Книга Bir Delikanlının Hikâyesi - читать онлайн бесплатно, автор Гюстав Флобер. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Bir Delikanlının Hikâyesi
Bir Delikanlının Hikâyesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Bir Delikanlının Hikâyesi

O zaman, ruhu, insana yüce bir âleme göç etmiş duygusunu veren bir ürperişle ürperdi. Neyin nesi olduğunu bilmediği olağanüstü bir kabiliyet gelmişti kendisine. Ben büyük bir ressam mı, büyük bir şair mi olacağım?” diye ciddi olarak sordu kendi kendine; resimde karar kıldı, bu mesleğin zorunlulukları kendisini Madam Arnoux’ya yaklaştıracaktı çünkü. Yürüyeceği yolu bulmuş demekti! Yaşayışının amacı şimdi aydınlanmış, yarını iyice belli olmuştu.

Odasına girip kapısını kapayınca bitişik karanlık odada birinin horladığını duydu. Ötekiydi bu. Hiç aklına bile gelmemişti.

V

Ertesi gün öğleden evvel, kendine bir kutu boya, birkaç fırça, bir sehpa satın aldı. Pellerin de birkaç ders vermeye razı oldu. Frédéric resim negereklerinden6 hiçbir eksiği var mı görsün diye onu evine götürdü.

Deslauriers evdeydi. İkinci koltukta bir delikanlı oturuyordu. Kâtip onu göstererek “Senecal, işte bu!” dedi.

Frédéric delikanlıdan hoşlanmadı. Alabros kesilmiş saçları alnını daha geniş gösteriyordu. Kurşuni gözlerinin sert ve soğuk gibi bir ifadesi vardı; bütün elbisesi gibi kara, uzun redingotu da bir eğitmen, bir papaz kokusu saçıyordu.

Önce günün olayları üstünde konuşuldu, Rossini’nin Stabat’ı üzerinde duruldu; fikri sorulunca Senecal hiç tiyatroya gitmediğini söyledi.

Pellerin boya kutusunu açtı.

“Bunların hepsi senin mi?” dedi kâtip.

“Benim ya!”

“Bak sen! Nereden de aklına geldi?”

Matematik müzakerecisi masa başında Louis Blanc’ın bir kitabını karıştırıyordu, Deslauriers de eğildi. Pellerin’le Frédéric paleti, bıçağı, tüpleri birer birer gözden geçirirken Senecal de yanında taşıdığı kitabın bazı yerlerini alçak sesle okuyordu. Sonra, gelip Arnoux’nun evinde verilen ziyafet üzerinde konuşmaya başladılar.

Senecal “Hani şu tablo taciri mi?” diye sordu. “Becerikli bir bay doğrusu!..”

“Niçin böyle söylüyorsunuz?” dedi Pellerin.

“Siyasi dalaverelerle para sızdıran bir adam da ondan!” diye karşılık verdi Senecal.

Ardından da kral ailesini herkese iyi örnek olacak uğraşlara kendini vermiş gösteren ünlü taş basması bir resmin sözünü etmeye başladı. Resimde, Louis-Philippe elinde bir kanun kitabı, kraliçe bir dua kitabı tutuyor, prensesler nakış işliyor, Dük dö Nemours kılıç kuşanıyor, Bay de Joinville küçük kardeşlerine bir coğrafya haritası gösteriyor, dipte de iki bölmeli bir yatak görünüyormuş. İyi Bir Aile adını taşıyan bu resim, burjuvaların pek hoşuna gittiği hâlde vatanseverleri kahretmiş. Pellerin, sanki resmi yapan kendisiymiş gibi, canı sıkkın bir eda ile bütün fikirlerin bir değeri olduğunu söylemişti. Senecal itiraz etti. Sanatın biricik amacı halk kitlelerinin ahlakını yükseltmek olmalıydı! Sadece insanları erdemli eylemlere götüren konular işlenmeliydi; öbür konular zararlıydı.

“Bu iş çalışma tarzına bağlıdır!” diye Pellerin bağırdı. “Ben şaheserler yapabilirim.”

“Ne yaparsanız yapın, karışmam, ama hakkınız yok…”

“Nasıl, nasıl?”

“Hayır! Bayım, beğenmediğim, hoşlanmadığım birtakım şeylerle beni uğraştırmaya hakkınız yok. Hiçbir işe yaramayan, boşuna emek harcanmış çocuk oyuncaklarına, mesela bütün peyzajlarınızla şu Venüslere ne ihtiyacımız var? Ben bunlarda halkın öğreneceği bir şeyler göremiyorum! Siz bize daha çok halkın sefaletlerini gösterin! Ettiği fedakârlıkları göstererek bizi heyecana getirin! Allah aşkınıza, işlenecek konu mu yok? Çiftlik, atölye vb. ne güne duruyor?”

Pellerin öfkesinden kekeliyordu, bir delil bulduğunu sanarak, “Molière’e ne buyurursunuz?” dedi.

“Tamam!” dedi Senecal. “Fransız İnkılabı’nın öncüsü olarak ona hayranım.”

“Aman! İnkılap da ne sanat ya! Tarih hiç bu kadar acınacak bir devir görmemiştir!”

“Bu kadar büyük bir devir görmemiştir, bay.”

Pellerin kollarını kavuşturup Senecal’in yüzüne baktı.

“Ünlü bir gard nasyonal gibi bakıyorsunuz!” dedi.

Tartışmalara alışkın olan muarızı “Hiç de bir gard nasyonal hâlim yok, hem siz ondan ne kadar nefret ederseniz ben de o kadar ederim.” diye karşılık verdi. “Ama böyle prensiplerle halkın ahlakını bozuyorlar! Hükûmet de işini biliyor ya! Bunun gibi bir sürü maskara ile suç ortaklığı etmese bu kadar kuvvetli olabilir miydi?”

Ressam tablo tacirini savunmaya kalkıştı; Senecal’in fikirleri kendisini çileden çıkarmıştı çünkü. Hatta Jacques Arnoux’nun altın gibi bir kalbi olduğunu, dostlarına karşı vefalı davrandığını, karısını sevdiğini söylemeye kadar vardı.

“Ya! Ya! İyi bir para veren olsa modellik etmekten bile çekinmez.”

Frédéric’in benzi sapsarı kesildi.

“Size bir haksızlık mı etti yoksa bayım?”

“Bana mı? Yoo! Kendisini bir dostumla beraber kahvede topu topu bir kere görmüşlüğüm var.”

Senecal doğru söylüyordu. Ama her gün Art Industriel reklamlarıyla sinirleri bozuluyordu. Onca, Arnoux, demokrasi için uğursuz saydığı bir âlemin temsilcisiydi. Kendisi sıkı cumhuriyetçi olduğu için bütün incelikleri, kibarlıkları ahlak bozukluğu sayıyordu; zaten eğilmek bilmez bir dürüstlüğü olduğundan nezaket göstermeye de ihtiyacı yoktu.

Konuşmaya tekrar başlanması zorlaştı. Ressam hemen bir randevusu olduğunu hatırladı, müzakerecinin öğrencileri aklına geldi. Bunlar çıkıp gidince uzun bir sessizlikten sonra Deslauriers, Arnoux üzerine türlü türlü sorular sordu.

“İleride beni onunla tanıştırırsın, değil mi dostum?”

“Tabii.” dedi Frédéric.

Sonra, yerleşme işlerini düşündüler. Deslauriers bir dava vekilinin yanında kolaylıkla ikinci kâtiplik işi bulmuş, Hukuk Okuluna yazılmış, lüzumlu kitapları satın almıştı. Hayallerinde kurdukları hayat başladı.

Gençliklerinin güzelliği sayesinde bu hayat şirinleşti. Deslauriers hiç para lafı etmediğinden Frédéric de bu konuyu açmadı. Bütün masrafları görüyor, dolabı düzeltip yerleştiriyor, ev işleriyle uğraşıyordu; ama kapıcıya ağzının payını vermek gerekti mi kâtip bu işi üzerine alıyor, kolejde olduğu gibi o eski koruyucu ve ağabey rolüne yine devam ediyordu.

Bütün günü ayrı geçiriyor, akşam buluşuyorlardı; ikisi de ocağın başındaki yerlerine oturup kendi işleriyle uğraşıyorlardı. İşlerini bırakmakta da gecikmiyorlardı. Birbirlerine dertlerini söylüyor, hiç yoktan neşeleniyor, bazen de is çıkaran lamba veya kaybolmuş bir kitap yüzünden kavga ediyor, bir dakika süren kızgınlıklarını gülüşmeler yatıştırıyordu.

Sandık odasının kapısı açık durduğundan, yatağa yatınca uzaktan uzağa konuşurlardı.

Sabahleyin, taraçada gömlekle gezinirlerdi; güneş doğmuştur, nehrin üstünden hafif bir sis geçmektedir; yandaki çiçek pazarının şamatası duyulurdu. Adamların pipolarından çıkan dumanlar uykudan hâlâ şiş gözlerine serinlik veren havanın içinde halka halka dalgalanırdı. Bu havayı ciğerlerine çekerken yüreklerine engin bir umut serpildiğini duyarlardı.

Pazar günü, hava yağmurlu değilse birlikte çıkarlar, caddelerde kol kola yürürlerdi. Hemen her zaman ikisi de aynı şeyi düşünür veya yanlarından gelip geçenlere bakmadan konuşurlardı. Deslauriers’nin zenginlikte gözü vardı; zengin oldun mu insanlara sözünü geçirebilirdin. Emrindeki üç kâtiple, herkesi harekete getirecek, etrafı velveleye verecek, haftada bir kere de büyük bir siyasi ziyafet çekecekti. Frédéric ise İspanya Araplarının sarayları gibi bir saray döşeyecek, kaşmir kaplı sedirlere uzanıp fıskiyelerin şırıltısını dinleyecek, kendisine zenci uşaklar hizmet edecekti. Bu hayal edilen şeyler öyle elle tutulacak kadar canlı hâle gelirdi ki sanki bunlar zaten varmış da kaybetmişler gibi üzülürlerdi.

“Hep bunları konuşmanın ne faydası var, hiçbirini elimize geçiremeyecek olduktan sonra!..” derdi.

Deslauriers “Kim bilir?” diye karşılık verirdi.

Demokrat fikirleri olduğunu bile bile, Deslauriers’yi Dambreuse’lere götürmeye zorluyor, Deslauriers ise itiraz ediyordu.

“Aman, sen git! Seni davet ederler!”

Mart ayının ortasına doğru, oldukça kabarık hesap pusulaları arasında akşam yemeklerini getiren lokantacının pusulası da geldi. Bu hesapları ödemeye yetecek parası olmadığından Frédéric, Deslauriers’den yüz ekü borç istedi. On beş gün sonra bir daha borç isteyince kâtip, Arnoux’nun dükkânında çok masrafa girdiği için dostuna söylendi.

Gerçekten Frédéric hesapsız hareket ediyordu. Bir Venedik, bir Napoli, bir İstanbul manzarası üç duvarın ortalarını kaplamıştı. Ötede beride Alfred de Dreux’nün binicilikle ilgili konuları, şöminenin üstünde Pradier’nin bir grubu, piyanonun üstünde Art Industriel dergisinin çeşitli sayıları, köşelere atılmış resim kartonları odayı öyle tıklım tıklım doldurmuştu ki kitap koyacak, adım atacak yer kalmamıştı. Frédéric resme çalışmak için bütün bunların kendisine lazım olduğunu iddia ediyordu.

Pellerin’in yanında çalışırdı. Ama gazetelerde lafı edilir diye her cenazede, olayda hazır bulunmayı âdet edinen Pellerin sık sık sokağa çıkardı. Frédéric ise saatlerce atölyede yalnız kalırdı. Farelerin koşuşmasından başka ses işitilmeyen bu büyük odanın sakinliği, tavandan dökülen aydınlık, sobanın yanarken gürül gürül edişine varıncaya kadar her şey, önce onu bir aydının huzuru içine atardı. Sonra çalıştığı eserden ayrılan gözleri duvarın sıyrıklarında, etajerin bibloları arasında, üstlerinde kadife parçaları gibi toz birikmiş heykel gövdelerinde dolaşır ve ormanın içinde kaybolmuş, dönüp dolaşıp yine aynı yere gelen bir yolcu gibi, her düşüncenin altında durmadan Madam Arnoux’nun hatırasını bulurdu.

Evine gitmek için kendi kendine gün tayin ederdi; ikinci kata çıkıp kapısı önüne gelince çıngırağı çalayım mı, çalmayayım mı diye düşünürdü. İçeriden ayak sesleri gelir, kapı açılırdı: “Madam sokağa çıktı.” Yüreğinin üstünden bir yük kalkmış gibi, bir kurtuluş olurdu bu.

Bununla beraber, Madam Arnoux ile karşılaştı. İlk defasında yanında üç hanım vardı. Bir başka gün, öğleden sonra Matmazel Marthe’ın yazı öğretmeni çıkageldi. Madam Arnoux’nun kabul ettiği erkekler hiç kendisini ziyarete gelmemişlerdi. Saygı gösterip bir daha eve gitmedi.

Ama perşembe ziyaretlerine çağrılsın diye, her çarşamba Art Industriel’e gitmekten de geri kalmadı. Bir gravüre bakar, bir gazeteye göz gezdirir gibi yaparak orada herkesten, hatta Regimbart’dan bile uzun kalırdı. Nihayet Arnoux “Yarın akşam boş musunuz?” deyince daha cümlesini bitirmeden daveti kabul ederdi. Arnoux, Frédéric’i sever gibiydi. Delikanlıya şaraptan anlamak sanatını, punç yapmasını, bıldırcın yemeği pişirmesini öğretti. Madam Arnoux ile ilgili her şeyi, mobilyalarını, hizmetçisini, evini, sokağını sevdiğinden Frédéric, Arnoux’nun verdiği öğütleri bir bir tutardı.

O bu ziyafetlerde hiç konuşmaz, Madam Arnoux’yu seyre dalardı. Şakağında küçük bir beni vardı. Kurdeleleri saçlarından daha karaydı, kıyıları her zaman biraz nemli gibiydi. Ara sıra yalnız iki parmağı ile bunları okşardı. Frédéric tırnaklarının ayrı ayrı şekillerini bilir, kapıların yanından geçerken ipek elbisesinin hışırtısını işitmeye bayılır, mendilini gizli gizli koklardı. Tarağı, eldivenleri, yüzükleri onca, sanat eserleri gibi önemli, âdeta insan gibi canlı, özel şeylerdi. Bunların hepsi onu duygulandırır, sevgisini arttırırdı.

Aşkını Deslauriers’den saklayamamıştı. Madam Arnoux’nun evinden döndüğü geceler, onun lafını etmek için dostunu mahsus uyandırırdı.

Sandık odasında musluğun yanında yatan Deslauriers uzun uzun esnerdi. Frédéric yatağının ayak ucuna oturur, sonra kiminde küçümseme kiminde sevgi gördüğü incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırdı. Mesela bir defasında, Madam Arnoux onun koluna girmemiş, Dittmer’in koluna girmiş, Frédéric de buna üzülmüş.

“Aa! Budala mısın? Üzülecek ne var bunda?”

Madam Arnoux ona “dostum” demiş.

“Öyleyse sen de neşeli ol!”

“Olamıyorum, elimde değil.” derdi Frédéric.

“Haydi, haydi, düşünme artık! Gecen hayırlı olsun.”

Deslauriers sokak tarafına döner, uyurdu. O bu aşktan bir şey anlamıyor, bu aşka gençliğin büyük bir zaafı diye bakıyordu. Frédéric, Deslauriers’nin dostluğunu yeter bulmamış olacak ki kendi arkadaşlarını da onun arkadaşlarını da haftada bir gün eve çağırmayı düşündü.

Arkadaşları cumartesi günü saat dokuza doğru geldi. Cezayir dokuması üç perde iyice çekilmişti. Bir lamba ile dört mum yanıyordu. Masanın ortasındaki içi pipo dolu bir tütün çanağı, bira şişeleri, çaydanlık, bir şişe rom ve küçük çörekler arasına uzanmıştı. Ruhun ölmezliği üstünde tartışılıyor, profesörler arasında kıyaslamalar yapılıyordu.

Bir akşam Hussonnet, kolları pek kısa bir redingot giymiş, çekingen duran, iri yarı bir delikanlı getirdi. Geçen yıl karakoldan almak istedikleri oğlandı bu.

Kavgada kaybolan dantela dosyasını ustasına geri götüremediğinden adam buna hırsızlık suçu yüklemiş, mahkemeye vermekle gözünü korkutmuş. Şimdi bir nakliyat ambarında ayak işleri görüyormuş. Hussonnet sabah bir sokağın köşesinde ona rastlamış, eve getirmiş, çünkü o minnettarlık duygusu ile “ötekini” de görmek istemiş.

İçi hâlâ yaprak sigarası dolu olan tabakayı Frédéric’e uzattı. Bu tabakayı, kendisine geri vermek düşüncesiyle, dinî bir saygı ile saklamış.

Delikanlılar yine gelmesini söylediler. O da gelmezlik etmedi.

Hepsi de birbirlerini seviyorlardı. Önce hükûmete karşı besledikleri nefret tartışılmaz bir akide mertebesindeydi. Yalnız Martinon, Louis-Philippe’i savunmaya çalışırdı. Gazetelerde görülen, Paris’in hapishane hâline getirilmesi, Eylül kanunları, Pritchart meselesi, Lord Guizot gibi sözlerle lafı ağzına tıkılırdı; öyle ki Martinon herkesi kızdırmaktan korkup susardı. Yedi yıl kolejde okumuş, bir defacık olsun yazı cezası almamıştı; hukuk okulunda da profesörlerin gözüne girmesini bilmişti. Her zaman mastika renginde kaba bir redingot, yüzü kauçuk ayakkabı giyerdi. Ama bir gün kadifeden şal yelek giymiş, kravat bağlamış, altın köstek takmış olarak güvey kıyafetinde göründü.

Bay Dambreuse’ün evinden geldiği öğrenilince herkesin şaşkınlığı büsbütün arttı. Gerçekten Banker Dambreuse, Martinon’un babasından külliyetli odun satın almış, adamcağız oğlunu tanıtınca Dambreuse ikisini de yemeğe çağırmış.

Deslauriers “Çok mantar var mıydı? İki kapı arasında karısının beline sarıldın mı?” diye sordu.

O zaman, kadınlar üzerinde konuşulmaya başlandı. Pellerin güzel kadınlar bulunabileceğini kabul etmiyordu (Kaplanları üstün tutuyordu.). Zaten insanın dişisi estetik hiyerarşisinde aşağı bir yaratıktı.

“Özellikle sizi çeken şey, fikir olarak kadını düşüren şeydir. Memeler, saçlar demek istiyorum.”

Frédéric “Böyle olmakla beraber…” diye itiraz etti, “iri, kara gözlerle kara saçlar…”

“Söyleme! Biliyoruz!” diye Hussonnet bağırdı. “Çimen üstündeki Endülüs kızlarından, antika şeylerden bıktık artık! Neyse, şaka bertaraf! Hafifmeşrep kadın Milo Venüs’ünden daha eğlencelidir. Allah aşkınıza, Galyalı olalım, hatta becerebilirsek Regence. Su gibi aksın şarap, gülsün kadınlar! Esmerden sarışına geçmeli! Siz ne dersiniz, Dussardier Baba?”

Dussardier karşılık vermedi. Hepsi de zevkini anlamak için sıkıştırdı.

“Söyleyeyim.” dedi kızararak. “Ben hep aynı kadını sevmek isterdim.”

Bunu öyle bir tarzda söyledi ki bir an hepsi de sustu; bir kısmı saflığa şaşmış, bir kısmı da bu sözlerde kalplerinin gizli arzusunu bulmuştu.

Senecal bira bardağını pencerenin pervazına koydu, dogmatik bir eda ile “Orospuluk bir istibdat, evlenmek de bir ahlaksızlık olduğundan en iyisi ikisinden de sakınmaktır.” dedi. Deslauriers kadınlara birer gönül eğlencesi diye bakıyordu, o kadar.

Bay de Cisy’ninse kadınlardan pek gözü yılmıştı. Sofu bir büyükannenin gözü önünde büyüdüğünden, bu delikanlılarla arkadaşlığı kötü bir yer gibi cazip, Sorbonne gibi öğretici bulmuştu. Ona ders vermekten çekinilmiyor, kendisi de her seferinde kalbi sancıdığı hâlde sigara içmek istemeye varacak kadar hevesli görünüyordu. Frédéric çok üstüne düşüyordu; kravatlarının güzelliğine, paltosunun kürküne, eldiven gibi ince ve zarifliğiyle küstah gibi görünen ayakkabılarına hayrandı; arabası aşağıda, sokakta beklerdi.

Bay de Cisy’nin biraz evvel gittiği, kar da yağdığı bir akşam, Senecal onun arabacısına acımaya başladı. Sonra, sarı eldivenlere, Jokey Club’e atıp tuttu; işçiye bu baylardan daha fazla değer veriyordu.

“Hiç olmazsa ben çalışıyorum! Fakirim!”

Kızan Frédéric, nihayet dayanamayıp “Belli!” dedi.

Müzakereci onun bu sözüne pek gücendi. Ama Regimbart, Senecal’i biraz tanıdığını söyleyince Frédéric, Arnoux’nun dostuna nazik davranmak isteyerek cumartesi toplantılarına gelmesini rica etti, iki vatanseverin karşılaşması da hoş oldu.

Böyle olmakla beraber, birbirinden farklı iki insandılar.

Sivri bir kafası olan Senecal sistemlerden başka şeye değer vermezdi. Regimbart ise aksine, olayların içinde olaydan başka şeyi gözü görmezdi. Onu en çok düşündüren mesele, Rhin Nehri sınırıydı. Topçuluktan anladığını iddia eder, Polytechnique Okulunun terzisine elbise diktirirdi.

İlk geldiği gün, kendisine pasta ikram edilince “Pasta yemek kadınlara yaraşır.” diyerek ve küçümseyerek omuzlarını silkti, ondan sonraki gelişlerinde de pasta yemeye hevesli görünmedi. Yüksek fikirler ortaya atıldı mı “Aman! Ütopyaları, hayalleri bırakın.” diye mırıldanırdı. Sanat konusunda (atölyelere sık sık girip çıkmasına, ara sıra buralarda hatır için bir eskrim dersi vermesine rağmen) fikirleri hiç de yüce değildi. Bay Marrast’ın üslubunu Voltaire’in üslubuyla, Polonya üstüne “duygulu” bir şarkı yazdığı için Matmazel Vatnaz’ı Madam de Stael’le kıyaslardı. Nihayet Regimbart dırdır edip herkesi, özellikle Deslauriers’yi bıktırırdı; çünkü Vatandaş, Arnoux’nun sıkı fıkı dostuydu. Oysa kâtip, işine yarayacak kimselerle tanışmak düşüncesiyle, Arnoux’nun evine sık sık gitmeye can atıyor, “Ne zaman beni götüreceksin yahu?” diyordu. Arnoux’nun işi başından aşkınmış veya yolculuğa çıkıyormuş; sonra, zahmet edip gitmeye kalkmasın, yemek ziyafetlerine son verilmiş.

Frédéric, gerekirse dostu için canını da feda ederdi. Ama kendisi, mümkün olduğu kadar iyi görünmeye çalıştığından, kendi konuşmasına, hareketlerine ve Art Industriel’e hep eldivenle gitmeye varıncaya kadar üstüne başına çok titiz davrandığından, Deslauriers’nin eski kara elbisesiyle, savcı edasıyla ve kendini beğenmiş söylevleriyle Madam Arnoux’nun hoşuna gitmemesinden, kendisini bu kadının yanında zor duruma düşürmesinden, küçük düşürmesinden korkuyordu. Her dediğini yapmıştı. Ama bu kendisini çok rahatsız edecekti. Kâtip, Frédéric’in sözünü yerine getirmek istemediğini anlamıştı. Onun susuşu kendisine ağır bir küfür gibi geliyordu.

Deslauriers, Frédéric’e mutlaka kumanda etmek, onun gençlik ideallerine göre geliştiğini görmek isterdi. Tembelliği karşısında, bu bir söz dinlememek ve bir ihanetmiş gibi isyan ediyordu. Zaten aklı fikri hep Madam Arnoux’da olan Frédéric, sık sık kocasının lafını ediyordu. Deslauriers de bir aptallık tiki gibi her cümlenin sonunda, belki günde yüz defa Arnoux adını söyleyerek bıkkınlık vermeye başladı. Kapı vurulunca, “Girin Arnoux.” diye karşılık verirdi. Lokantada “Arnoux’nun yediği” Brie peynirinden isterdi. Geceleyin kâbus görmüş gibi yapıp “Arnoux, Arnoux!” diye gürleyerek arkadaşını uyandırırdı.

Sonunda, bir gün, Frédéric, usanıp acıklı bir sesle “Kes bu Arnoux lafını artık!” dedi.

“Katiyen!” diye kâtip karşılık verdi.

Hep o! Her yerde o! Yakıcı veya soğuk,Arnoux’nun hayali…

Frédéric yumruğunu kaldırıp, “Susacak mısın sen?” diye bağırdı. Sonra tatlılıkla ekledi:

“Beni üzen bir konu olduğunu biliyorsun bunun, pekâlâ…”

Deslauriers “Aman! Affedersin, babacan…” diye yerlere kadar eğilerek karşılık verdi. “Bundan böyle matmazelin sinirlerine saygı gösteririz. Bir kere daha affet! Bin kere özür dilerim.”

Böylece şaka sona ermiş oldu. Ama üç hafta sonra bir akşam Frédéric’e “Bana bak, biraz evvel Madam Arnoux’yu gördüm.” dedi.

“Nerede?”

“Dava Vekili Balandard’la beraber Adliye Sarayında. Orta boylu, esmer bir kadın değil mi bu?”

Frédéric başı ile “evet” dedi. Deslauriers lafı açsın bekliyordu. En küçük bir hayranlık üzerine bütün içini dökecekti. Deslauriers’yi sevmeye tamamıyla hazırdı; oysa öteki hep susuyordu; nihayet dayanamayıp ilgisiz bir eda ile Madam Arnoux üstündeki düşüncelerini sordu.

Deslauriers “olağanüstü hiçbir şeyi olmamakla beraber, oldukça iyi” bulmuştu.

“Ya, öyle mi?” dedi Frédéric.

İkinci imtihan devresi olan ağustos ayı gelip çattı. Öğrencilerin dediklerine göre, dersleri hazırlamak için on beş gün yeterdi. Frédéric’in kendine güveni vardı. Muhakeme Usulleri Kanunu’nun ilk dört bölümünü, Ceza Kanunu’nun ilk üç bölümünü, cinayet soruşturmasının birçok parçalarını ve Medeni Kanun’un Poncelet’nin şerhleriyle beraber bir bölümünü hemen yuttu. İmtihandan bir gün önce Deslauriers onu sabaha kadar müzakere etti; son bir çeyrek saatten de faydalanmak için yürürken kaldırımda sorular sormayı sürdürdü.

Birçok imtihanlar aynı zamanda yapıldığından avluda büyük bir kalabalık vardı, Hussonnet ile Cisy de kalabalığın arasındaydı. Herkes arkadaşlarının imtihanlarında olsun bulunmak istiyordu. Frédéric giyilmesi âdet olan kara cübbeyi sırtına geçirdi, sonra peşinden gelen kalabalıkla ve üç başka öğrenci ile perdesiz pencerelerden ışık alan büyük bir odaya girdi, duvarlar boyunca sıralar uzatılmıştı. Odanın ortasındaki yeşil çuhalı masanın etrafına deriden iskemleler dizilmişti. Bu masa imtihan olacakları, hepsi kırmızı cübbeler giymiş, omuzlarına hermin kürklerini atmış, başlarına sırma şeritli takkeler giymiş imtihan heyetinden ayırıyordu.

Frédéric sırada sondan öncekiydi, kötü bir durumdu bu. Anlaşma ile sözleşme arasındaki fark üstüne sorulan bir soruya sözleşme ile anlaşmayı birbirine karıştırarak karşılık verdi. Babacan bir adam olan profesör, “Şaşırmayın bay, kendinize gelin.” dedi.

Sonra, iki kolay soruya karışık karşılıklar alınca dördüncüye geçti. Daha başta böyle bocalamak Frédéric’in maneviyatını bozdu. Kalabalığın içinde, karşıda duran Deslauriers henüz her şeyin kaybedilmediğini işaret ediyordu. İkinci defa ceza hukuku üstüne sorulan sorulara geçecek kadar karşılık verdi. Ama üçüncü bir kişi tarafından yazılıp vasiyet sahibi tarafından imzalanan ve noter tarafından onaylanan vasiyetname ile ilgili üçüncü sorudan sonra mümeyyiz düşüncesini belli etmeyince büsbütün kederlendi. Çünkü Hussonnet alkışlayacakmış gibi ellerini birleştirdiği hâlde Deslauriers ikide birde hep omuzlarını silkiyordu. Nihayet muhakeme usullerine sıra geldi. Yargıcın kararına itirazın ne olduğu sorulmuştu. Kendi nazariyesine zıt nazariyelerin ileri sürüldüğünü işitip sinirlenen profesör sert bir eda ile “Bu sizin kendi fikriniz mi bayım?” dedi. “Medeni Kanun’un 1351. maddesindeki prensibi bu olağanüstü itiraz yolu ile nasıl bağdaştırıyorsunuz?”

Bütün gece uyumadığı için Frédéric şiddetli bir baş ağrısı duyuyordu. Panjurun aralıklarından giren güneş yüzüne vurmuştu. Yerinde sallanıyordu, bıyığını çekiyordu.

Sırma takkeli adam “Karşılık bekliyorum!” dedi.

Frédéric’in hareketine sinirlenmiş olacak ki “Karşılığı sakalınızın içinde bulacak değilsiniz!” diye ekledi.

Bu acı alay dinleyicileri güldürdü; bundan hoşlanan profesörün yüzü güldü. Erteleme ve müstaceliyet7 üstüne iki soru daha sordu, sonra başını “peki” manasında önüne eğdi. İmtihan bitmişti. Frédéric koridora çıktı.

Hademe cübbeyi çıkarıp elbiselerini giydirirken, dostları etrafını almışlar, imtihanın sonucu üstüne birbirini tutmaz sözler söyleyerek kafasını şişirmişlerdi. Çok geçmeden salonun giriş yerinde çınlayan bir ses “Üçüncü… İkmale kaldı!” diye sonucu ilan etti.

“Ambale oldun!” dedi Hussonnet. “Haydi gidelim!”

Kapıcı odasının önünde, yüzü kızarmış, heyecanlı, gözlerinin içi gülen, alnında bir zafer halesiyle Martinon’a rastladılar. Son imtihanını kazasız belasız atlatmıştı. Şimdi bir tez hazırlamak kalıyordu. On beş gün içinde hukuk mezunu olacaktı. Ailesi bir bakanı tanıyormuş, “iyi bir meslek hayatı” başlıyormuş.

“Şu herif bile seni geride bıraktı.” dedi Deslauriers.

İnsanın başarısızlığa uğradığı işlerde budalaların başarı kazandığını görmek kadar insanı küçük düşüren bir şey yoktur. Canı sıkılan Frédéric, “Vız gelir!” diye karşılık verdi. Onun gözü daha yukarılardaydı, Hussonnet gitmek için davranır gibi olunca onu bir kıyıya çekti.

“Tabii, onlarda hiç bunun lafını etmek yok.” dedi.

Sır kolayca saklanacaktı; çünkü ertesi gün Arnoux Almanya yolculuğuna çıkıyordu.

Akşam eve döndüğünde kâtip, dostunda acayip bir değişiklik gördü; ıslık çalıyor, dans ediyordu. Öteki bu neşeli hâle şaşınca Frédéric, annesinin yanına gitmeyeceğini, tatili çalışmakla geçireceğini söyledi.

Arnoux’nun gideceğini öğrenince Frédéric’i bir sevinçtir almıştı. Ziyaretleri yarıda kalmak korkusu olmadan oraya istediği gibi gidebilecekti. Mutlak bir güven düşüncesi kendisine cesaret vermişti. Nihayet hiç ondan ayrılmamış, hiç yanından uzaklaşmamış olacaktı! Zincirden daha kuvvetli bir şey onu Paris’e bağlamıştı, içindeki bir ses kalması için haykırıyordu.