“Robert, şimdi söyleyeceğim şeyin ne yeri ne de zamanı fakat bir dakika bile sürmez. Kışladayken size sormayı unuttum; masanın üzerindeki fotoğraf Mme. de Guermantes’ın fotoğrafı değil mi?”
“Evet, sevgili yengemin fotoğrafı.”
“Tabii ya, ne kadar da aptalım; daha önce bana onun olduğunu söylemiştiniz; yengeniz olduğunu tamamen aklımdan çıkarmışım. Demem o ki, ah! Arkadaşlarınız sabırsızlanıyordur, çabuk olmalıyız bize bakıyorlar; ya da başka bir zaman konuşalım o kadar önemli bir şey değil.”
“Sorun değil, konuşmaya devam edin, onlar bekleyebilirler.”
“Hayır, hayır olmaz; onlara karşı kibar olmak istiyorum; çok iyi insanlar; zaten çok da önemli bir konu değil, gerçekten.”
“Kıymetli Oriane’ınımızla tanışmış mıydınız?”
‘Kıymetli Oriane’ demesi, Saint-Loup’nun Mme. de Guermantes’ı sadece güzel bulmadığı anlamına geliyordu. Bu örnekte, ‘kıymetli’, ‘mükemmel’, ‘iyi’ tarzındaki sıfatlar ‘Oriane’ınımız’ı tamamlayan bir ifadedir; bunlar, her iki tarafın da tanıdığı ama pek de samimi olmadığı bir kişi hakkında ne diyeceğini bilemediğinde kullanılan kelimeler. ‘Kıymetli’ sıfatı bir çeşit geçiş görevi görür ve bir sonraki cümleye geçerken zaman kazandırır: “Onunla çok sık görüşüyor musun?” ya da “Onu aylardır görmedim.” ya da “Onunla salı günü buluşacağız.” ya da “Biraz yaşlandı sanki.”
“Sizde onun bir fotoğrafının olması ne kadar komiğime gitti bilemezsiniz, çünkü şu anda, Paris’te, onun evinde oturuyoruz; onunla ilgili o kadar şaşırtıcı şeyler öğrendim ki (söylemekten utanacağım türden şeyler) onunla bu kadar ilgilenme sebebim de bu; tabii ki yalnızca edebî bir bakış açısından, -nasıl söylesem- Balzac’ın bakış açısından; gerçi siz o kadar zeki bir insansınız ki ne demek istediğimi çoktan anlamışsınızdır; detaylıca açıklama yapmama gerek yok; neyse artık geri dönsek iyi olur; kim bilir arkadaşlarınız benimle ilgili ne kadar kötü düşüncelere kapılmışlardır?”
“Hiçbir şey düşünmemişlerdir, merak etmeyin; onlara sizin ne kadar olağanüstü bir insan olduğunuzu anlattım bu yüzden onlar sizden daha çok çekiniyorlardır emin olun.”
“Çok naziksiniz. Size ne soracağım: Mme. de Guermantes sizinle arkadaş olduğumu bilmiyor, değil mi?”
“Hiçbir fikrim yok; yazdan beri kendisiyle görüşme fırsatı bulamadım, kasabaya döndüğünden beri de hiç iznim olmadı.”
“Demek istediğim şey şu: Benim çok aptal bir insan olduğumu düşünüyormuş, öyle dediler.”
“Sanmıyorum; sonuçta Oriane da bir dâhi değil fakat aptal da sayılmaz tabii.”
“Çok iyi bilirsiniz, genellikle benimle ilgili güzel şeylerin dile getirilmesini istemem, kibirli biri değilimdir. Bu yüzden buradaki arkadaşlarınıza benim hakkımda güzel şeyler söylemenize üzüldüm (birazdan yanlarına döneceğiz). Fakat Mme. de Guermantes farklı; ona benim hakkımdaki düşüncelerinizi -hatta biraz abartarak- anlatırsanız, bana çok büyük bir iyilik yapmış olursunuz.”
“Yapmamı istediğiniz tek şey buysa elbette yaparım; hiç de zor değil; ancak sizin hakkınızda ne düşündüğünün sizin için ne önemi var ki? Onun düşünceleri sizi bu kadar etkilememeli; her neyse, tüm istediğiniz buysa, herkesin önünde ya da baş başa kaldığımızda da konuşabiliriz; böyle ayakta konuşmaya devam ederek yorulmanızdan endişeleniyorum, bunları konuşacak çok fazla vaktimiz var, kendimizi rahatsız bir konuma sokmayalım.”
Bana Robert’le konuşma cesaretini veren işte tam da bu rahatsızlıktı; diğerlerinin varlığı sözlerimi kısa ve tutarsız bir şekilde söylemem için bahaneydi; arkadaşıma Düşes ile olan akrabalığını unuttuğumu söylerken, yalanımı örtbas etmem daha kolaydı; üstelik onun cevaplayamayacağım rahatsız edici sorular sormasına -Mme. de Guermantes’ın benim Saint-Loup’yla arkadaş olduğumu, zeki olduğumu ve daha fazlasını bilmesini isteme sebebime- zaman kalmıyordu.
“Robert, sizin gibi zeki bir adamın, arkadaşının hoşuna gidecek şeyleri tartışmak yerine, isteğini yerine getirmesi gerektiğini anlamakta güçlük çekmenize hayret ediyorum. Örneğin, siz benden bir şey isteyecek olsanız, ki benden bir şey istemenizi gerçekten çok arzularım, ne olduğuna bakmaksızın hiçbir açıklama beklemeden yerine getireceğimden emin olabilirsiniz. Şu anda istediğimden daha büyük bir şey isteyeceğim; Mme. de Guermantes’la tanışmak gibi bir arzum yoktu fakat sırf sizi sınamak için, Mme. de Guermantes’la bir yemek ayarlamanızı isteseydim; bu isteğimi kesin gerçekleştirmezdiniz.”
“Gerçekleştirirdim, hatta gerçekleştireceğim.”
“Ne zaman?”
“Bir sonraki Paris’e gelişimde, ki bu da sanırım üç hafta sonra oluyor.”
“Göreceğiz, zaten o da beni görmek istemeyecektir. Size ne kadar minnettar olduğumu anlatamam.”
“Rica ederim. Lafı mı olur!”
“Böyle söyleme; bu çok önemliydi çünkü artık ne kadar iyi bir dost olduğunuzu görebiliyorum; sizden yapmanızı istediğim şey önemli olsun ya da olmasın, nahoş olsun ya da olmasın, gerçekten istekli olsam ya da sırf sizi denemek için istesem de fark etmez; yapacağınızı söylüyorsunuz ve kalbinizin, aklınızın zarafetini gözler önüne seriyorsunuz. Ahmak bir dost olsa tartışma çıkarırdı.”
Tam olarak yaptığı şey buydu; ama belki de izzetinefsini göklere çıkarmak istiyordum; belki de bunu samimiyetten yapıyordum; benim gözümde liyakatin yegâne mihenk taşı, bir arkadaşın önem verdiğim tek şey konusunda yani aşkım konusunda benim için ne kadar yararlı olabileceğidir. Ardından, belki kurnazlıktan, belki de minnettarlık, beklenti ve Mme. de Guermantes’ın çehresinin kopyası olan yeğeni Robert’ten kaynaklanan gerçek sevgi artışıyla sözlerime şöyle devam ettim: “Fakat artık diğerlerini daha fazla bekletmememiz gerekiyor, oysa size sormak istediğim iki şeyden yalnızca birini, önemsiz olanı sorabildim; diğeri benim için daha önemli ancak izin vermezsiniz diye çok korkuyorum. Birbirimize sen diye hitap etmenin sizin için mahzuru var mı?”
“Mahzur mu? Sevgili dostum! Mutluluktan! Mutluluktan ağlayacağım! Hayallere bile sığmayacak bir mutluluk!”
“Çok teşekkür ederim size, yani sana. Önce siz başlayın! Bu benim için öylesine büyük bir mutluluk ki Mme. de Guermantes konusunda hiçbir şey yapmasanız bile olur, bana sen demeniz bile benim için yeterli.”
“İkisini de yapacağım.”
“Robert! Bir bakar mısın.” dedim yemek yerken. “Sürekli konuşmamızın kesilmesi ne kadar da saçma, nedenini bir türlü anlayamıyorum; sana sözünü ettiğim hanımı hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Kimi kastettiğimi anladın mı?”
“Hadi ama! Beni ne sanıyorsun, köyün delisi mi?
“Bana onun fotoğrafını vermek istemezsin herhâlde?”
Aslında sadece ödünç vermesini istemiştim. Fakat tam kelimeler dudaklarımdan dökülürken bir utangaçlık duygusu hissettim, isteğimi patavatsız buldum ve kafa karışıklığımı gizlemek adına sanki çok doğal bir şeymiş gibi dobra dobra ifade ettim.
“Olmaz, önce kendisinden izin almam gerekir.” diye cevapladı.
Konuşurken kızardı. Zihninde bir çekince olduğunu, bana itimat etmediğini, bazı ahlaki kısıtlamalar çerçevesinde bana yardım edebileceğini görebiliyordum, bu yüzden ondan nefret ettim.
Bununla birlikte, Saint-Loup’nun yalnız kalmadığımızda, arkadaşları da yanımızdayken bana ne kadar farklı davrandığını görmek beni incitti. Kasıtlı olarak böyle yaptığını düşünseydim artan nezaketi beni soğuturdu; fakat bunu yalnız kaldığımız zaman söylemeyip, genellikle benim olmadığım zamanlarda söylediği şeylerden dolayı, istemsizce yaptığını hissediyordum. Özel sohbetlerimizde şüphesiz benimle konuşmaktan mutlu olduğunu zannediyordum ama bu mutluluğunu neredeyse hiçbir zaman dile getirmezdi. Çoğunlukla, benim hakkımdaki düşüncelerini belirtirken, göz ucuyla kenardan arkadaşlarına bakardı, önceden sözünü ettiğine karşılık gelen bir etki yaratıp yaratmadığını görmek isterdi. Kızını sosyeteyle ilk kez tanıştıran bir annenin, kızının davranışlarını ve gelen tepkileri izlercesine yapıyordu bunu. İkimiz baş başayken söylediğim bir şeye yalnızca gülümseyecekken, diğerlerinin konuyu iyice anlamamış olacağının korkusuyla “Ne demek bu?” diyerek söylediklerimi tekrar ettiriyor, dikkat çekiyor, ardından hemen arkadaşlarına dönüp içten bir kahkaha atarak gözlerinin içine bakınca onların da gülmesine sebep oluyor, onlara sık sık ifade ettiği, benim hakkımdaki düşünceleri ilk bana da gösteriyordu. Bu durum üzerine, adını gazetede okuyan ya da kendisini aynada gören bir insan gibi kendimi birdenbire dışarıdan görmüştüm.
Bu akşamlardan birinde, Mme. Blandais’yle ilgili eğlenceli bir hikâye anlatma isteği doğdu ancak hemen peşine kendimi durdurdum, Saint-Loup’nun bunu çoktan bildiğini, geldiğim gün bu hikâyeyi anlatmak istediğimde: “Bunu zaten Balbec’te anlatmıştın.” dediğini hatırlamıştım çünkü. O yüzden, Saint-Loup’nun hikâyeyi bilmediğini, devam etmem için bana yalvardığını, çok eğlenceli bir hikâye olduğunu tahmin ettiğini söylediğinde çok şaşırdım. “Şu anda aklına gelmiyor ama anlatmaya başlayınca hatırlayacaksın.” dedim ona. “Hayır, gerçekten hatırlamıyorum; yanıldığına, bana daha önce hiç anlatmadığına yemin edebilirim. Hadi anlat.” dedi. Bunun üzerine ben anlatırken hikâye boyunca heyecanlı ve mest olmuş bakışlarını bir bana bir arkadaşlarına çevirip duruyordu. Ancak hikâyeyi bitirdiğimde, herkes kahkaha atarken şunu fark ettim ki bu hikâyenin arkadaşlarına benim nüktedanlığım hakkında iyi bir izlenim bırakacağını düşündüğünden bilmiyormuş numarası yapmıştı. Dostluk budur işte.
Üçüncü akşam, daha önce hiç konuşma fırsatı bulamadığım bir arkadaşı benimle uzun uzun sohbet etti; Saint-Loup’ya ne kadar eğlendiğini söylemesine kulak misafiri oldum. Gerçekten de neredeyse bütün akşam boyunca o kadar hararetli sohbet ettik ki önümüzdeki masanın üzerinde duran Sauternes şarabıyla dolu kadehlerimizden tek bir yudum bile almamıştık; insanlar arasındaki, herhangi bir fiziksel çekime dayanmayan, tamamen esrarengiz türden olan sezgisel samimiyetin ihtişamlı perdeleri bizimle etrafımızdaki insanların arasına çekiliyor, bizi onlardan soyutluyordu. Balbec’te, Saint-Loup’nun bana karşı hissettikleri de böylesine esrarengiz gelmişti bana; bu hissiyat sohbetlerimizin ilginçliğiyle karıştırılmamalı, herhangi bir maddi çağrışımdan arınmış, görünmez, soyut bir hissiyattı, yine de alevlendirici bir gaz misali bu duyguların varlığından haberdar olan Saint-Loup buna bir gülümsemeyle atıfta bulunacak kadar bilinçliydi. Hâl böyleyken, burada, tek bir akşamda, bu küçük odanın sıcaklığında birkaç dakika içinde tomurcuklanıp açılan bir çiçek misali doğan bu samimiyet muhtemelen daha şaşırtıcıydı. Robert Balbec hakkında konuşurken, Mlle. d’Ambresac’la evlenmeye gerçekten karar verip vermediğini sormaktan kendimi alıkoyamadım. Böyle bir kararın olmadığını aynı zamanda böyle bir birlikteliği hiçbir zaman düşünmediğini, onu bu zamana kadar hiç görmediğini hatta kim olduğunu bile bilmediğini söyledi. O anda, bu havadisi bana ileten sosyete dedikoducularından birini görseydim, muhakkak Mlle. d’Ambresac’ın Saint-Loup’dan başka biriyle, Saint-Loup’nun da Mlle. d’Ambresac’tan başka biriyle nişanlandığını söylerlerdi. Hâlâ çok yeni ve aslında tam tersi olan bu dedikodularını onlara hatırlatsaydım, çok şaşırırlardı. Bu küçük oyunun devam edebilmesi ve yalan haberlerin çoğalarak sırasıyla her isme mümkün olan en yüksek sayıda katlanarak ulaşması için tabiat, oyuncuları saftirik oldukları kadar zayıf bir hafızayla donatmıştır.
Saint-Loup’nun, kendisiyle çok iyi anlaştığı, bana da sözünü ettiği bir başka arkadaşı da o sırada aramızdaydı; çünkü etrafta ikisinden başka Dreyfus meselesinin30 yeniden yargılanmasını destekleyen kimse yoktu.
Tıpkı Schola Cantorum’da eğitim gören Saint-Loup’nun arkadaşının kardeşi, babasının, annesinin, kuzenlerinin, kulüpten arkadaşlarının bütün müzik eserleri hakkındaki düşüncelerine katılmak yerine, tam olarak Schola’da eğitim gören diğer öğrenciler gibi düşünüyorsa, (Bloch’a ondan söz ettiğimde, onunla ilgili fikri edindi çünkü kendisiyle aynı partiye mensup olduğunu duyunca duygulandı, yine de aristokrat bir ailede dünyaya gelmesi, dinî ve askerî bir insan olarak yetiştirildiğinden uzak bir ülkenin yerlisiyle aynı romantik çekiciliğe sahip olduğunu hayal ederdi.) bu soylu astsubay da genel olarak bütün Dreyfus sempatizanlarının, bilhassa Bloch’unkilere benzer bir ‘zihniyete’ sahipti, bu zihniyetin üzerinde, ailesinin geleneklerinden ve kariyerinin çıkarlarından en ufak bir etki yoktu. Benzer şekilde Saint-Loup’nun kuzenlerinden biri de Victor Hugo’nun ya da Alfred de Vigny’ninki kadar güzel şiirler yazdığı söylenilen, doğulu genç bir prensesle evlenmişti ve buna rağmen, böyle insanın doğal olarak farklı düşüncelere, Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir saraya hapsolmuş doğulu bir prensesin düşüncelerine sahip olması bekleniyordu. Onunla tanışma ayrıcalığına nail olan yazarlar, hayal kırıklığını daha doğrusu konuşmasını dinlemenin verdiği mutluluğu tadıyorlardı; konuşması Şehrazad’ın değil, Alfred de Vigny ya da Victor Hugo’nun tarzında bir dâhi olduğu izlenimini uyandırıyordu.
“O mu? Ah, o Saint-Loup gibi değildir, tam bir şeytandır.” dedi yeni arkadaşım; “Bu konuda bile dürüst olduğunu düşünmüyorum. İlk başta: ‘Biraz bekleyelim, tanıdığım çok iyi kalpli, dürüst, zeki bir adam var orada: General Boisdeffre; onun verdiği kararları sorgusuz sualsiz kabul edebilirsiniz.’ derdi. Ancak Boisdeffre’in Dreyfus’ü suçlu ilan ettiğini duyar duymaz, ondaki tüm saygınlığını yitirdi; kilise yanlısı oluşu, kurmayların yanında oluşu bütün önemini yitirmişti. Dine bağlılık konusundaysa (ya da en azından Dreyfus olayından önce) dünyadaki hiç kimse onun eline su dökemezdi. Daha sonra, artık gerçeklerin açığa çıkacağını, davanın Saussier’nin ellerinde olduğunu, cumhuriyetçi bir asker olan Saussier’nin (bu arkadaşımız son derece monarşi yanlısı bir aileden geliyor) çelik gibi sinirleri, sarsılmaz bir vicdanı olduğunu söylemeye başladı. Ancak Saussier, Esterhazy’nin masum olduğunu söylediğinde, kararın açıklanması için yeni nedenler buldu, bu nedenler Dreyfus’ün değil, General Saussier’nin aleyhineydi. Saussier’yi kör eden militarist ruhuydu (şunu da açıklamam gerek, bu arkadaşımız militarist olduğu kadar kilise yanlısıdır, yani en azından öyleydi; onunla ilgili artık ne düşüneceğimi bilmiyorum). Onun bu düşüncelere körü körüne bağlı olmasından ötürü ailesi çok üzgün.”
“Sence de.” diye söze girdim, kendimi konuşmadan soyutlamamak aynı zamanda Saint-Loup’yu da katmak için bir yarım ona diğer yarım arkadaşına dönük bir şekilde; “Çevreye atfettiğimiz etki özellikle entelektüel çevre için uygun değil mi? İnsan düşündüğünden ibarettir. Düşünce sayısı insan sayısından çok daha az olduğu için aynı düşünceye sahip insanlar benzerdir. Bir düşüncede maddi bir taraf olmadığından, düşüncesi olan kişinin etrafında sırf maddiyat için toplanan insanlar sahip olunan düşünceyi hiçbir şekilde değiştiremezler.”
Bu sırada Saint-Loup araya girdi; çünkü orada bulunan bir diğer genç delikanlı gülümseyerek beni gösterdi ve: “Duroc! Tepeden tırnağa Duroc.” diye haykırdı. Bunun ne anlama geldiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu; fakat utangaç gencin yüzündeki ifadenin samimiyetten de öte olduğunu hissedebiliyordum. Ben konuşurken, grubun beni tasdik etmesi Saint-Loup’yu rahatsız ediyordu; mutlak sessizlik istiyordu. Seyircilerden biri ses çıkarttığında batonunu kürsüye tıklatan orkestra şefi misali, rahatsızlık veren kişiyi payladı: “Gibergue, bir insan konuşurken sessiz olmalısın. Söyleyeceğin her ne ise bekleyebilir.” Ardından bana dönerek: “Lütfen devam et.”
Rahat bir nefes aldım; çünkü en baştan başlatacağından çok korkmuştum.
“Ve bir düşünce.” diyerek devam ettim. “İnsanların menfaatleri doğrultusunda kullanılamayacağı ve onların çıkarlarına herhangi bir katkısı olamayacağı için bir düşünce tarafından yönetilen insanlar maddi mülahazalardan etkilenmezler.”
“Bu da size ders olsun, beyler.” diye haykırdı cümlem bitince, gergin bir ipin üstünde yürüyormuşum gibi her anımı pürdikkat takip eden Saint-Loup. “Sen ne diyecektin Gibergue?”
“Arkadaşınızın bana Binbaşı Duroc’u anımsattığını söyleyecektim sadece. Âdeta o konuşuyormuş gibi geldi bana.”
“Bu benim de aklıma defalarca kez geldi.” diye yanıtladı Saint-Loup. “Pek çok ortak noktaları var; ancak bu dostumuzda, Duroc’un sahip olmadığı binlerce şey olduğunu kendi gözlerinizle şahit olacaksınız.”
Saint-Loup gelen tepkilerden pek memnun kalmamıştı. Arkadaşlarının önünde beni methederkenki hazzına şüphesiz eşlik eden coşkunluk hissi ve son derece akıcı bir konuşmayla, yarışta birinci gelen atı okşuyormuşçasına beni göklere çıkararak: “Tanıdığım en zeki insan sensin, bunu biliyorsun değil mi?” diyerek kendisini tasdikledi ve ekledi: “Sen ve Elstir. Onunla seni aynı kategoriye koymama darılmazsın umarım. Bilirsin ayrıntılara fazla takılırım. Şöyle ki, bir insanın Balzac’a söylediği gibi: ‘Siz yüzyılın en büyük romancısısınız, yani sen ve Stendhal.’ Aşırı takıntılı olmak böyle işte, aslına bakarsanız özünde büyük bir hayranlık duyuyorum. Değil mi? Sen Stendhal’i sevmez misin?” diye devam etti benim düşünceme duyduğu içten itimatla, bunu yaparken o yeşil gözlerindeki gülümseyen, etkileyici, âdeta bir çocuğun sorgulayıcı bakışlarındaki parıltı ifadelerinde ortaya çıkıyordu. “Ah, çok iyi! Demek benimle aynı fikirdesin; Bloch, Stendhal’a tahammül edemez. Bence bu çok ahmakça. Her şeye rağmen Parma Manastırı31 muazzam bir eser, sence de öyle değil mi? Benimle aynı fikirde olmana çok sevindim. Parma Manastırı’nda en çok neyi seversin, hadi söyle?” dedi çocuksu bir taşkınlıkla bana seslenerek. Fiziksel gücünün potansiyel tehdidi soruyu âdeta ürkütücü hâle getiriyordu. “Mosca mı? Fabrice mi?” M. de Norpois’yı biraz anımsattığından Mosca diye yanıtladım çekingen bir edayla. Bunun üzerine genç Siegfierd Saint-Loup kahkahalara boğuldu. “Fakat Mosca çok daha zeki, ayrıca hiç de ukala değil.” diye açıklama yaparken Robert “Bravo!” diyerek bağırıyor hatta alkışlıyor ve ardından nefessiz kalacak kadar kahkaha atıyor bir yandan da: “Mükemmel! Şahane! Tam anlamıyla inanılmazsın.” diyordu.
Bu genç adamla, hatta Robert’in tüm arkadaşları ve Robert’in kendisiyle de olduğu gibi, kışlaları, garnizon komutanlarını ve genel olarak ordu hakkında konuşmaktan özellikle çok hoşlanıyordum. Ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, ortasında yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz ve hayatımızı idame ettiğimiz şeyleri son derece büyütülmüş bir ölçekte görürüz; böylesine büyümeleri sayesinde, bu dünyada var olmayan diğer şeyler onlarla rekabet edemez, etkisini gösteremez ve kıyaslandığında bir rüya kadar güçsüz bir hâle bürünür; bense kışladaki çeşitli şahsiyetlerle, Saint-Loup’nun yanına gittiğimde ya da erken uyanmışsam, penceremin altından geçen alayda gördüğüm subaylarla ilgilenmeye başlamıştım. Saint-Loup’nun büyük hayranlık duyduğu binbaşı ve “estetik açıdan bile” çekici gelebilecek askerlik tarihini anlattığı ders hakkında daha fazla şey bilmek istiyordum. Robert’in ağzından çıkan kelimelerin genellikle bir laf salatasından ibaret olduğunu biliyordum; fakat bu durum, bazı zamanlarda tamamen kavrayabildiği faydalı düşünceleri özümsemesinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki, askerî bir bakış açısına sahip Robert’in kafası şu anda sadece Dreyfus Davası ile meşguldü. Masadaki tek Dreyfus sempatizanı olduğundan dolayı pek konuşmuyordu; diğer tarafımda oturan yeni arkadaşım dışında herkes davanın yeniden yargılanması fikrine karşıydı, gerçi yeni arkadaşımın da fikirleri oldukça tutarsız görünüyordu. Olağanüstü yetenekli bir subay olarak kabul edilen ve Dreyfus sempatizanlarının bir karşıtı olarak itibar kazanmasına sebebiyet verecek askerî emirleriyle ordu aleyhinde kışkırtmaları kınayan Albay’ın sıkı bir hayranı olan yeni arkadaşım, komutanının Dreyfus’ün suçluluğu konusunda şüpheleri olduğunu ve Picquart’a32 olan hayranlığında hiçbir değişiklik olmadığını düşündürecek varsayımlarına kulak misafiri olmuş. Hiç olmazsa Picquart konusunda Albay’a atfedilen Dreyfus sempatizanlığı söylentisi tıpkı her büyük davada ortaya atılan ve kimin ortaya çıkarttığı bilinmeyen bütün söylentiler gibi asılsızdı. Çünkü kısa bir süre sonra, eski istihbarat teşkilatı başkanını sorgulamak için görevlendirilen bu Albay, kendisine o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş gaddarlık ve nefretle muamele etmişti. Her hâlükârda (bilgi almak için doğruca Albay’a gitme izni doğal olarak verilmemişti), yeni arkadaşım Saint-Loup’ya, Albaylarının Dreyfus sempatizanlığı hususunda -en azından belli bir oranda- fanatik, dar görüşlü bir aleyhtar olmadığını -Katolik bir hanımın Yahudi bir hanıma, papazının Rusya’daki Yahudi soykırımını kınadığını ve bazı Yahudilerin cömertliğine açıkça hayran olduğunu söylerkenki ses tonuyla-söyleyerek iltifat etmişti.
“Pek de şaşırmadım.” dedi Saint-Loup; “Ne de olsa zeki bir adam. Fakat buna rağmen, içinde bulunduğu sosyal sınıfın vermiş olduğu ön yargı ve bilhassa kilise yanlısı olması onun gözünü kör etmişti.” Ardından bana dönerek: “Sana sözünü ettiğim askerlik tarihi dersini anlatan Binbaşı Duroc görüşlerimizi yürekten destekliyor, yani bana söylenen bu. Zaten öyle olmasa çok şaşırırdım çünkü o yalnızca zeki bir adam değil aynı zamanda bir radikal-sosyalist ve bir mason.”
Hem Saint-Loup’nun Dreyfus’e olan inancını açıkça ifade etmesinin üstüne rahatsız olan arkadaşlarına nezaketen hem de konu daha fazla ilgimi çektiğinden yanımdaki arkadaşıma, Binbaşı’nın verdiği hakiki bir estetik güzelliğe sahip olan askerlik tarihi gösterisinin doğru olup olmadığını sordum.
“Kesinlikle doğru.”
“Peki, bunu diyerek neyi kastediyorsunuz?”
“Aslında, bir askerî tarihçinin anlatısında okuduğun her şey, mesela en küçük gerçekler, en önemsiz olaylar, bunların hepsi yalnızca analiz edilmesi gereken bir fikrin işaretleridir; bu fikirler çoğu zaman başka fikirlere ışık olur, tıpkı yeni metinleri yazmak için eskisinin kazındığı Eski Çağ parşömenleri gibi. Böylece, ilgilendiğiniz herhangi bir bilim ya da sanat kadar entelektüel bir çalışma alanıdır bu, üstelik zihni de tatmin eder.
“Zahmet olmazsa bir iki örnek verebilir misiniz?”
“Açıklaması pek de kolay bir şey değil.” diye araya girdi Saint-Loup. “Diyelim ki bilmem neredeki kolordudan gelmiş bir iletiyi okuyorsun… Daha ileriye gitmeye gerek bile yok, kolordunun asker sayısı, oradan gelen harekât emri, hepsinin kendi içinde bir önemi vardır. Harekât ilk kez denenmiyorsa ve aynı harekât için başka bir kolordu devreye giriyorsa, bu muhtemelen önceki kolorduların söz konusu harekâtta yok olduklarını, ağır kayıplar yaşadığının ya da artık başarılı bir şekilde harekâtı devam ettiremeyecek durumda olmalarının bir işaretidir. Ardından, artık eylemsiz olan kolordunun nasıl bir birlik olduğunu araştırmalıyız; eğer olası büyük taarruzlar için hazırda bekletilen artçı birliklerden oluşuyorsa, onun başaramadığı harekâtı daha düşük nitelikli yeni bir kolordunun başarma olasılığı oldukça azdır. Üstelik bir savaşın eşiğinde değilsek, bu yeni kurulan kolordu, geri çekilen ve bozguna uğramış birliklerin karması olabilir; ki bu da savaşan tarafın hâlen elinde bulundurduğu güce, düşmanın sahip olduğu güç karşısında savunmasız kalacakları ana ışık tutar; bu ışığın doğrultusunda kurulan birliğin girişeceği harekâtın anlamı da değişir; çünkü artık kayıpları telafi edecek durumda değilse, başarıları onu matematiksel olarak nihai yıkımına yaklaştırmakta yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ardından, karşı karşıya oldukları birliğin sayısı daha az önemli olmaz. Örneğin, düşman kuvvetlerinin önemli birkaç birliğini yok etmiş zayıf bir birlikse, harekâtın tüm doğası değişir; çünkü savunan kuvvetlerin tuttuğu mevzinin kaybıyla sonuçlansa bile, bu mevziyi belli bir süre boyunca korumak, bir de koruyan azınlık birlik düşman kuvvetlerinin önemli birliklerini etkisiz hâle getirmişse, bu büyük başarı sayılabilir. Savaşan birliklerin araştırılmasıyla böyle önemli noktalar elde edildiği gibi, hâkim olunan yolların, demir yollarının, iletişim ağlarının korumasını sağlayarak da benzer noktalar elde edilir. Tüm coğrafi bağlam olarak adlandırabileceğim şeyleri incelemek gerekir.” diye ekledi gülerek. Doğrusu bu ifadeden o kadar memnun oldu ki onu her kullandığında, aylar geçse bile, hep aynı kahkaha eşlik ederdi. “Savaşan taraflardan biri harekâta hazırlanırken, devriye kollarından birinin mevzi etrafında düşman kuvvetler tarafından yok edildiğini okursan, bundan çıkarman gereken sonuçlardan biri, bir taraf, karşı tarafın saldırısını göğüslemek amacıyla yaptığı savunma çalışmalarını keşfetmeye çalışmasıdır. Belirli bir noktada meydana gelen beklenmedik saldırı, bu bölgeyi hâkimiyeti altına geçirme isteğini gösterebilir; fakat aynı zamanda düşmanı orada kontrol altında tutma arzusunu da gösterebilir, size saldırdığı noktada misilleme yapacağından değil; bu bölgedeki şiddetlenen saldırılarına destek olmak niyetiyle sadece bir aldatmacadan ibaret de olabilir. (Bu, Napolyon’un savaşlarında kullandığı klasik bir aldatmacaydı.) Öte yandan, yapılan herhangi bir intikalin önemini, muhtemel hedefini ve beraberinde ya da ardından yapılacak olan intikalleri anlamak, söz konusu ülkede kullanımda olan saha operasyonları yönetmeliklerini baz alarak olası kontrolleri uygulamak, düşmanı faka bastırmak için tasarlanmış yüksek askerî şuranın tasarlamış olduğu yönetmeliklerine danışmak hayati önem taşır. Bir ordunun yapmaya teşebbüs ettiği manevranın, mevcut mevzuattaki kurallara uygun bir şekilde gerçekleştirildiğini daima varsayabiliriz. Örneğin, yönetmelik, cepheden yapılan bir saldırının kanattan bir saldırıyla desteklenmesi gerektiğini emrediyorsa; kanat saldırısı başarısız olursa, yüksek askerî şura ikinci yapılan saldırının esas saldırıyla hiçbir bağlantısı olmadığını ve bunun sadece dikkat dağıtıcı bir saldırı olduğunu öne sürüyorsa, gerçeğin genel merkezin yayınladığı raporlarda değil yönetmeliklerde bulunma olasılığı çok yüksektir. Her orduyu idare eden şey yalnızca yönetmelikler değil, aynı zamanda gelenekleri, alışkanlıkları ve doktrinleridir; daimî eylemleri ya da askerî faaliyetlere tepkileri ile diplomatik faaliyetlerin incelenmesi de ihmal edilmemelidir. Görünürde önemsiz olan ve o zamanlar önemi anlaşılmayan olaylar, geri çekildiklerini ele veren desteğe güvenerek düşmanın stratejik planının sadece bir bölümünü nasıl gerçekleştirebildiğinin açıklamasıdır. Öyle ki, askerlik tarihinin satır aralarını okumayı başarabilirsen, sıradan okur için kafa karıştıran satırlar mantıklı bir hâle bürünür; tıpkı galeride oradan oraya koşuşturan bir ziyaretçi gibi baş ağrısına neden renk karmaşıklığının karşısında şaşkına dönerken, resmedilen kişinin ne giydiğini, elinde ne tuttuğunu görebilen sanatsever birisi için tablonun çok mantıklı gelmesi gibi. Ancak bazı tablolarda, resmedilen kişinin bir kadeh tuttuğunu gözlemlemenin yeterli olmadığı, ressamın neden bir kadehi bu kişinin eline koymayı tercih ettiğini, bunu yaparak neyi sembolize etmeyi amaçladığını bilmek gerektiği gibi, askerî harekâtlarda da dolaysız amaçlar haricinde, savaştan sorumlu generalin zihninde, daha eski savaşlarda kullanılan planlar muntazam bir şekilde örnek alınmak için canlanır, bunlara günümüz savaşlarının aristokrasisi, etimolojisi, eğitimi, edebiyatı, geçmişin tecrübesi de diyebiliriz. Söylediklerime dikkat edersen, şu andaki savaşların yerel, (nasıl desem) mekânsal kimliklerinden söz etmiyorum. Bunu da yok sayamam. Bir savaş alanı, yüzyıllar boyunca hiçbir zaman tek bir savaşın yapıldığı zemin olmamıştır ve olmayacaktır. Bir yer, savaş alanı olmuşsa, bunun sebebi, orayı iyi bir savaş alanı hâline getiren belirli coğrafi konumu, jeolojik koşulları hatta düşmanı engelleyecek türden dezavantajların (düşman kuvvetlerini ikiye bölecek bir nehir mesela) orada birleşmesidir. Bunca zaman böyle gelmiş, böyle de gidecektir. Bir ressamın kullanılmayan herhangi bir odayı atölyesi yapamadığı gibi herhangi bir toprak parçasından da savaş alanı yapılamaz. Savaş alanı olmak onların kaderidir. Her neyse, konumuz bu değildi; sözünü ettiğim konu savaşlarda yeri olan bir tür stratejik takip, taktiksel taklit: Ulm, Lodi, Leipzig, Cannae savaşlarındaki gibi. Bundan sonra bir savaş olup olmayacağını, hangi ulusların savaşa katılacağını bilemiyorum; fakat olursa, (ki bir komutan tarafından bilinçli olarak çıkarılacak) bir Cannae, bir Austerlitz, bir Rosbach, bir Waterloo’dan eksik kalır yanı olmayacağına emin olabilirsiniz. Bazı insanlar şunu açıkça dile getirmekten çekinmezler: Mareşal von Schieffer ve General Falkenhause Fransa’ya karşı bir Cannae Muharebesi hazırlatır; Hannibal tarzında, düşmanları ön cephede tutarak ordusunu her iki kanattan, özellikle Belçika üzerinden ilerletirken, Bernhardi, Cannae’den ziyade Leuthen’i, Ulu Frederick’in tek kanattan taarruz düzenini tercih etmişti. Diğerleriyse görüşlerini bu kadar açıkça açıklamıyordu; fakat şunu bilmeni isterim ki dostum, seni geçen gün tanıştırdığım bölük komutanı, önünde çok parlak bir geleceği olan Subay Beauconseil, gerçekleştirdiği Pratzen saldırısı üzerine çok çalıştı, en ufak ayrıntısına kadar bilir, bunu bir köşede saklı tutuyor, olur da bir gün bunu uygulamak için bir fırsat geçerse eline, en iyi şekilde değerlendirip bunu bizimle paylaşacaktır. Rivoli’deki merkezin dağılması mesela; ileride başka bir savaş olursa planları bir anda ortaya çıkacaktır. İlyada gibi o da yıllara meydan okuyordu. Şunu da eklemek isterim ki: 70’te yaptığımız hatayı tekrarlamamak için cephe saldırıları yapmaya fiilen mahkûmuz; saldırgan bir tutum sergilemekten başka bir şey yapmamalıyız. Bu konuyla ilgili beni tedirgin eden tek şey: Aramızdan bu muhteşem doktrine karşı çıkanlar olacaktır ve benim için hepsi eski kafalı budalalardan ibarettir, ancak genç hocalarımdan biri, dâhi olan biri, yani Mangin, bunun yerine, tabii geçici olarak, savunmaya odaklanılması gerektiğini savunuyor. Savunmanın saldırı ve zafer için yalnızca bir başlangıç adımı olduğu Austerlitz örneğinden bahsederken, onun bu yorumuna karşılık vermek hiç de kolay olmuyor.”