“Katiyen! Namuslu bir kadındır o!”
Frédéric bir vicdan azabı duydu, dergide daha sık görünmeye başladı.
Dükkânın üstündeki mermer plakada yazılı “Arnoux” sözünün iri harfleri ona kutsal bir yazı gibi, çok özel ve büyük manalar taşır görünüyordu. Buraya gelirken geniş yaya kaldırım yürüyüşünü kolaylaştırıyor, kapı âdeta kendi kendine açılıveriyordu. Kapının düz tokmağında avucu içindeki bir elin tatlılığı ve sanki zekâsı vardı. Farkında olmadan oranın Regimbart gibi, hiç eksik olmayan bir insanı hâline geliverdi.
Regimbart, her gün ocağın yanındaki koltuğuna oturur, National gazetesini kapar, hiç elinden bırakmaz, düşündüklerini ya birtakım çıkışlarla ya da sadece omzunu silkerek anlatırdı. Büyük yeşil redingotunun iki düğmesi arasında göğsüne soktuğu mendiliyle ara sıra alnını silerdi. Ütülü pantolon, konçlu ayakkabılar giyer, uzun kravat takardı; kenarları kalkık şapkasıyla kalabalığın içinde uzaktan bile tanınırdı.
Sabahın sekizinde, Montmartre tepelerinden inip Notre-Dame des-Victoires Sokağı’na beyaz şarap içmeye giderdi. Yemek yiyip sonra da birkaç parti bilardo oynayarak saati üç ederdi. O zaman, absent içmek için Panorama Pasajı’nın yolunu tutardı. Arnoux’nun dükkânındaki oturumdan sonra da vermut saatinde Bordelais Kahvesi’ne dalardı; sonra eve, karısının yanına gitmektense Gatillon Meydanı’ndaki küçük bir kahvede kendi başına yemek yemeyi daha uygun bulur, “ev yemekleri, tabii şeyler yemek” isterdi! Nihayet kalkıp başka bir bilardo salonuna gider; gece yarılarına, gecenin birine kadar, gaz söndürülüp kepenkler kapandıktan sonra yorgunluktan bitkin hâle gelen dükkân sahibi artık gitmesi için yalvarıncaya kadar otururdu.
Vatandaş Regimbart’ı bu yerlere sürükleyen şey içki düşkünlüğü değil, eski bir politika lafı etmek alışkanlığıydı; yaşı ilerledikçe eski canlılığını, cerbezesini kaybetmiş, sessiz bir somurtkanlık kazanmıştı. Asık suratını gören, kafasının içinde dünyalar dönüyor, derdi; dışarı hiçbir şey sızmazdı. Kendine bir yazıhane sahibi süsü verdiği hâlde hiç kimse, hatta dostları bile ne işle uğraştığını bilmezlerdi.
Arnoux ona pek büyük bir değer verir gibi görünürdü. Bir gün Arnoux, Frédéric’e, “Onun bilmediği yok! Kafalı bir adam!” dedi.
Bir defasında, Regimbart masasının üstüne Bretonya’daki kaolin ocakları ile ilgili birtakım kâğıtlar yaydı; Arnoux onun tecrübesine güveniyordu.
Frédéric, Regimbart’a ara sıra absent ikram edecek kadar resmî davrandı. Şaşkının biri olduğuna inandığı hâlde sırf Jacques Arnoux’nun dostu olduğu için, çoğu zaman onunla bir saat arkadaşlık etmeye katlanıyordu.
Çağdaş ustaları meslek hayatlarının başında teşvik ettikten sonra ilerlemeden yana olan tablo taciri, sanatçı tutumunu muhafaza etmekle beraber, paraca kazançlarını arttırmaya çalışmıştı. Sanatların istiklali, ucuz olan yüce peşinde koşuyordu. Paris’in bütün lüks sanayisini etkisi altına aldı. Kamuoyunu pohpohlamak hırsıyla usta sanatçıları yollarından döndürdü, kuvvetli olanların ahlakını bozdu, zayıf olanları ezdi, kabiliyetsizleri şöhret sahibi yaptı; münasebetleriyle ve dergisiyle hepsini de avucunun içinde tutuyordu. Öğrenci ressamlar eserlerini onun vitrininde görmek hevesiyle yanıp tutuşuyor, döşemeciler döşeme örneklerini gelip ondan alıyorlardı. Frédéric ona hem milyoner hem sanat meraklısı hem de hareketli bir iş adamı diye bakıyordu. Böyle olmakla beraber, gördüğü şeyler karşısında şaşıp kalıyordu; Arnoux Efendi ticaretinde kurnazdı çünkü.
Paris’te bin beş yüz franga alınan bir tabloyu ta Almanyalardan veya İtalyalardan getirtir, dört bin franklık bir fatura gösterip hatır için üç bin beş yüz franga bırakırdı. Ressamlara her zaman oynadığı oyunlardan biri de tablolarının bir resmini yayımlamak bahanesiyle, rüşvet olarak, tablolarının küçültülmüş bir şeklini istemesiydi. Hep küçültülmüş şekli satardı, resim dergide hiç yayımlanmazdı. Sömürüldüklerinden yanıp yakınanlara, karınlarına bir şaplak vurmakla karşılık verirdi. Zaten pek işini bilir bir insan olduğundan bol bol yaprak sigaralar ikram eder; yabancılarla senli benli konuşur; bir eser veya bir insan için heyecana gelirdi ve o zaman, inat edip hiçbir şeye bakmayarak, bir sürü görülecek işler, okunacak, yazılacak mektup, reklam işleri çıkarırdı. Kendisinin çok namuslu bir insan olduğuna inanır, içindekileri dökmek ihtiyacını duyunca ettiği namussuzlukları saflıkla anlatırdı.
Bir defasında, büyük bir ziyafet vererek yeni bir resim dergisi kuran bir meslektaşının canını sıkmak için Frédéric’ten, kendi gözü önünde ziyafet saatinden biraz önce davetlilere ziyafetten vazgeçildiğini bildiren pusulalar yazmasını rica etti.
“Görüyorsunuz ki bir şerefsizlik yok bunda?”
Delikanlı ise ondan bu hizmeti esirgemeye cesaret edemedi.
Ertesi gün, Hussonnet ile birlikte Arnoux’nun çalışma odasına girerken Frédéric (merdivene açılan) kapıda bir elbise eteğinin kaybolduğunu gördü.
“Çok özür dilerim!” dedi Hussonnet. “İçeride kadın olduğunu bilseydim…”
Arnoux “Yoo! Karımdı.” diye karşılık verdi. “Geçerken bana uğrayayım demiş.”
“Nasıl?” dedi Frédéric.
“Evet! Eve dönüyor.”
Etrafındaki her şey güzelliğini kaybetti. Demincek etrafına saçıldığını belirsiz şekilde duyduğu şey dağılıp gitmiş veya zaten hiç saçılmamıştı. Sonsuz bir şaşkınlık içindeydi ve ihanet acısına benzer bir acı duymuştu.
Arnoux, çekmecesini karıştırırken gülümsemişti. Onunla alay mı ediyordu yoksa? Memur, bir tomar ıslak kâğıt getirip masanın üstüne koydu.
Arnoux “Aa! Afişler gelmiş!” diye seslendi. “Bu akşam yemek yemeye bile vakit yok.”
Regimbart şapkasını almıştı.
“Ne o, beni bırakıp gidiyor musunuz?”
“Saat yedi!” dedi Regimbart.
Frédéric ardından çıktı.
Montmartre Caddesi’nin köşesinde, dönüp birinci katın pencerelerine baktı. Bu pencereleri ne türlü bir sevgi ile sık sık seyrettiğini hatırlayıp kendine acıyarak için için güldü! Neredeydi acaba? Ona şimdi nasıl rastlamalı? Arzusunu saran yalnızlık her zamankinden daha fazla bir enginlikle açılmıştı!
“İçmeye geliyor musun?” dedi Regimbart.
“Ne içmek?”5
“Absent.”
Frédéric bu adamın düşkünlüklerine boyun eğerek Bordelais Kahvesi’ne sürüklendi. Arkadaşı dirseğini dayayıp önündeki sürahiyi seyre daldığı sırada, sağa sola göz gezdiriyordu. Kaldırımda Pellerin’i yandan gördü, telaşla başını cama çarptı; ressam daha oturmadan Regimbart niçin artık Art Industriel’e gelmediğini sordu.
“Allah canımı alsın, eğer bir daha oraya adımımı atarsam! Hayvan, burjuva, sefil, maskara herifin biri o!”
Bu küfürler Frédéric’in öfkesine hak verdirmişti. Ama yine de öyleyken kalbi kırılmıştı; çünkü bu küfürlerin birazı da Madam Arnoux’yaymış gibi gelmişti ona.
“Ne yaptı yine size?” dedi Regimbart.
Pellerin ayağı ile yere vurdu, karşılık verecek yerde, kuvvetle soludu.
Resimden pek anlamayan amatörler için kurşun kalemle portreler yapmak veya büyük ustaların eserlerini taklit etmek gibi herkesten saklı bazı çalışmalara girişmiş. Bu çalışmalar kendisini küçük düşürdüğünden, susup kimseye lafını etmiyormuş. Ama “Arnoux rezili” son derece kafasını kızdırmış. Yatıştı.
Frédéric’in yanında kendisine verilen bir siparişe göre, ona iki tablo getirmiş. O zaman, tablo taciri birtakım tenkitlere kalkışmış! Kompozisyonu, rengi, deseni, en çok da deseni yermiş; sözün kısası, bu iki tabloya hiç para vermek istememiş. Oysa vadesi gelen bir senet yüzünden, Pellerin bunları Yahudi Isaac’a satmış. On beş gün sonra Arnoux iki tabloyu da bir İspanyol’a iki bin franga satmamış mı?
“Tam iki bin franga! Görülmemiş bir namussuzluk! O bu namussuzluğu daha birçoklarına da yapıyor. Neredeyse bugün yarın mahkemeye verildiğini görürüz.”
“Amma da büyütüyorsunuz!” dedi Frédéric ürkek bir sesle.
Sanatçı masaya yumruğu ile vurarak “Pekâlâ! Pekâlâ! Ben büyütüyorum!” diye bağırdı.
Bu şiddetli hareket delikanlıya cesaret verdi. Ne olursa olsun daha nazik, daha kibar davranabilirdi. Bununla beraber, eğer Arnoux bu iki…
“Haydi, kötü tabloyu, deyin, korkmayın! Siz bunlardan anlar mısınız? Mesleğiniz mi bu sizin? Şunu bilin ki yavrum, ben amatör lafına kulak asmam!”
“Orası öyle! Bu benim işim değil!” dedi Frédéric.
“Öyleyse bu herifi savunmakta ne gibi bir çıkarınız var?” diye Pellerin soğuk bir eda ile sordu.
“Ne çıkarım olacak… Dostuyum da ondan.” diye delikanlı kekeledi.
“Kendisini benim tarafımdan da öpün! Akşamınız hayırlı olsun!”
Çok öfkeli olan ressam bir şey söylemeden, tabii içtiğinin de parasını vermeden çıktı gitti.
Arnoux’yu savunmakta Frédéric kendince haklıydı. Söylediği sözlerden heyecana gelip dostlarının iftirasına uğrayan, şu anda yüzüstü bırakılmış bir hâlde tek başına çalışan bu zeki ve iyi adama karşı sevgi duymuştu. Hemen içinde beliren garip bir hisle onu görmek ihtiyacına karşı gelemedi. On dakika sonra mağazanın kapısını itmişti.
Arnoux, memuru ile birlikte bir resim sergisi için hazırlanan pek çirkin birtakım afişleri bir düzene koymakla uğraşıyordu.
“Ne o? Hayrola?”
Bu pek basit soru Frédéric’i şaşırttı; ne söyleyeceğini bilemeyerek not defterini, mavi deri kaplı not defterini görüp görmediklerini sordu.
“İçine kadın mektuplarını koyduğunuz defter mi?” dedi Arnoux.
Frédéric, bir genç kız gibi kızarmak suretiyle, kendini böyle bir düşünceye karşı savundu.
“Öyleyse şiirlerinizi koyduğunuz defter olacak?” diye tacir karşılık verdi.
Masanın üstüne yayılmış olan afiş örneklerini evirip çeviriyor; şeklini, rengini, kenar çerçevesini tartışıyordu. Frédéric ise onun bu düşünceli hâline, en çok da afişler üstünde dolaşan düz yassı tırnaklı, biraz yumuşakça kaba ellerine gittikçe daha çok sinirlendiğini duyuyordu. Nihayet Arnoux kalktı, “Tamam oldu!” diyerek sırnaşık bir tavırla çenesini okşadı. Bu teklifsizlik Frédéric’in hoşuna gitmedi, geri çekildi; sonra yazıhaneden, buraya bu son gelişim olsun, düşüncesiyle çıkıp gitti. Kocasının bu bayağılığı yüzünden sanki Madam Arnoux da gözünden düşmüştü.
O hafta Deslauriers’den, gelecek perşembe Paris’te olacağını bildiren bir mektup aldı. O zaman, kendini bütün kuvvetiyle bu çok sağlam, bu çok yüksek sevgiye verdi. Böyle bir erkeği hiçbir kadına değişmezdi. Artık Regimbart’a, Pellerin’e, Hussonnet’ye, hiç kimseye ihtiyacı yoktu! Dostunu rahat ettirmek için demir bir karyola, ikinci bir koltuk satın aldı; yatak takımını ikiye ayırdı. Perşembe günü, tam Deslauriers’yi karşılamaya gitmek için giyindiği sırada kapının zili çaldı, Arnoux içeri girdi.
“Bir çift söz söyleyip gideceğim! Dün, Cenevre’den bana güzel bir alabalık göndermişler. Bu akşam tam saat yedide sizi yemeğe bekliyoruz. Choiseul Sokağı, No: 24 mükerrer. Unutmayın!”
Frédéric oturmak zorunda kaldı. Dizlerinin bağı çözülüvermişti. “Hele şükür! Hele şükür!” diye tekrarlıyordu kendi kendine; sonra terzisine, şapkacısına, kunduracısına birer pusula yazdı; üçünü de ayrı ayrı uşaklara vererek gönderdi.
Kilidin içinde anahtar döndü, kapıcı omzunda bir bavulla göründü. Frédéric, Deslauriers’yi karşısında görünce zina ederken kocası tarafından basılmış bir kadın gibi titremeye başladı.
“Nedir bu senin yaptığın?” dedi Deslauriers. “Mektubumu almışsındır herhâlde.”
Frédéric kendinde yalan söyleyecek kuvveti bulamadı.
Kollarını açıp dostunun kucağına atıldı.
Sonra, kâtip başından geçenleri anlattı. Babası, on yıl geçerse vasilik hesapları zaman aşımına uğrar düşüncesiyle, bu hesapları vermek istememiş. Ama Deslauriers muhakeme usulü kanununu iyi bildiğinden annesinin tam yedi bin frank tutan mirasını nihayet çatır çatır almış; bu para şimdi yanında, eski bir cüzdanın içindeymiş.
“Bir kenarda dursun, kara günde lazım olur; yarın sabah ilk işim bu parayı bir yere yatırmak, kendime başımı sokacak bir oda bulmak. Bugün tam bir tatil yapıyorum dostum, tamamıyla seninleyim.”
“Yoo! Sen keyfine bak!” dedi Frédéric. “Eğer bu akşam görülecek önemli birkaç…”
“Vay! Demek beni bir sefil parçası gibi başından savacaksın.”
Gelişigüzel söylenmiş bu söz, hakaret dolu bir ima gibi Frédéric’in kalbine saplandı.
Kapıcı getirdiği külbastıları, elmasiyeyi, ıstakozu, yemişi ve iki şişe Bordeaux şarabını ocağın yanındaki masanın üstüne koymuştu. Böyle iyi karşılanmadan duygulanan Deslauriers, “Vallahi, beni kral ağırlar gibi ağırlıyorsun!” dedi.
Geçmiş günler, gelecek günler üstünde konuştular, ara sıra, bir dakika sevgi ile bakışıp masanın üstünden birbirlerinin elini tutuyorlardı. Ama uşağın biri yeni bir şapka getirdi. Deslauriers, bir bakışta, şapkanın ne kadar göz alıcı olduğunu fark etti.
Sonra, terzinin kendisi gelip ütülediği elbiseyi getirdi.
“Neredeyse evleneceğine inanasım geliyor.” dedi Deslauriers.
Bir saat sonra üçüncü bir adam çıkageldi, büyük kara bir çantanın içinden cilalı, pırıl pırıl parlayan bir çift bot çıkardı. Frédéric denemek için botları ayağına giymekle uğraştığı sırada, kunduracı taşralının kunduralarına sinsi sinsi alay ederek bakıyordu.
“Bayın bir şeye ihtiyacı yok mu?”
Kâtip bağcıklı eski kunduralarını iskemlenin altına sürerken “Teşekkür ederim.” diye karşılık verdi.
Bu küçülme Frédéric’in canını sıktı. Derdini bir türlü söyleyemiyordu. Nihayet aklına bir şey gelmiş gibi “Hay Allah, az daha unutuyordum!” diye bağırdı.
“Ne o?”
“Bu akşam şehirde yemeğe davetliyim.”
“Dambreuse’lere mi? Niçin mektuplarında hiç bunun sözünü etmedin?”
Dambreuse’lere değil, Arnoux’lara davetliydi.
“Haber verseydin bir gün sonra gelirdim.” dedi Deslauriers.
Frédéric “Haber veremezdim!” diye sertçe karşılık verdi. “Ancak bu sabah davet ettiler, biraz önce.”
Kabahatini örtmek ve dostunun gönlünü almak için bavulunun karışık iplerini çözdü, eşyalarını dolaba yerleştirdi, yatağını ona verip kendisi küçük sandık odasında yatmak istiyordu. Saat dörtten sonra hazırlanmaya başladı.
“Daha çok vaktin var!” dedi öteki.
Sonra, giyinip çekti gitti. Deslauriers, Zenginler işte böyledir! diye düşündü. Saint-Jacques Sokağı’nda tanıdığı bir lokantacıda yemek yemeye gitti.
Frédéric’in kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki merdivende birkaç defa durdu. Aksi gibi, eldivenlerinden biri de yırtıldı. Yırtık yeri gömleğinin yeni altına sokuşturduğu bir sırada, arkasından çıkan Arnoux kolundan tutup onu eve soktu.
Çin üslubunda döşenmiş olan bekleme odasının tavanında renkli bir fener, köşelerde hezarenler vardı. Salonu geçerken Frédéric’in ayağı bir kaplan postuna takıldı, sendeledi. Buranın daha ışıkları yakılmamıştı, ama dipteki oturma odasında iki lamba yanıyordu.
Matmazel Marthe annesinin giyinmekte olduğunu söylemeye geldi. Arnoux kızını kaldırıp öptü; sonra mahzene inip kendi eliyle birkaç şişe şarap seçmek için Frédéric’i çocukla baş başa bıraktı.
Matmazel Marthe, Montereau yolculuğundan beri epey büyümüştü. Kumral saçları uzun, kıvırcık halkalar hâlinde çıplak kollarına dökülüyordu. Bir dansözün etekliğinden daha kabarık olan elbisesinden pembe baldırları görünüyor, güzel olan bütün vücudu bir çiçek demeti gibi taze taze kokuyordu. Bayın iltifatlarını nazlı edalarla karşıladı, koltukların, kanepelerin arasından süzülüp bir kedi gibi gözden kayboldu.
Frédéric artık hiçbir heyecan duymuyordu. Lambaların kâğıttan dantela ile örtülü fanusları, etrafa süt beyazı ve mor saten kaplı duvarların rengini yumuşatan bir ışık saçıyordu. Ocağın kocaman bir yelpazeyi andıran korkuluk çubukları arasından şöminedeki kömürler görünüyordu. Saatin önünde çengel ve halkaları gümüşten bir çekmece duruyordu. Öteye beriye atılmış şeyler göze çarpıyordu: İki kişilik küçük bir kanepenin üstünde bir bebek, bir iskemlenin arkalığında bir atkı, nakış masasının üstünde uçları aşağı doğru sarkmış iki fildişi şiş sokulu bir yün örgü… Her şeyiyle asude, kibar ve içli dışlı bir yerdi burası.
Arnoux içeri girdi; öteki kapıdan da Madam Arnoux göründü. Etrafı karanlık olduğundan Frédéric önce ancak yüzünü seçebildi. Siyah kadifeden bir elbise giymişti; saçlarını tarağına dolayıp sol omzuna dökülen kırmızı ipekten Cezayir işi uzun bir filenin içine toplamıştı.
Arnoux, Frédéric’i tanıttı.
“Aa! Mösyöyü gayet iyi tanıyorum!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.
Sonra, davetliler sözleşmiş gibi hepsi de aynı zamanda geldi; Dittmer, Lovarias, Burrieu, Besteci Rosenwald, Şair Theophile Lorris, Hussonnet’nin meslektaşı iki sanat tenkitçisi, bir kâğıt fabrikatörü, bir de seksen yaşını ve koca göbeğini anıyla şanıyla gürbüzce taşıyan büyük resmin son temsilcisi ünlü Pierre-Paul Meinsius.
Yemek odasına geçilirken Madam Arnoux onun koluna girdi. Sofrada Pellerin’in yeri boş duruyordu. Arnoux bu adamı hem sömürür hem severdi. Zaten zehir dilinden ödü kopardı; o kadar ki yumuşatmak için resmini mübalağalı övgülerle Art Industriel’de basmıştı. Paradan çok şöhret düşkünü olan Pellerin de saat sekize doğru soluk soluğa çıkageldi. Frédéric, bunlar barışalı çok olmuş sandı.
Davetliler, yemekler, her şey hoşuna gitmişti. Yemek odası, bir Orta Çağ konuşma odası gibi, meşin kaplıydı; bir uzun tütün çubuğu dizisinin karşısında Hollanda yapısı bir raf dikilmişti; sofranın üstündeki türlü renkte Bohemya işi bardaklar; çiçekler ve meyveler ortasında, bir bahçedeymiş gibi aydınlık saçıyordu.
Frédéric on türlü hardaldan hangisini seçeceğini bilemedi. Daspachio’dan, köriden, zencefilden, Korsika karatavuklarından, Roma yufkalarından yedi; nefis lip-fraoli, tokay şaraplarından içti. Arnoux misafirlerini iyi ağırlamakla pek övünürdü. Yiyecek hatırı için posta arabaları sürücülerinin yüzüne gülerdi, kendisine salçalarından göndersinler diye büyük lokantaların aşçılarıyla yârenlik ederdi.
Frédéric’i asıl eğlendiren konuşmalar olmuştu. Yolculuk etmek duygularını Doğu’dan laf açan Dittmer tazeledi; opera üzerinde konuşan Rosenwald’ı dinlerken tiyatroyla ilgili şeylere olan merakını giderdi; Hollanda peynirinden başka bir şey yemeksizin bütün bir kışı nasıl geçirdiğini ballandıra ballandıra anlatan Hussonnet’nin neşeli konuşmasından sonra korkunç Bohem hayatı gözüne eğlenceli gibi göründü. Sonra Lovarias ile Burrieu arasında Floransa Okulu üstüne yapılan bir tartışma ona bazı şaheserleri tanıttı, ufkunu genişletti. Heyecanını güç tuttuğu bir sırada Pellerin bağırdı:
“İğrenç gerçeğinizle kafamı şişirmeyin! Gerçek de ne demekmiş? Kimi kara görür kimi mavi görür, çoğu kimse de saçma görür. Michel-Angelo’da tabiilikten eser olmadığı hâlde onun kadar kuvvetli olan yoktur! Dış gerçek kuşkusu günümüzde sanatın alçalmasına sebep olmuştur; bu gidişle sanat, dinin altındaki şiir, çıkarın altındaki politika gibi manasız bir şey olup çıkacaktır. Sanatın bize kişisel olmayan bir coşkunluk vermek amacına -evet, bu amacına-çalışmadaki gözü boyayan kurnazlıklara rağmen, cüce eserlerinizle ulaşamayacaksınız. Mesela Bassolier’nin tablolarını ele alalım: Şirindir, yosmadır, temizceciktir, ağır da değildir. Cebine koyup yolculukta da yanında götürebilirsin! Noterler böylesini yirmi bin franga satın alırlar, ama içinde beş paralık fikir yoktur, oysa fikir olmayınca büyüklük olmaz; büyük olmayan güzel, güzel değildir. Olimpos bir dağdır, ehramlar her zaman en başı dik anıt olarak kalacaktır. Bolluk ve taşkınlık zevkten, çöl bir yaya kaldırımından, bir vahşi bir berberden daha değerlidir.”
Frédéric bu sözleri dinlerken bir yandan da Madam Arnoux’ya bakıyordu. Bu sözler ruhuna büyük bir fırının içine düşen maden parçaları gibi dökülüyordu, ihtirasını arttırıyor, aşkı yaratıyordu.
Onunla aynı sırada oturuyordu, aralarında üç kişi vardı. Madam Arnoux, ara sıra, küçük kızına birkaç söz söylemek için biraz eğiliyordu. O zaman gülümsediğinden yanağında beliren bir gamze yüzüne daha tatlı bir iyilik edası veriyordu.
İçki içildiği sırada, Madam Arnoux kalkıp gitti. Konuşmalar daha serbest hâle geldi. Bay Arnoux kendini gösterdi. Frédéric bu adamların hayâsızlığı karşısında şaşırıp kaldı. Böyle olmakla beraber, bunların kadın endişeleri kendisiyle onlar arasında, onca, kendi gözünde kendisini yükselten eşitlik gibi bir şey yaratmıştı.
Salona dönülünce kendini toparlamak için masanın üstündeki albümlerden birini aldı. Zamanın büyük sanatçıları bunu desenleriyle süslemişler, içine nesir, şiir yazmışlar veya sadece imzalarını atmışlardı; ünlü adların çoğunu tanımıyordu, bir sürü saçma sapan şey arasından insanda merak uyandıran düşünceler zar zor seçiliyordu. Hepsinde de Madam Arnoux’ya karşı az çok açık olarak beslenen bir saygı ifadesi vardı. Elim gidip albümün kıyısına bir satırcık yazı yazıveririm, diye öyle korkmuştu ki.
Madam Arnoux oturma odasından Frédéric’in görmüş olduğu halkaları, gümüşten çekmeceyi alıp getirdi. Kocasının hediyesi bir Rönesans eseriydi bu. Dostları Arnoux’ya iltifat ettiler; karısı da teşekkür etmişti. Duygulanan Arnoux herkesin içinde karısını öptü.
Sonra, herkes öbek öbek toplanıp dereden tepeden konuşuldu; babacan Meinsius ocağın yanındaki küçük bir kanepede Madam Arnoux ile beraberdi; kadın onun kulağına eğildikçe saçları birbirine değiyordu. Frédéric, tek böyle kendisine bir yakınlık kazandıracak bir şeyleri, ünlü bir adı ve ak saçları olsun da sağır, sakat ve çirkin olmaya çoktan razıydı. Gençliğine karşı öfkesinden kudurup içi içini yiyordu.
Neyse, Madam Arnoux, salonun Frédéric’in durduğu köşesine geldi; misafirlerden hangilerini tanıdığını, resmi sevip sevmediğini, ne zamandan beri Paris’te okuduğunu sordu. Ağzından çıkan her söz Frédéric’e yepyeni bir şey, kişiliğinin bir özelliği gibi geliyordu. Uçlarıyla çıplak omzunu okşayan saçlarının en küçük büklümlerine bile dikkatle bakıyor, hiç gözünü ondan ayırmıyor, ruhunu bu kadın etinin beyazlığı içine gömüyordu; oysa onunla yüz yüze gelip bütün endamını görmek için gözlerini kaldırmaya bir türlü cesaret edememişti.
Rosenwald, Madam Arnoux’dan birkaç şarkı söylemesini rica ederek konuşmalarını yarıda kesti. Besteci çalmaya başladı, kadın bekliyordu; dudakları aralandı; temiz, uzun, berrak bir ses yükseldi.
Frédéric İtalyanca sözlerden hiçbir şey anlamadı.
Şarkı önce bir kilise ilahisi gibi ağırbaşlı bir ritimle başlamış, sonra tiz perdeye yükselip ses parıltıları çoğalmış, birden alt perdeye düşmüştü. Melodi de engin ve tembel bir titreme ile ve âşıkane bir eda ile tekrarlanıyordu.
Madam Arnoux, kolları iki yana sarkmış, gözleri uzaklara dalmış, piyanonun yanında ayakta duruyordu. Ara sıra, notayı okumak için bir an başını uzatıp gözlerini kırpıştırıyordu. Kontralto sesi pest perdelerde dondurucu hüzünlü nağmeler yapıyor, o zaman iri kaşlı güzel başı omzuna doğru eğiliyordu; göğsü kabarıyor, kolları iki yana ayrılıyor, birkaç nota birden çıkaran boynu gökten inen öpücüklerin etkisiyle tembel tembel yana devriliyordu. Üç tiz nota söyledi, tekrar pest perdeye indi, yine yükselip bir nota daha söyledi, bir duruştan sonra şarkıyı yarım ses yüksek bir perdede bitirdi.
Rosenwald piyanodan kalkmadı. Kendi kendine çalmakta devam etti. Zaman zaman davetlilerden birinin kalkıp gittiği oluyordu. Saat on birde son kalan davetliler gittiğinden Arnoux geçirmek bahanesiyle Pellerin’le beraber çaktı. Tacir, akşam yemeğinden sonra çıkıp şöyle bir dolaşmazsa kendi kendine, ben hastayım galiba, diyen soydandı.
Madam Arnoux bekleme odasına kadar ilerlemiş, Dittmer’le Hussonnet’yi selamlamış, elini uzatmıştı. Frédéric’e de elini uzattı, delikanlı cildinin en küçük noktalarına kadar bir şeyin yayıldığını duymuştu.
Frédéric dostlarından ayrıldı; yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Yüreği dolup taşmıştı. Niçin elini vermişti? Bu, düşünmeden yapılmış bir hareket mi, yoksa cesaret vermek mi? “Haydi canım sen de! Ben delinin biriyim!” Olsun, ne çıkar! Şimdi bu kadının evine istediği gibi sık sık girip çıktıktan sonra, onun havası içinde yaşadıktan sonra…
Sokaklar tenhaydı, kimsecikler yoktu. Ara sıra iki tekerlekli bir yük arabası kaldırımları zangırdatarak geçiyordu. Kurşuni yüzlü sıra sıra evlerin pencereleri kapalıydı; Frédéric, bu kadını görmeden yaşayan, varlığından haberi bile olmayan, bu duvarların arkasına çekilip yatmış insanların hepsini küçümseyerek düşünüyordu! Zamanın, mekânın, hiçbir şeyin farkında değildi. Ökçesiyle yerlere, bastonu ile dükkânların kepenklerine vurarak, başıboş, çılgın gibi sürüklenerek hep yürüyüp gidiyordu. Nemli bir havaya büründü; kendini rıhtımların kıyısında buldu.
Sokak fenerleri iki sıra düz çizgi hâlinde parlayıp gidiyor, suların içinde kırmızı uzun alevler titreşiyordu. Su arduvaz rengindeydi. Oysa nehrin iki tarafında yükselen karanlık iki büyük yığına dayanmış gibi gelen gök daha berraktı. Göze görünmeyen birtakım yapılar karanlıkları daha koyulaştırmıştı. İleride, çatıların üstünde aydın bir sis dalgalanıyordu; bütün gürültüler bir tek uğultu içinde erimişti; hafif bir rüzgâr esiyordu.
Pont-Neuf’ün ortasında durmuş; başı, göğsü, bağrı açık, havayı ciğerlerine çekiyordu. Bu sırada, içinde tükenmek bilmez bir şeyin, gözleri önündeki dalgaların hareketi gibi kendisini dermansız düşüren bir sevgi akımının yükseldiğini duymuştu. Bir kilise saati kendisini çağıran bir ses gibi, ağır ağır biri çaldı.