan, “İyi de hanımefendi, müşteri veya gemi personeli olmadığı hâlde gemiye çıkan kişi o geminin kurallarına tabidir. Bilmiyor musunuz?” dedi.

“Ama biz gemiye çıkmadık ki… Sadece…”

“Sadece rampa tahtası üzerindeydik, diyeceksiniz biliyorum. Fakat bilmelisiniz ki dosa, pasaralya veya iskele rampası, ne derseniz deyin o tahta da gemiye aittir ve gemidesiniz demektir.”

“Ama bir şey çalmadık biz…”

“O sizin iddianız… Pekâlâ, biz niçin aşağıda, iskele ve civarında gemiden antika vazoyu çalan kişiyi arıyorduk sanıyorsunuz?”

“Bize ne? Vazoyu çalsak, üzerimizde olurdu.”

“O kadar aptal hırsızı nerede gördünüz siz?”

O anda sesini yükseltmişti. Ne kadar çaresizdik. Thilas’tan bir fayda yoktu. O kaderine ağlıyor, belki de içinden bana lanetler okuyordu.

Osmanlı döneminde iyice bellediğim ilmi siyasanın küçük kırıntılarını daha çocukluğumda edinmiştim. Alttan aldım.

“Aziz ve kudretli şövalye…” dedim. “Sizin gibi centilmen ve saygıdeğer bir şahsiyet sanıyorum ki hakikatin peşinden gitmeyi yalandan daha şerefli sayar. Çok çok özür dilerim, bir adamınızın dilini ısırdım. Ama her soylu prenses bekâretini korumak zorundadır, değil mi?”

Bu sözleri o kadar yumuşak sesle ve asilane söylemiştim ki adam gevşedi, soylu bir adam olduğunu ispat için kılıcından tuttu ve biraz düşündükten sonra elini uzatarak beni ayağa kaldırdı.

“Hanımefendi kimin ömür içinde ne hâllere düşeceği hiç belli olmaz. Size hak veriyorum. Bakın ben de yıkılmaz armadada asil bir subay iken ne hâllere düştüm.”

“Savaşta yenilmiş olamazsınız, bir iftiraya mı kurban gittiniz?” dedim. Bu cümle sanki içimde yaşayan başka birisi tarafından söylenmişti.

Zavallı şarlatan şövalye hemen ellerimi çözdü ve anlatmaya başladı. Thilas, gariban, oturduğu yerden yardım ister gibi bakıyor ama ağzını açamıyordu.

“Nereden bildiniz küçük hanımefendi, nereden bildiniz; evet bir iftiraya kurban gittim. Bir subay olduğum hâlde şehirde yaşamış, hayatında deniz görmemiş, rüşvetle soyluluk unvanı almış kralın yalakalarından biri bana iftira attı. Neymiş efendim fıçı fıçı rüşvet yemişim!”

“Rüşvetçiler nasıl rüşvet yeneceğini bilirler…” Bu sözümü hakaret kabul etseydi tekrar aramız bozulabilirdi. Ama demek istediğimi anlamadı.

O arada miçolardan birine işaret çaktı. Çocuk bir koşu gidip bir şişe şarap getirdi. Şarabın ağzı açıktı. Şövalye kılıklı korsan şişeyi tepesine dikti. Bir ara soluklanıp devam etti.

“Evet, fıçı ile rüşvet mi yenir?” Sonra kahkahayı patlattı.

“Hah hah hah! Belki içilir… Öyle değil mi ama?”

Şişeyi tekrar tepesine dikti, bu sefer şişenin dibinde kalan şarabı içip bitirdi.

Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre konuşmayıp adamın iyice içip sarhoş olmasını mı beklemeliydim?

Biraz sonra dili bağlanmış, ağzı bir acayip gözüken ırz düşmanı gemici bir arkadaşının kolunda geldi. Benim güldüğümü görünce üzerime saldırdı. Tam gırtlağıma sarılacaktı ki oturduğu yerde ikinci şişeyi devirmekte olan şövalye bozuntusu ona bir çelme taktı. Beni ıskalayıp Thilas’ın yanına düşen gemicinin çenesi yere çarptı. Tekrar kanamaya başladı. Ağzını tutan adam can havliyle ayağa kalkmak isterken yanındaki Thilas’ı, köle namzetini gördü. Thilas’ın ağzına okkalı bir yumruk indirdi. Bu sefer de zavallı arkadaşımın burnu kanıyordu. Thilas’ın yüzüne baktım. Sanki burnu kırılmış gibiydi. Eğrilmişti. Burnundan akan kan bütün çenesini kırmızıya bulamıştı. Elleri bağlı olduğundan bir şey yapamıyordu. Öylece duruyordu garip. Ne edip de benim peşim sıra gelmişti? İçinden benimle tanıştığı güne lanet okuyor, nefsinin esiri olduğu için de kendine kızıyor olmalıydı. Çünkü deminki bakışın daha tuhafı kaplamıştı yüzünü…

Niçin bana takıldın, niye benimle sevgili olmak istedin? Oysa bir sevgilim olduğunu, daha doğrusu en yakın arkadaşımın Leonardo olduğunu biliyordun. Buna rağmen geldin. Madem zoru seçtin, zorluğuna katlanıp belki kahraman olabilirdin. Ama şimdi şu aczin içinde her şeye layıksın. Layığını bulacaksın.

Ben bunları düşünürken şövalye ayağa kalktı; yine eski ihtişamına kavuşmuştu.

“Götürün bu adamı buradan ve katıksız üç gün kapatın!” dedi.

Hemen nereden çıktığı belli olmayan üç gemici yerden doğrulmaya çalışan yaralıyı götürdüler. Giderken de bana öyle bir bakışı vardı ki bugün bile gözlerimin önünde.



Babam gerçek bir tiyatrocu gibi anlatmaya başladı. Sanki eski Yunan amfilerinde oynuyor, bir yandan da krala bakıyordu. Şu an kral diye baktığı Vasili Baba’dan başka kimse değildi.

Andronikos’un Katlinin Ardındaki Sır

Pierre ayağa kalktı, önce kızını alnından öptü sonra Vasili Baba’nın karşısına geçti, eğilip selamladı. Sonra oyununu oynamaya başladı. Anlatıyor anlattıkça da sanki olay anını yaşıyordu.

“Bizans imparatorluk görevlileri, eski imparatoru ellerinden ve ayaklarından zincirli olduğu hâlde sarayın kapısından çıkardılar. Bir zamanların güçlü imparatorunu böyle aciz ve sefil vaziyette gören halk birden galeyana geldi. Bağırışlar, çağırışlar, lanet okumalar, küfürler yahut çılgın gibi nara atmalar Andronikos’un şaşkın ama yine de gururlu bakışlarında dondu kaldı. Onun hâlâ nedamet göstermediğini anlayan, gururlu yüzünü ve kendilerini yine ezmekte olan ifadesini görenler bir an suskunluktan sonra tekrar içlerindeki nefreti kusmaya devam ettiler. Bazıları korteje doğru atıldı.

Saraydan çıkarılıp zincire vurulmuş bedenin geçtiği yollarda envaiçeşit hakarete maruz bırakılmasından, binlerce kötü muameleye, işkenceden bile daha aşağılık tecavüzlere uğramasından sonra Yedikule Zindanları’nda akıbetini beklemeye başlaması, şehrin iktidar mücadelesinde yeni bir evrime yol açıyordu. Eski düzen ister istemez tarihin arka koridorlarına saklanıyor, yeni bir düzen hak ve adalet nidalarıyla hâkimiyetini nasıl perçinleyeceğini şimdiden planlıyordu.



Bizans halkı -kimi meraklı bakışlarla, kimi istavrozlar çıkararak- olanları izliyordu boğazın Avrupa yakasında.

Bebek kıyılarına getirilip boğazın serin sularına fırlatılan neredeyse işkenceden tanınmaz hâle gelmiş bir ceset, imparatorluk görevlilerinin törensel duruşları eşliğinde suyun içinde sanki canlı imiş gibi dalgalarla boğuşmaya başladı.