Книга Bir Delikanlının Hikâyesi - читать онлайн бесплатно, автор Гюстав Флобер. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Bir Delikanlının Hikâyesi
Bir Delikanlının Hikâyesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Bir Delikanlının Hikâyesi

Karşısına bazı engeller çıkmıştı. Annesine mektup yazarak bu engelleri aştı. Önce imtihanı kazanmadığını itiraf etmiş, buna imtihanlarda yapılan bazı değişiklikler, tesadüf, haksızlığa uğraması sebep olmuştu. Zaten büyük avukatların hepsi (Adlarını bir bir sayıyordu.) imtihanda dönmüşlerdi. Ama kasım ayında tekrar imtihana girmeyi düşünüyordu. Kaybedecek vakti olmadığından bu yıl hiç annesinin yanına gitmeyecekti. Üç aylık paradan başka, pek faydalı olacak hukuk müzakereleri için iki yüz elli frank istiyordu. Bütün bunlar hasretler, üzüntüler, yaltaklanmalar, evlatlık sevgileriyle bezenmişti.

Ertesi gün oğlu gelecek diye bekleyen Madam Moreau çok üzüldü. Oğlunun uğradığı talihsizliği herkesten sakladı ve “ne olursa olsun” gelmesini yazdı. Frédéric razı olmadı. Araları bozuldu. Yine de öyleyken, annesi hafta sonunda üç aylık para ile müzakereler için istenen iki yüz elli frangı yolladı. Bu para ile Frédéric kendine parlak gri bir pantolon, beyaz fötr bir şapka ve altın saplı ince bir baston satın aldı.

Bunların hepsine kavuşunca “Bana da kendimi beğendirmek merakı mı geldi yoksa?” diye düşündü. Büyük bir tereddüde kapıldı.

Madam Arnoux’ya gideyim mi, gitmeyeyim mi, diye üç kere yazı mı tura mı yaptı. Her defasında falı hayırlı çıktı. Demek ki kader emrediyordu. Choiseul Sokağı’na araba ile gitti.

Telaşla merdivenleri çıktı. Çıngırağın kordonunu çekti. Çalmadı. Neredeyse bayılacak sanmıştı kendini. Sonra, öfke ile kırmızı ipekten ağır kordonu bir kere daha çekti. Çıngırak sesi çınladı, ses yavaş yavaş söndü. Artık hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Frédéric korktu.

Kulağını kapıya yapıştırdı. Çıt yok! Gözünü anahtar deliğine uydurdu. Bekleme odasında, duvardaki kâğıttan çiçekler arasında iki kamış ucundan başka bir şey göremedi. Tam dönüp gidecekken vazgeçti. Bu defa, çok yavaşça kapıya vurdu. Kapı açıldı, dağınık saçlarıyla, kızarmış yüzü ile, asık suratı ile Arnoux’nun kendisi eşikte göründü.

“Vay! Hangi şeytan sizi yolladı? Haydi, girin.”

Arnoux, Frédéric’i oturma odasına veya kendi odasına değil de yemek odasına soktu; ortadaki masanın üstünde bir şişe şampanya ile iki bardak görünüyordu. Sert bir eda ile “Benden istediğiniz bir şey mi var, sevgili dostum?” diye sordu.

Ziyaret için bir bahane arayan delikanlı, “Yok! Hiçbir isteğim yok!” diye kekeledi.

Sonunda, kendisinden haber almak için geldiğini söyledi; çünkü Hussonnet’nin raporuna göre, kendisini Almanya’da sanıyormuş.

“Hiç böyle bir şey yok!” dedi Arnoux. “Ne beyinsiz oğlan bu, her şeyi ters anlıyor!”

Frédéric, şaşkınlığını gizlemek için salonda sağa sola gidip gelmeye başlamıştı. Ayağı bir iskemleye çarpınca üstünde duran şemsiyeyi yere düşürdü, şemsiyenin sedef sapı kırıldı.

“Ah, ya Rabbi!” diye seslendi. “Madam Arnoux’nun şemsiyesini kırdığıma ne kadar üzüldüm!”

Bu sözlerine tacir başını kaldırıp bir tuhaf gülümsedi. Frédéric, Madam Arnoux’nun sözünü etmek fırsatını kaçırmayarak ürkek ürkek, “Kendisini göremeyecek miyim?” diye ekledi.

Memleketinde, hasta olan annesinin yanındaymış. Ne kadar kalacağını sormaya dili varmadı. Sadece Madam Arnoux’nun nereli olduğunu sordu.

“Chartres’lı! Ne o, şaştınız mı?”

“Ben mi? Yoo! Neye şaşayım? Hiç de şaşmadım.”

Sonra, birbirlerine söyleyecek hiçbir şey bulamadılar. Bir sigara yakan Arnoux masanın etrafında soluyarak dönüyordu. Frédéric’se sobanın önünde ayakta durmuş, duvarlara, rafa, yere bakıyordu. Kafasının içinden, daha doğrusu gözlerinin önünden birtakım güzel hayaller geçip gidiyordu. Nihayet çekildi.

Bekleme odasında, yerde dertop edilmiş bir gazete kâğıdı duruyordu. Arnoux kâğıdı aldı, ayak parmaklarının ucuna basarak, dediğine göre, deliksiz bir kuşluk uykusu uyumak için çıngırağın içine soktu. Sonra Frédéric’in elini sıktı:

“Lütfen kapıcıya söyleyin, ben evde yokum.”

Arkasından da kapıyı çarparak kapadı.

Frédéric merdivenin basamaklarını birer birer indi. Bu ilk teşebbüsünün başarısızlığa uğraması bundan sonraki teşebbüslerin akıbeti üzerinde de cesaretini kırmıştı. O zaman üç ay süren sıkıntılı günler başladı. Yapacak hiçbir işi olmadığından aylaklık, kederini daha da arttırıyordu.

Saatlerce durup balkondan, lağımlardan gelen pisliklerle, kıyıya bağlanmış çamaşırcı dubaları ile yer yer kararmış olarak, kirli renkli rıhtımlar arasından akan nehre bakardı. Kıyıda, ara sıra, küçük çocuklar çamurların içinde bir fino köpeğini ıslatarak eğlenirlerdi. Solda Notre-Dame’ın taş köprüsünden ve üç asma köprüden ayrılan gözleri hep sağdaki Karaağaçlar Rıhtımı’na, Montereau Limanı’ndaki ıhlamur ağaçlarını andıran ihtiyar ağaç kümesine kayardı. Saint-Jacques Kulesi, belediye dairesi, Saint-Gervais, Saint-Louis karşıdaki fark edilmeyen çatılar arasından yükselir ve Temmuz Sütunu’nun tepesindeki peri doğuda altından büyük bir yıldız gibi parlarken öbür uçta Tuileries’nin kubbesi ağır mavi kütlesini gökte yuvarlaklaştırırdı. Madam Arnoux’nun evi o tarafta, arkada olacaktı herhâlde.

Tekrar dönüp odasına girerdi; sonra sedire uzanır, karışık, birbirleriyle bağı olmayan düşüncelere, eser planlarına, davranış tasarılarına, gelecekte yapacağı işlere dalardı. Kendini düşünmekten kurtarmak için sonunda sokağa çıkardı.

Her zaman gürültülü, bu mevsimde ise öğrenciler ailelerinin yanlarına gittikleri için tenha olan Quartier Latin’de rastgele yürürdü. Kolejlerin sessizlikten uzamış gibi olan duvarlarının daha da kasvetli bir görünüşü vardır. Her türlü bezgin sesler, kümeslerde kanat çırpmalar, bir bacanın homurtusu, bir kundura tamircisinin çekiç sesi işitilirdi; elbise tacirleri sokak ortasında durup boşuna her pencereye soruşturucu bakışlarla bakarlardı. Tenha kahvelerde tezgâhtaki hanım, dolu içki sürahicikleri arasında esnerdi. Gazeteler okuma odalarında deste deste dururdu; ütücülerin atölyesindeki çamaşırlar esen ılık rüzgârla ürperirdi. Ara sıra eski bir kitapçının sergisi önünde durur, yaya kaldırımına sürtünüp geçen bir omnibüse bakardı. Lüksemburg’un önüne geldi mi buradan öteye gitmezdi.

Bazen, avunmak umudu onu bulvarlara doğru çekerdi. Nemli bir serinlik yükselen daracık karanlık sokaklardan, ışıkları insanın gözlerini kamaştıran, tenha, büyük meydanlara çıkardı. Bu meydanlardaki anıtlar kaldırımın kıyısında kara gölgeli, diş şeklinde nakışlar işlemiştir. Ama yük arabaları, dükkânlar yine başlardı; kalabalık, en çok da pazar günleri, Bastille’den kopup Madelenie’e kadar asfalt üstünde, toz içinde, sürekli bir uğultu içinde dalgalandığı zaman onu serseme döndürürdü. Yüzlerin çirkinliği, söylenen sözlerin manasızlığı, ter içindeki alınlarda parlayan budalaca hoşnutluk içini bulandırırdı! Böyle olmakla beraber, kendisinin bu insanlardan daha değerli olduğu düşüncesi bunlara bakmanın yorgunluğunu hafifletirdi.

Her Allah’ın günü Art Industriel’e gidiyordu. Madam Arnoux’nun ne zaman döneceğini öğrenmek için annesi üstüne uzun uzun sorular soruyordu. Arnoux ise hep “Daha iyiceymiş.” diye karşılık veriyordu. Karısı, kızı ile birlikte gelecek hafta dönecekmiş. Gelmekte geciktikçe Frédéric meraklanıyordu; bu sevgiden duygulanan Arnoux beş altı defa onu akşam yemeğine lokantaya götürdü.

Böyle uzun uzun baş başa kalınca Frédéric tablo tacirinin pek ince zekâlı bir adam olmadığını anladı. Arnoux bu soğukluğun farkına varabilirdi, hem sonra onun kendisine gösterdiği nezakete bir karşılıkta bulunmak için bu bir fırsattı.

Her şeyin en iyisini yapmak istediğinden bütün yeni elbiselerini bir eskiciye seksen frank gibi bir paraya sattı; yanındaki yüz frangı da katıp yemeğe davet etmek için Arnoux’nun mağazasına vardı. Regimbart da oradaydı. Hep birlikte Provence’lı Üç Kardeşler’e gittiler.

Vatandaş kollarını sıvadı, öteki ikisinin kendisine olan saygısına güvenerek istediği yemekleri yazdı. Ama gidip mutfakta aşçıbaşı ile konuştuğu, her yerini bildiği şarap mahzenine inerek lokanta sahibine “bir güzel çıkışıp” şarap çıkarttığı hâlde ne yemeklerden ne şaraplardan ne de servisten memnun kaldı! Her yemek gelişinde; her yeni şişe açılışında bir lokma alıp bir yudum tattıktan sonra çatalı elinden bırakmış, bardağını ileri doğru itmişti. Sonra, bütün kolunu sofra örtüsünün üstüne dayayıp “Paris’te ağız tadıyla yemek yenemez!” diye bağırmıştı. Ağzına layık bir şey bulamayınca nihayet Regimbart “basbayağı” zeytinyağlı fasulye istedi, çok iyi pişmemişti ama Vatandaş’ı yatıştırdı. Sonra garsonla Provence’lı diğer garsonlar üstünde bir konuşmaya daldı:

“Antoine ne oldu? Eugene diye birisi vardı. Ya o Theodore, yemekleri hep aşağıdan getiren ufak tefek garson? O zaman ne güler yüzlü insanlar vardı. O Burgonyalıları bir daha nerede görürüz!”

Sonra sayfiyedeki arsaların değeri üstünde görüşüldü; arsa işi Arnoux’nun kârlı bir spekülasyonuydu. Beklemekle faiz kaybediyordu, çünkü ne para verseler satmak istemiyordu. Regimbart birini bulacaktı. Bu iki bay, ellerinde kalem, yemekten kalkıncaya kadar birtakım hesaplar yapıp durdular.

Kahve içmek için Saumon Pasajı’nda alt kattaki bir kahveye gittiler. Frédéric bardak bardak üstüne bira içerek, ayakta durup bitmek tükenmek bilmez bilardo partilerini seyretti. Korkaklığından mı, budalalığından mı, neden olduğunu kendisi de bilmeden aşkı için hayırlı bir şey çıkar karanlık umudu içinde gece yarısına kadar kaldı.

Acaba onu ne zaman görecekti? Frédéric umutsuzluğa düşmüştü. Ama kasım ayının sonlarına doğru, bir akşam Arnoux, “Haberiniz var mı? Karım dün geldi.” dedi.

Ertesi gün, saat beşte Frédéric evine damlamıştı.

Ağır hasta olan annesinin iyileşmesine sevindiğini söylemekle, geçmiş olsunla söze başladı.

“Ne hastası? Kim söyledi?”

“Arnoux!”

Madam Arnoux hafif bir “ah” etti; sonra, önce ciddi olarak korktuğunu, şimdi bir şeyi kalmadığını söyledi.

Ocağın yanındaki kumaş kaplı koltuğa oturmuştu. Frédéric’se kanepedeydi, şapkasını dizleri arasında tutuyordu. Konuşmada güçlük çekiliyordu. Madam Arnoux her dakika Frédéric’i yalnız bırakıyor, o da duygularını anlatmak için bir bağlantı bulamıyordu. Ama güya birtakım davalarla uğraşmaktan yanıp yakılınca Madam Arnoux, hemen düşüncelere dalan başını önüne eğip “Evet, anlıyorum… İşler…” diye karşılık verdi.

Frédéric bu düşüncelerin neler olduğunu öğrenmeye can atıyordu, hatta bundan başka bir şey düşünmüyordu. Alaca karanlık ikisini de karanlıklara boğmuştu.

Madam Arnoux kalktı, sokağa çıkacakmış. Başında kadife bir şapka, arkasında siyah, kenarı pöti-gri işlemeli bir pelerinle tekrar göründü. Frédéric kendisine yoldaşlık etmek teklifinde bulunmaya cesaret etti.

Göz gözü görmüyordu; hava soğuktu; evlerin yüzlerini kaplamış olan kalın bir sis havada pis pis kokuyordu. Frédéric bu havayı büyük bir zevkle içine çekiyordu; çünkü elbisesinin kumaşı altında kolunun şeklini duyuyor, iki düğmeli güderi eldiven içindeki eli yenine değiyordu. Kaldırımlar kaygan olduğundan, yürürken biraz sendeliyorlardı. Frédéric’e bir bulut içinde ikisi birlikte rüzgârda sallanıyorlarmış gibi geliyordu.

Bulvarın bol ışıklarıyla kendine geldi. Tam fırsattı, kaybedecek vakit yoktu. Richelieu Caddesi’ne kadar ilanıaşk edecek gibi oldu. Ama tam bu sırada, Madam Arnoux bir porselen mağazasının önünde birden durdu.

“Geldik, teşekkür ederim!” dedi. “Her zamanki gibi perşembeye yine geleceksiniz, değil mi?”

Ziyafetler başladı, Madam Arnoux’yu sık sık gördükçe de dermansızlığı artıyordu.

Bu kadını seyretmek, çok ağır bir koku koklamış gibi kendisini yoruyordu. Bu onun kalbinin derinlerine inmiş, âdeta bir genel duyuş tarzı, yeni bir varoluş şekli hâline gelmişti.

Sokak fenerlerinin altında rastladığı orospular, ince nağmeleri şakıyan şarkıcı kadınlar, at üstünde dörtnala giden kadınlar, yaya yürüyen burjuva kadınları, pencerelere çıkmış yosma işçi kızları, bu kadınların hepsi ya birtakım benzerliklerle ya da göze batan tezatlarla kendisine hep onu hatırlatırdı. Dükkânların önlerinde durup kaşmir kumaşlardan dantelalara, küpe taşlarına, bunları onun beline dolanmış, korsajına dikilmiş, kara saçlarında parıldar hayal ederek bakardı. Çiçek satıcılarının çiçekleri o gelsin, birkaçını beğenip alsın diye serilip serpilmiştir; kunduracıların camekânındaki kuğu tüyü nakışlı satenden küçük terlikler, giysin diye onun ayaklarını bekler gibiydi. Bütün sokaklar evine çıkardı; arabalar onu alıp çabucak evine götürmek için meydanlarda dururlardı; Paris kişiliği ile ilgiliydi ve büyük şehir bütün sesleriyle, bir orkestra gibi, onun etrafında uğuldardı.

Bitkiler Bahçesi’ne gittiğinde, bir palmiyeyi görünce Frédéric, uzak memleketlere doğru sürüklenirdi. Hecin develerinin sırtında, fillerin hamailinde, bir yatın kabinesinde adalar arasında veya otlar arasındaki sütunlara ayağı çarpıp sendeleyen çıngıraklı katırların sırtında ikisi birlikte yolculuk ederlerdi. Bazen, Louvre’da eski tabloların önünde durur, aşkı onu kucaklayıp kaybolmuş yüzyıllara götürür, resimlerdeki kişilerin yerine kordu. Madam Arnoux başında tüllü külahı, kurşundan bir camlı bölmenin önünde diz üstü dua ederdi. Bir Kastilya veya Flandra derebeyinin karısı olur, iyi kolalanmış, kırmalı yakalı ve kasnaklı bol elbisesiyle oturup dururdu. Sonra sırmalı ipek elbiseler içinde, deve kuşu tüyünden bir sayvan altında, senatörler arasında renkli mermerden büyük merdivenleri inerdi. Başka zamanlar da onu bir haremin yastıkları içinde, sarı ipekten pantolon giymiş hayal ederdi; her güzel olan şey, yıldızların parlaması, bazı müzik havaları, bir cümlenin şekli, bir şeklin çizgisi farkında olmadan birden aklına bu kadını getirirdi.

Onu kendine metres yapmaya kalkışmanınsa boşuna uğraşmak olacağını gayet iyi biliyordu.

Bir akşam çıkıp gelen Dittmer onu alnından öpmüştü, Lovarias da “Bir dostluk imtiyazı olarak, müsaade edersiniz, değil mi?” deyip alnından öptü.

Frédéric “Hepimiz de dostuyuz gibi geliyor bana?” diye kekeledi.

“Hepsi eski dost değil!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.

Kendisini dolaylı olarak önceden terslemekti bu.

Zaten elinden ne gelirdi? Sevdiğini mi söylesin? Bunu söyledi mi ya her hâlde başından savacak ya kızıp evinden kovacaktı! Bütün acılara katlanmaya seve seve razıydı, elverir ki onun yüzünü görmekten yoksun olmasın.

Piyanistlerin kabiliyetine, askerlerin yüzlerindeki yaralara imreniyordu. “belki benimle ilgilenir” diye, ağır bir hastalığa tutulmayı yürekten istiyordu.

Arnoux’yu kıskanmayışına şaşardı; Madam Arnoux’yu kendisine pek yaraşan iffetinden başka bir giysi altında düşünemez, cinsiyeti de esrarlı bir karanlık içinde kaybolurdu.

Yine de öyleyken, onunla beraber yaşamak, senli benli konuşmak, başını saran kurdeleyi uzun uzun okşamak veya yere diz çöküp kollarını beline dolamak, gözlerinde ruhunu içmek mutluluğunu düşünürdü!

Bu mutluluğa ermek için kaderini yenmesi gerekirdi; oysa elinden hiçbir şey gelmediği için Tanrı’ya lanetler yağdırır, kendini korkak diye suçlandırır, hücresi içinde dört dönen mahpus gibi, arzuları içinde döner dururdu. Hiç eksilmeyen bir ızdırapla boğulurdu. Saatlerce hareketsiz durur veya iki gözü iki çeşme ağlardı. Kendini tutmak kuvvetini bulamadığı bir gün Deslauriers ona, “Söyle Allah aşkına, senin neyin var?” dedi.

Frédéric’in sinirleri bozulmuşmuş. Deslauriers onun bu lafına inanmadı. Böyle bir ızdırap karşısında şefkat duyguları uyandı, dostunu avuttu, kuvvet verdi. Onun gibi bir adamın kendini kapıp koyuvermesi, görülmedik bir budalalıktı! Gençliğin kıymetini bil, sonra aklın başına gelir, ama geçmiş ola.

“Keyfimi kaçırıyorsun Frédéric! Ben karşımda hep o eski delikanlıyı görmek istiyorum! Ne hoşuma giderdi! Haydi, hayvan, bir pipo iç! Biraz kendine gel, beni üzüyorsun!”

“Doğru.” dedi Frédéric. “Ben çılgının biriyim!”

Kâtip devam etti:

“Ah! Eski âşık, seni kederlendiren şeyin ne olduğunu ben biliyorum! Şu kalpçik, değil mi? Haydi itiraf et! Aman, o da mı dert! Kadının biri giderse dördü gelir! Erdemli kadınları, başka kadınlarla düşüp kalkarak unutursun. Seni kadınlarla tanıştırayım, ister misin? Alhambra’ya bir gidivermek yeter.”

Yakın zamanlarda Champs-Elysees’nin üst başında açılıp bu türlü kurumlar için yersiz sayılacak bir lüks yüzünden, daha ikinci mevsimde iflas eden, herkesin dans edip eğlendiği bir yerdi burası.

“İyi eğlenilen bir yer galiba. Haydi gidelim! İstersen dostlarını da al; hatta Regimbart’ın gelmesine bile razıyım!”

Frédéric Vatandaş’ı çağırmadı. Deslauriers’nin Senecal’i yoktu. Yalnız Hussonnet ile Cisy’yi, bir de Dussardier’yi götürdüler. Bindikleri araba beşini de Alhambra’nın önünde indirdi.

Sağda solda birbirine muvazi İspanya-Arap mimarisinde iki galeri uzanıyordu. Karşıda, dipte bir evin duvarı vardı. Dördüncü duvarı (lokantanın duvarı) ise renkli camdan pencereleri olan Gotik tarzındaki bir manastır duvarını andırıyordu. Çin işi bir çatı, çalgıcıların çaldıkları kerevetin üstünü örtmüştü; yer asfalttı, direklere asılmış kâğıt fenerler dans edenlerin üstüne uzaktan renkli bir ışık saçıyordu. Ötede beride görülen bir heykel kaidesi üstündeki taş yalaktan ince bir su fışkırıyordu. Ağaç yaprakları arasında boyası yapış yapış, alçıdan Hebe ya da Cupidon heykelleri görülüyordu. Sarı kum döşenip iyice düzletilmiş birçok ağaçlıklı yollar bahçeyi olduğundan daha büyük gösteriyordu.

Birkaç üniversite öğrencisi metreslerini gezdiriyor, tuhafiye mağazası tezgâhtarları parmakları arasındaki bastonla çalım satıyorlardı; kolej öğrencileri regalia sigaraları içiyor, birtakım ihtiyar bekârlarsa boyalı sakallarını tarakla sıvazlıyorlardı. İngilizler, Ruslar, Güney Amerikalılar, fesli üç Doğulu vardı. Aşüfte kadınlar, yosma işçi kızları, orospular, bir koruyucu, bir âşık bulmak, birkaç altın koparmak sevdasıyla veya sırf dans etmek hevesiyle buraya gelmişlerdi. Altında su yeşili, mavi, çilek kurusu veya mor kombinezon bulunan elbiseleri, abanoz ağaçlarının ve leylakların arasından geçiyor, sallanıyordu. Hemen bütün erkeklerin ceketleri kareli kumaştandı, akşam serin olduğu hâlde birkaçının pantolonu beyazdı. Hava gazı fenerleri yakılmıştı.

Moda gazeteleriyle ve küçük tiyatrolarla münasebeti olan Hussonnet, kadınların çoğunu tanıyordu. Bunlara parmaklarının ucu ile öpücükler gönderiyor, konuşmak için ara sıra arkadaşlarından ayrılıyordu.

Deslauriers bu hâlleri kıskandı. Devetüyü renginde pamuklu elbise giymiş, iri yarı, sarışın bir kadının yanına arsız arsız sokuldu. Kadın onu asık suratla süzdükten sonra, “Yok, aslanım! Seni gözüm kesmedi!” dedi, arkasını döndü.

Sonra şişman bir esmere yanaştı; kadın herhâlde delinin biri olacak ki Deslauriers’nin ağzından laf çıkar çıkmaz, sıçradı, “Söz söylemeye devam edersen, belediye çavuşlarını çağırırım!” diye korkuttu. Kâtip gülmeye çalıştı. Sonra bir hava gazı fenerinin altında tek başına oturmuş ufak tefek bir kadın görerek gidip dansa kaldırdı.

Kerevetin üstüne maymun gibi tüneyen çalgıcılar, çalgılarını kuvvetli kuvvetli cızırdatıyor, üfürüyorlardı. Ayakta olan orkestra şefi, kurulu bir makine gibi tempo tutuyordu. Salonda herkes üst üste idi, eğleniyordu. Şapkaların çözülmüş kordonları kravatlara sürtünüyor, kunduralar eteklerin altına dalıyordu. Hepsi ahenkle sıçrıyordu. Deslauriers ufak tefek kadını kucağında sıkıyor, kendini dansın coşkunluğuna kaptırmış, dans edenlerin ortasında kocaman bir kukla gibi tepiniyordu. Cisy ile Dussardier gezintilerine devam ediyorlardı; genç aristokrat orospulara yan gözle bakıyor, tezgâhtarın teşviklerine rağmen bu türlü kadınların evlerinde hep “elindeki tabanca ile dolaba saklanmış, her an dışarı çıkıp size bir senet imzalattıracak bir erkek bulunduğunu” düşünerek bunlarla konuşmaya bir türlü cesaret edemiyordu.

Frédéric’in yanına döndüler. Deslauriers artık dans etmiyordu, hepsi de bu geceyi nasıl sona erdireceklerini birbirlerine sordukları bir sırada Hussonnet, “Bakın, bakın! Markiz d’Amaegui!” diye bağırdı.

Çekik burunlu, solgun yüzlü bir kadındı bu. Dirseklerine kadar parmaksız, uzun eldivenler giymiş; yanakları üstünde iki köpek kulağı gibi sarkan kocaman, kara küpeler takmıştı. Hussonnet ona, “Senin evde küçük bir eğlence, Doğu işi bir cümbüş tertip etsek!” dedi. “Bu Fransız şövalyeleri için kadın dostlarından birkaçını da çağırsan! Ne o, sıkıntılı bir hâlin var? Beyzadeni mi bekliyorsun yoksa?”

Endülüslü kadın başını önüne eğmişti; dostunun pek lüks olmayan alışkanlıklarını bildiği için kendini soğuk içkilerden etmek istemiyor, korkuyordu. Nihayet para lafını edince Cisy kesesindeki beş Napolyon lirasının hepsini teklif etti, iş kararlaştı. Ama Frédéric bunda yoktu.

Arnoux’nun sesi kulağına çalınır gibi olmuştu. Bir kadın şapkası gözüne ilişmiş, çabucak yandaki ağaç kümesinin içine dalıvermişti.

Matmazel Vatnaz, Arnoux ile beraberdi.

“Affedersiniz! Sizi rahatsız etmiyorum ya?”

“Katiyen!” diye tacir karşılık verdi.

Konuşmalarındaki son sözlerden, Frédéric, tacirin Matmazel Vatnaz’la acele bir iş konuşmak için Alhambra’ya koşup geldiğini anlamıştı. Arnoux’nun herhâlde içi iyice rahatlamamış olacak ki, “Gayet emin misiniz?” diye sormuştu.

“Gayet eminim! Sizi seviyorlar! Aman, ne adam!” demişti kadın.

Matmazel Vatnaz, kıpkırmızı olduğu için kanlı denecek kadar kalın olan dudaklarını büzüp öne doğru uzatmıştı. Ama zekâ, aşk, şehvet taşan, bebeklerinde altın benekler bulunan, vahşi, hayran olunacak gözleri vardı. Bu gözler zayıf, biraz da sarı olan yüzünü birer lamba gibi aydınlatıyordu. Arnoux onun acı sözler söyleyerek reddetmesinden hoşlanıyor gibiydi. Matmazel Vatnaz’a doğru eğilip “Pek naziksiniz, beni öpün!” dedi.

O da kulaklarını tutup alnından öptü.

Bu sırada dans durdu. Orkestra şefinin yerinde çok semiz, yüzü mum gibi beyaz, yakışıklı bir delikanlı göründü. Kara, uzun saçlarına İsa’nın saçlarının biçimini vermişti; sırmadan hurma dallı, gök mavisi kadife bir yelek vardı sırtında; tavus gibi kabaran, hindi gibi budala bir hâli vardı. Dinleyenleri selamlayıp şarkıya başladı. Başkente yaptığı yolculuğu kendi ağzından anlatan bir köylüydü bu. Şarkıcı Aşağı Norman ağzı ile konuşuyor, sarhoş adam taklidi yapıyordu.

“Ah! Bi güldüm, bi güldüm ki / O hergele Paris’inde!” nakaratı gelince herkes coşup tepinmeye başlamıştı. “Şarkıyı manalı söyleyen” Delmas bu coşkunluğun arasını soğutmayacak kadar kurnazdı. Hemen eline bir gitara tutuşturdular. Arnavut Kızının Erkek Kardeşi adlı bir romans yırladı.

Şarkının sözleri Frédéric’e geminin davlumbazları arasındaki üstü başı partal adamın söylediği şarkının sözlerini hatırlattı. Gözleri, kendi de farkında olmadan, önünde yayılmış olan elbisenin eteğine takılmıştı. Şarkının her parçasından sonra uzun bir duruş vardı, dallarda esen rüzgârın sesi de dalgaların gürültüsünü andırıyordu.

Orkestra yerini görmesini engelleyen kurtbağrı ağacının dallarını eliyle yana çeken Matmazel Vatnaz burun delikleri daha açılmış, kirpikleri aralanmış, derin bir haz duyarak kendisinden geçmiş bir hâlde gözlerini dikmiş, şarkıcıyı seyrediyordu.

“Çok güzel!” dedi Arnoux. “Bu akşam niçin Alhambra’ya geldiğinizi şimdi anlıyorum! Delmas’dan hoşlanıyorsunuz, sevgilim!”

Kadın hiçbir şey söylemek istemedi.

“Aman! Bu ne iffet!”

Sonra, Frédéric’i göstererek “Yoksa o var diye mi? Haksızlık etmeyin. Dünyanın en ağzı sıkı delikanlısıdır o!” dedi.

Dostlarını arayan ötekiler yeşillikli salona girdiler. Hussonnet bunları tanıttı. Arnoux herkese yaprak sigarası dağıttı, şerbet ikram etti.

Dussardier’yi görünce Matmazel Vatnaz’ın yüzü kızarmıştı. Hemen kalktı, elini ona uzatarak, “Beni hatırlamıyor musunuz, Bay Auguste?” dedi.

Frédéric “Matmazeli nereden tanıyorsunuz?” diye sordu.

“Aynı mağazada çalışmıştık.” diye Dussardier karşılık verdi.

Cisy, Dussardier’nin yeninden çekiyordu, çıktılar; Dussardier daha gözden kaybolmadan Matmazel Vatnaz onun karakterini övmeye başladı. Hatta bu delikanlıda kalbin dehası var, diye ekledi.

Sonra, taklitleriyle tiyatroda başarı kazanabilecek olan Delmas üstünde konuşuldu. Ardından bir tartışma başladı: Shakespeare, sansür, üslup, halk, Porte-Saint-Martin Tiyatrosu’nun hasılatı, Alexandre Dumas, Victor Hugo ve Dumersan araya karıştı. Arnoux birçok ünlü kadın aktörleri tanırdı; delikanlılar dinlemek için sokulmuşlardı. Ama müziğin patırtısı sözlerini bastırıyordu. Kadril veya polka biter bitmez herkes masalara üşüşüyordu; garsonu çağırıyorlar, gülüyorlardı; ağaç yaprakları arasında bira şişeleri, gazoz şişeleri patlatarak açılıyor, kadınlar tavuk gibi gıdaklıyor, bazen iki bayın dövüşmek istediği oluyordu; bir hırsız yakalandı.

Dans edenler koşuşarak ağaçlıklı yollara doldular. Yüzleri kıpkırmızı, gülerek, soluk soluğa, kadın elbiselerini ceketlerin etekleriyle birlikte havaya kaldıran bir kasırga içinde geçip gidiyorlardı. Trombonlar daha kuvvetli böğürüyor, tempo hızlanıyordu. Orta Çağ manastırının arkasından çatırtı sesleri geldi, hava fişeği patırtıları baş gösterdi. Güneşler dönmeye başladı; zümrüt yeşili maytapların ışığı bir dakika bütün bahçeyi aydınlattı, son hava fişeğinin atılışında çoğu kimse derin bir ah çekti.