Eskiden olduğu gibi, ne Berma’nın davranışlarını ne bir kez yanıp daha sonra hiç yanmamak üzere bir anda kaybolan bir sahne ışığının yarattığı güzel renk hüzmelerini durdurup ölümsüzleştirmeyi ne de bir dizeyi yüzlerce kez tekrarlamasını istiyordum. Esas isteğimin, şairin, aktrisin, yapıtların yönetimini yapan büyük dekorasyon sanatçısının niyetlerinden daha müşkülpesent, zahmetli olduğunun farkına vardım; dile getirilirken bir dizenin üzerinden süzülen çekiciliğin, sürekli olarak başka hâllere dönüşen değişken tavırların, bu ardışık tabloların gelip geçici sonuçlar veren, tiyatro sanatının yaratmayı üstlendiği değişken bir başyapıt olduğunu ve çok fazla hevesli bir seyirci tarafından düzeltmek isterken aslında mahvedeceğinin farkına vardım. Başka bir gün gelip Berma’yı yeniden seyretmek bile istemiyordum. Sanırım ona doymuştum; hayranlığımın nesnesi ister Gilberte isterse Berma olsun, hayal kırıklığına uğradığımı fark etmeyecek kadar etkilendiğim günler geçmişte kaldığından, almayı beklediğim mutluluğu bir önceki günden alamadığım için bir sonraki günden peşinen alıyordum. Şu anda hissetmeye başlamış olduğum ve belki de daha verimli kullanabileceğim mutluluğu çözümleme arayışına girmeden, eski günlerde okul arkadaşlarımın söylediği gibi: “Kesinlikle Berma birinci!” derdim kendi kendime; kendimce layık gördüğüm ‘birinciliğin’ benim tercihim olması her ne kadar bana iç huzur sağlasa da Berma’nın dehasının olmadığına dair en ufak bir şüphe hissi duymuyordum.
İkinci oyun için perdeler açılırken, Mme. de Guermantes’ın locasına doğru baktım. Prenses, -zihnimin boşluğa doğru sürdürdüğü mükemmel bir hareketle- başını locasının arkasına çevirdi; ayakta duran misafirlerinin arkası dönüktü, oluşturdukları çifte koridor arasında tanrıçalara yakışır ihtişamı ve sahip olduğu öz güveninin yanı sıra çok sonradan edindiği tuhaf uysallığı ve gösterinin ortasında herkesi ayağa kaldırmanın vermiş olduğu, tıpkı ustaca bir araya getirilmiş basitlik, utangaçlık ve şaşkınlığın yansıdığı o muzaffer gülümsemesiyle, beyaz muslinlere19 bürünen Guermantes Düşesi locaya giriş yapmasının ardından dosdoğru kuzeninin yanına yönelmişti; ön sırada oturan sarı saçlı genç bir adamı hürmetle selamladıktan sonra mağaranın girintilerinde yüzen mitolojik deniz canavarlarına doğru dönerek bu Jokey Kulübü’nün yarı tanrılarına -o anda yerinde olmayı en çok istediğim kişiler onlardı, özellikle M. de Palancy- eski ve samimi arkadaşa söylenen türden “İyi akşamlar.” diledi; son on beş yıl boyunca onlarla olan ilişkilerinin günlük sekansına bir gönderme yaparcasına yaptı bunu. Arkadaşlarına yönelttiği bu gülümser bakışının, tek tek ellerini sıkarken ki masmavi parıltısının gizemini hissediyor fakat çözemiyordum; bu bakışın prizmasını parçalara ayırıp kristallerini inceleyebilseydim, o anda belirgin hâle gelen bilinmeyen yaşam formunun temel niteliğini açığa çıkartabilirdim. Guermantes Dükü, parıldayan monokl gözlüğüyle, dişlerinin ışıltısıyla, karanfilinin ve kıvrımlı papyonunun beyazlığıyla ve tüm bunları daha belirgin hâlde gözükmesini sağlayan kaşları, dudakları ve takımının koyuluğuyla, karısını izliyordu; başını hareket ettirmeden düz bir şekilde omuzlarına koyduğu uzanan eliyle aşağıdaki canavarlara oturmalarını emrettikten sonra güzel genç adama hürmetlerini gösterdi. Söylentilere göre Düşes, ‘mübalağa’ diye adlandırdığı şeylerle dalga geçtiği kuzeninin (Düşes’in ihtiyatlı ve tipik Fransız bakış açısındansa Cermen şiiri ve coşkusuna doğal olarak başvurduğu bir isimdir.) bu akşam, Düşes’in ‘giymiş’ olacağını düşündüğü kostümlerden birini giyeceğini tahmin etmişti ve ona zevk konusunda bir ders vermeye kararlı gözüküyordu. Prenses’in başındaki tacından, boynuna kadar uzanan şahane, yumuşacık tüylerle kaplı, inciler ve deniz kabuklarıyla süslenmiş vualet yerine, Düşes saçına yalnızca basit bir sorguç takmıştı; kemerli burnunun, öne çıkmış gözlerinin üzerinden yükselen bu sorguç bir kuşun tepesindeki tüylerini andırıyordu. Boynu ve omuzları, kuğu tüyünden yapılma yelpazesinin çarptığı kar beyazı muslin kıyafetleri arasından ortaya çıkıyor bir yandan da elbisesinin altındaki, sayısızca pullarla süslenmiş (muhtemelen ya parlak metal boncuklarla ya da küçük incilerle) korsesi tam bir İngiliz hassaslığıyla sarıyordu tüm bedenini. Ancak iki kostüm birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, Prenses, kuzenine oturmakta olduğu koltuğu verdikten sonra birbirlerine sundukları minnettarlıkları görülüyordu.
Ertesi gün Mme. de Guermantes, Prenses’in takmış olduğu, biraz fazla karmaşık olan başörtüsüne atıfta bulunurken muhtemelen hafifçe gülümseyecek fakat hiç şüphesiz, çok güzel göründüğünü ve harika bir şekilde yapıldığını söylemeyi ihmal etmeyecekti; kuzeninin giyim tarzını kendi zevklerine göre biraz soğuk, biraz sade, biraz ‘kişiye özel’ olduğunu düşünen Prenses ise, bu katı sadelikte muazzam bir incelik bulacaktı. Üstelik ikisinin arasında var olan uyum, yetiştirilirken uygulanan evrensel ve önceden belirlenmiş cazibe yalnız kıyafetlerinde değil, tavırlarındaki tezatlığı da ortadan kaldırıyordu. Tarzlarının incelikleri arasında oluşan görünmez çizgi şeklindeki mıknatıslarla Prenses’in açık sözlü doğallığı aniden duruveriyor, öte yandan diğer taraftaki Düşes’in muntazam doğruluğu bu çizgilerle gevşeyip, tatlı ve büyüleyici bir hâl alıyordu. Tıpkı şu anda oynanmakta olan oyunda, Berma’nın ortaya çıkarttığı kişisel şiirselliğin ne kadar olduğunu anlamak için, onun oynadığı ve yalnızca onun oynayabileceği rolü bir başka oyuncuya verilmesinin gerektiği gibi, keza kafasını kaldırıp balkona bakan bir seyirci, iki küçük locada, Guermantes Prensesi’nin yaptığı basit bir ‘düzenleme’ ile Morienval Baronesi’ni garip, gösterişli ve görgüsüz gösterdiğini, diğer locadaysa, Guermantes Düşesi’nin kıyafetlerini ve tarzını taklit etme çabası içinde bulunan, pahalı olduğu kadar zahmetli olmasını umursamayan Mme. de Cambremer’i, saçlarını diklemesine yerleştirdiği kuzgun tüyleriyle sevimsiz, kuru, sipsivri, kaskatı saçları olan taşralı kız öğrencilerine benzediğini görebilirdi. Belki de Mme. de Cambremer’in ait olduğu yer bir tiyatro değildi; dönemin en gözde yıldızlarıyla dolup taşan localar (aşağıdan bakıldığında içlerine insandan çiçeklerin doldurulduğu, pelüş kaplı bölmeleri bir arada tutan kırmızı kadifeden bir kordonla bağlanmış büyük sepetleri anımsatan en üst kattaki localar bile) yakın bir zamanda yerini; ölümlerle, skandallarla, hastalıklarla, kavgalarla oluşan geniş bir manzaraya bırakacaktı, fakat bu akşam dikkat, sıcaklık, baş dönmesi, toz, kurnazlık ve bıkkınlık nedeniyle durgundu; tabiri caizse, geriye dönüp bakıldığında, bir bombanın patlamasından ya da bir yangının ilk alevinden önceki anı anımsatan, sonu gelmeyen bilinçsizce bir bekleyişin ve sakin bir uyuşukluğun hâkim olduğu o anı yaşıyordu.
Mme. de Cambremer’in orada bulunmasının sebebi, gerçek kraliyet şahsiyetleri gibi züppelikten yoksun Parma Prensesi, bunun karşılığında, sanat olduğuna inandığı şeylere duyduğu zevkle kalbinde eşit bir yer tutan hayırseverlik tutkusu ve gururuna sahip olduğundan, Mme. de Cambremer gibi yüksek soylu sosyetesinin bir parçası olmayan ancak çeşitli hayırseverlik konusunda bağlantılı olduğu kadınlara burada birkaç loca hediye etmişti. Mme. de Cambremer gözlerini Guermantes Düşesi ve Prensesi’nden alamıyordu; onun için bu çok kolaydı çünkü her ikisi de birbirlerini tanımadığından, çıkarları için bakıyor izlenimi oluşmuyordu. Oysa son on yıldır yorulmak bilmeyen bir sabırla yürüdüğü hedef bu iki büyük hanımın ziyaretçi listesine dâhil olmaktı. Bu hedefine muhtemelen beş yıl sonra ulaşabileceğini hesaplamıştı. Ama bildiğini sandığı -tıbbi bilgisiyle gurur duyduğundan- amansız bir hastalığa yakalanmış olduğundan, bu kadar uzun yaşayamayacağından korkuyordu. En azından bu akşam, pek tanımadığı tüm bu kadınların onu, kendilerinden bir erkeğin yanında göreceği düşüncesi bile mutlu ediyordu, her iki toplulukla da iletişim hâlinde olan genç Beausergent Markisi ve Mme. d’Argencourt’un erkek kardeşi, ikinci çevrenin kadınlarıyla, birinci çevredekilere hava atmaktan zevk alırlardı. Marki, Mme. de Cambremer’in arkasına, diğer locaları daha iyi görebilmek için açılı olarak yerleştirilmiş bir koltuğa oturdu. Oradaki herkesi tanıyor, onlara selam vermek için, güzel kıvrımlı bedeninin karşı konulamaz cazibesiyle ve güzel, altın sarısı saçlı başı, dimdik vücuduyla oturduğu yerden ayağa kalktı, deniz mavisi gözlerinden parlayan bir tebessüm, saygıyla karışık tarafsızlığıyla, sarayın ihtişamlı asil soylularının tasvir edildiği, dört tarafı özenle oyularak çevrelenmiş ve duvara açılı olarak yerleştirilmiş bir resmi anımsatıyordu. Mme. de Cambremer ile oyuna gitmek için bu davetleri sık sık kabul ederdi. Tiyatro salonunda, dışarıda, lobide etrafını saran gösterişli dostlarının kalabalığı arasında cesurca onun yanında dururdu; bunu yaparken onlarla konuşmaktan kaçınırdı sanki birlikte olmalarından utanırcasına. Böyle anlarda Guermantes Prensesi, Diana gibi güzel ve çevik olan emsalsiz bir pelerinin kıvrımlarıyla ardında iz bırakarak, bütün başların ona doğru dönüp her göz onu takip ederken (bilhassa Mme. de Cambremer’in gözleri), M. de Beausergent, prensesin göz kamaştırıcı ve dost canlısı gülümsemesini, yanındaki hanımefendiyle konuşması sırasında zoraki, baskı altında, terbiyeli yetiştirilmiş ve samimiyeti belli bir noktada rahatsızlık verebilecek bir adamın soğukluğuyla geçiştirmişti.
Mme. de Cambremer locanın prensese ait olduğunu önceden bilmeseydi, yine de Guermantes Düşesi’nin, ev sahibesine karşı kibarlıktan ödün vermemek için sahnedeki ve salondaki gösteriye sergilenen yoğun ilgiden onun konuk olduğunu söyleyebilirdi. Fakat bu merkezkaç kuvvetle eş zamanlı olarak, aynı girişken arzunun üretildiği eşit ve zıt bir güç tüm dikkati kendi kıyafetine, tüyüne, kolyesine, korsesine çekmeye yeterdi ve ayrıca Prenses’e tabi, onun kölesi gibiydi; sanki buraya yalnızca kuzenini görmeye gelmişti, locanın resmî sahibi ayağa kalkıp gitmek isteseydi, onun peşinden gitmeye hazırdı ve salonun geri kalanının sadece geçerken bakılacak yabancılardan oluştuğunu düşünüyordu; fakat çok sayıda arkadaşı vardı, başka akşamlarda da düzenli olarak telafi maksadıyla onların localarına konuk olur, koşullara ve haftalara bağlı olarak onlara da benzer bir sadakat göstermeyi ihmal etmezdi. Mme. de Cambremer o akşam Düşes’i gördüğüne çok şaşırdı. Düşes’in uzunca bir süre Guermantes’ta kalacağını bildiğinden hâlâ orada olduğunu sanıyordu. Fakat Paris’te katılmaya değer olduğunu düşündüğü bir gösteri olduğunda Mme. de Guermantes, avcılarla birlikte çay içtikten hemen sonra arabalarından birinin getirilmesini emredip güneş batarken yola çıkarak, karanlığa bürünen ormanın içinden geçerek Combray’deki trene yetişip akşamına Paris’te olduğunu duymuştu. “Belki de Berma’yı seyretmek için Guermantes’tan geldi.” diye düşündü Mme. de Cambremer hayranlıkla. Swann’ın M. de Charlus’le ortak olarak kullandığı belirsiz jargonuyla, “Düşes Paris’teki en asil ruhlardan biri aynı zamanda en ince en seçkin toplumun kaymağıdır.” dediğini hatırladı. Hayal ettiğim hayatı yaşayan, isimlerini Guermantes, Bavyera ve Condé’den alan iki kuzenin düşüncelerini düşünen bense (Onları gördükten sonra suretlerini böyle atfedemezdim.) dünyanın en ünlü eleştirmenindense Phèdre hakkında görüşlerini merak ediyordum. Çünkü eleştirmenin yorumlarında yalnızca zekâ bulabilirdim, benimkinden daha üstün fakat aynı türden bir zekâ. Ne var ki Guermantes’ın Düşesi’yle Prensesi’nin ne düşündüklerini -bu iki şiirsel yaratığın doğası hakkında paha biçilmez bir ipucu verecek bir düşünce- isimlerinin yardımıyla hayal ediyor, orantısız bir çekicilik bahşediyordum; Phèdre hakkındaki görüşleri, tıpkı Guermantes tarafında dolaştığım bir akşamüstü vaktinin cazibesi gibi bana yol göstermeliydi; ateşler içindeki zavallı bir adamın susamışlığıyla, hasretiyle.
Mme. de Cambremer, kuzenlerinin tam olarak nasıl giyindiklerini anlamaya çalışıyordu. Bana kalırsa, kıyafetlerinin kendilerine özgü olduğundan hiç şüphem yoktu; yalnızca kırmızı yakalı ya da mavi kaplamalı nişanların bir zamanlar özellikle Guermantes ve Condé hanelerine ait olması gibi, aynı zamanda bir kuşun tüylerinin, güzelliğinin yanı sıra bedeninin bir parçası olması gibi. Bu iki hanımın kıyafetleri bana, içsel faaliyetlerinin kar beyazı ya da renkli bir maddeleştirmesi gibi görünüyordu; Guermantes Prensesi’nin yaptığı hareketleri gördüğümde zihnimde, onun nezdinde gizli fikre karşılık geldiklerine dair en ufak bir şüphe oluşmadığı gibi alnından aşağıya doğru süzülen tüylerinin ve kuzeninin pırıltılı korsesinin, her birinin özel bir anlamı, yalnızca ona ait olan, önemini öğrenmek için can attığım kişisel bir niteliği varmış gibi görünüyordu; tavus kuşunun Juno’dan20 ayrılamadığı gibi cennet kuşu da onu takan kişiden ayrılamaz gibi geliyordu bana, tıpkı Minerva’nın taşıdığı parlak ve saçaklı kalkanını başka hiçbir kadının taşıyamayacağı gibi. Gözlerimi soğuk, cansız alegorilerle boyanmış tiyatro salonunun tavanından daha çok bu locaya çevirdiğimde, sanki normal zamanda örten bulutların mucizevi bir şekilde dağılması sayesinde, kızıl bir kubbenin altında, cennetten inen iki sütunun arasındaki, berrak ışıkla aydınlanan bir bölgede bulunan tanrılar meclisinin insanların piyesini seyrettiğini görür gibi oluyordum. Bu kısa kutsanmayı ölümsüzler tarafından tanınmıyor olmanın bende hissettirdiği kısmen avutma duygusunun rahatsızlığıyla seyrediyordum; Düşes aslında bir keresinde kocasıyla birlikteyken beni görmüştü fakat bunu hatırlaması imkânsızdı ve locasındaki konumu nedeniyle aşağıya, halkın bulunduğu koltuklara bakıp isimsiz, alelade topluluk olarak nitelendirmesi beni rahatsız etmiyordu, zira şahsiyetimin onların arasında yok oluşu beni mutlu hissettiriyordu, bazı optik yasaların zorlamasıyla, bir çift mavi gözün telaşsız akımında, bireysel varoluştan yoksun, tek hücreli hayvan olan benim bulanık görünüşüm renk bulduğu anda, gözleri aydınlatan bir ışık gördüm; tanrıçalıktan kadına dönüşen ve bana o anda bin kat daha güzel görünen Düşes, locanın korkuluğunda duran beyaz eldivenli elini kaldırdı, bana doğru işaret etti, dostluk simgesi olarak el salladı; bakışlarım, prensesin gözlerindeki alevlerle, kendiliğinden oluşan parıltıyla karşılaştı; kuzeninin bu şekilde kimle selamlaştığını görmek için başını çevirmesi, istemsizce gözlerini ateşe vermeye yetmişti; beni hatırlayan Düşes ise tebessümünün ışıltılı ve ilahi sağanağını üzerime yağdırdı.
Artık her sabah, düşesin dışarı çıkacağı saatinden epey önce yolumu uzatarak genellikle geldiği sokağın köşesinde oyalanıyor, geliş zamanı yaklaştığı zaman ters yöne bakarak yukarı çıkıyor, kendisiyle aynı hizaya gelince de gözlerimi sanki onunla karşılaşmayı hiç beklemiyormuşçasına ona çeviriyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk birkaç sabah kaçırmadığımdan emin olmak için evinin karşısında bekledim. Bahçe kapısı her açıldığında (beklemediğim pek çok insan birbiri ardına çıkarken) kapının takırtısının dinmesi uzun zamanımı alan titreşimler serisi hâlinde kalbimde atmaya devam ediyordu. Hiç tanımadığı ünlü bir aktrisin kapısı önünde sırf görebilmek için saatlerce bekleyen hiçbir hayran, bir katili ya da bir kahramanı, cezaevinden ya da saraydan duyulan her seste aşağılamak ya da omuzlarına alıp sevinç naraları atmak için bekleyen hiçbir taparcasına seven ya da öfkeli kalabalık, benim bu asil hanımefendinin çıkışını beklerken kapıldığım heyecanı hissetmemiştir; sade kıyafetiyle, (bir salona ya da bir locaya girerken sergilediği yapmacık yürüyüş tarzından oldukça farklı) yürüyüşünün zarafetiyle sabah yürüyüşünü -o esnada benim gözümde dünyada ondan başkası yürümüyordu-en güzel süslerle, mevsimin en göz alıcı çiçekleriyle zarafetin her şeklinin tasvir edildiği bir şiire dönüştürmeyi bilirdi. Fakat üçüncü günden sonra, kapıcının kurduğum tezgâhları anlamaması için, düşesin olağan rotasından çok daha uzak bir noktaya gittim. Tiyatroya gittiğim o akşama kadar havanın güzel olduğu günlerde öğle yemeğinden önce böyle ufak gezintilere çıkardım; yağmur yağdığında da güneşin ilk parıltısını görür görmez kendimi dışarı atardım; güneş ışığının altın bir cilaya dönüştürdüğü hâlâ ıslak olan kaldırımda, bronzlaşmış gri bir sise eşlik eden yaldızlanmış tozlu bir kavşaktan yansıyan ışıltılar aniden yolumu aydınlattığında, birkaç adım gerisinden gelen mürebbiyesi ya da beyaz önlüklü sütçü kızıyla yürüyen bir kız öğrencisi gözüme çarptı, olduğum yerde kalakaldım, çoktan bilmediğim bir hayata adım atan kalbimin üzerine elimi bastırdım; kızın (bazen takip ettiğim) gözden kaybolduğu ve tekrar ortaya çıkmadığı sokağı, saati ve kapının numarasını aklıma getirmeye çalıştım. Neyse ki, tekrar görmek için çaba sarf edeceğime dair kendime sözünü verdiğim bu değerli imgelerin geçici doğası, hafızamda herhangi bir canlılıkla çakılmalarını engelliyordu. Her şeye rağmen, hasta oluşuma, bir işe, bir kitaba başlama cesaretini bulamayışıma daha az üzülürdüm; Paris sokaklarının Balbec’in etrafındaki yollar gibi, Méséglise ormanlarında açan, her biri yalnızca kendini tatmin etmeye muktedir görünen, şehvetli bir arzu yaratan anlamlandırılamamış güzelliklere sahip bu çiçeklerle donatıldığını öğrendiğimden beri hayat artık bana daha ilginç bir deneyim, dünyaysa yaşamak için daha güzel bir yer gibi geliyordu.
Opéra-Comique’den eve döndüğümün ertesi sabahında, birkaç gün içinde yeniden görmeyi umut ettiklerimin listesine, uzun boyuyla, yüksek tüylü ipeksi tacıyla, altın sarısı saçlarıyla, kuzeninin locasından bana gönderdiği tebessümdeki güzellik vaadiyle Mme. de Guermantes’ı da ekledim. Françoise’ın bana söylediği gibi Düşes’in rotasını takip edecek, aynı zamanda birkaç gün önce gördüğüm iki kızla tekrar karşılaşmanın umuduyla, okul ve din kursunun dağılışını kaçırmamaya çalışacaktım. Fakat bir yandan da Mme. de Guermantes’ın ışıldayan gülümsemesinin bende bıraktığı hoş hissi hatırlıyordum. Ne yaptığımı tam olarak bilmeden, uzun zamandır sahip olduğum, Albertine’in soğukluğunun, Gisèle’in vakitsiz ayrılışının, onlardan önce de Gilberte’den isteyerek ve fazla uzun süren ayrılışımın serbest bıraktığı (örneğin bir kadın tarafından sevilme, onunla ortak bir hayata sahip olma düşüncesi) şairane düşüncelerin yanında (tıpkı bir kadının, kendisine hediye edilen mücevher kaplı düğmelerin elbisesinde nasıl duracağına bakması misali) bu hislere yer bulmaya çalışıyordum; daha sonra bu düşünceleri sokakta görmüş olduğum iki kızdan birinin ya da diğerinin görüntüsüyle ilişkilendiriyor, hemen ardından Düşes’in anısına uyarlamaya çalışıyordum. Bu düşünce, zihnimdeki Mme. de Guermantes’ın Opéra-Comique’deki anısıyla kıyaslayınca çok küçük kalıyordu, uzun bir kuyruklu yıldızın yanında parıldayan minik bir yıldız misali; üstelik Mme. de Guermantes’ı tanımaya başlamadan çok önce bu düşünceye oldukça aşinaydım; anısınaysa, tam tersine, kusursuz bir şekilde sahip değildim; hatta ara sıra aklımdan çıktığı bile oluyordu; zihnimde diğer güzel kadınların imgeleriyle aynı şekilde süzülürken, kendisinden çok daha uzun süre var olan şairane düşüncelerimle yavaş yavaş eşsiz ve kesin -diğer tüm kadın suretlerini ayıran-bir bağlantı kurduğu saatlerde, onu en net şekilde hatırladığım bu birkaç saat içinde bu anının tam olarak ne olduğunu bulmalıydım; fakat o zaman üzerime addedilen önemin farkında değildim; zihnimde Mme. de Guermantes’la ilk özel buluştuğum an kadar hoştu, yaşamın ta kendisinden esinlenilerek resmedilen ilk eskiz çalışması Mme. de Guermantes idi; dikkatimi toparlayamayacak kadar şanslı olduğum birkaç saat boyunca, bu anı beni büyülemeye yetmişti çünkü sevdayla ilgili düşüncelerimin, o ana kadar serbestçe, acele etmeden, zorlanmadan, en ufak bir baskı ya da endişe duymadan dönüp dolaşıp geldiği nokta her zaman bu anıydı; ardından, bu düşünceler onu yavaş yavaş sabitledikçe, onlardan orantılı olarak daha fazla güç kazandı ancak kendisi daha belirsiz bir hâle geldi; artık onu yeniden eski hâline getirmem imkânsızdı; kaldı ki rüyalarımda muhtemelen onu tamamen değiştirmiştim, çünkü Mme. de Guermantes’ı her gördüğümde hayal ettiğimle gördüğüm -hiç değişmeyen her zaman aynı kalan- arasındaki uçurumun farkına vardım. Elbette her sabah, Mme. de Guermantes sokağın başındaki kapıdan çıkarken görüldüğü anda, uzun bedenini, parlak gözleri ve ipeksi saçlı çehresiyle, orada beklememe sebep olan her şeyi görüyordum; fakat öte yandan, bir iki dakika sonra, uğruna oraya gittiğim bu karşılaşmayı sanki beklemiyormuşçasına görünmek için gözlerimi başka yöne çevirdiğimde, karşılaştığım o andaki düşese baktığım zaman gördüğüm şey, her gün şaşırmış edasıyla verdiğim ve görünüşe bakılırsa bundan pek hoşlanmadığı selamıma, kaba saba, Phèdre akşamındaki nezaketinden çok uzak bir hâlde karşılık veren (temiz havadan mı yoksa kusurlu bir tene sahip olduğundan mı bilmediğimden) kırmızılı lekelerle dolu somurtkan bir çehreydi. Hâl böyleyken, iki kızın anısının, kendisine beslediğim aşk duygularına egemen olmak için Mme. de Guermantes’ın anısıyla olan zorlu mücadelesinden birkaç gün sonra, sanki kendi isteğiyle geri çekilen, her zaman olduğu gibi galip gelen ikincisi olmuştu; nihayet kendimi bulduğum hatta mutluluğum için tercih ettiğim, sevgim hakkındaki bütün düşüncelerimi aktardığım anı buydu. Din kursundan gelen kızı ya da sütçü kızını hayal etmeyi bırakmıştım; bununla birlikte sokakta karşılaşmayı beklediğim şeyi, ne tiyatroda bir tebessümle vadedilen sevgiyi ne de sadece uzaktan bakıldığında öyle görünen altın rengi saçları altındaki parlak yüzle karşılaşmaya olan umudumu yitirmiştim. Artık Mme. de Guermantes’ın nasıl göründüğünü bile söyleyemezdim; çünkü her gün değiştirdiği elbisesi ve şapkası gibi çehresi de her gün değişiyordu.
Bir sabah, eflatun renkli bir şapkanın altında, bir çift mavi gözün etrafına simetrik olarak çizilmiş kusursuz yüz hatlarından oluşan, burun kıvrımı âdeta yokmuş gibi görünen bir surat gördüğümde göğsümde oluşan neşeli kıpırtıyı hissettiğimde Mme. de Guermantes’ı aklıma getirmeden evime neden dönemiyordum? Ara bir caddeden geçerken lacivert bir şapkayla taçlandırılmış, delici gözleriyle narin bir kuşun gagasını andıran burnunu bölen kırmızı yanaklarıyla Mısır tanrıçalarını anımsatan bir silüet gördüğümde neden bir önceki gün yaşadığım kıpırtıyı yaşıyor, aynı kayıtsızlığı sergiliyor, aynı dikkatsizlikle gözlerimi başka tarafa çeviriyordum? Bir keresinde gördüğüm sadece kuş gagalı bir kadın değil neredeyse kuşun ta kendisiydi; Mme. de Guermantes’ın tüm kıyafetleri hatta beresi bile kürktendi; görünürde hiçbir kumaş parçası olmadığından kendinden tüylü gibiydi, tıpkı kalın, pürüzsüz, siyahımsı, yumuşacık tüylerden oluşan akbabaların vahşi derisi gibiydi. Bu doğal tüylerin ortasındaki küçük kafanın gagası dışa doğru kavisli, ön plana çıkan gözleri keskin ve maviydi.
Bir gün sokakta saatlerce Mme. de Guermantes’a rastlamadan bir aşağı bir yukarı dolaşıyordum, bir anda, bu aristokrat ve pleb21 mahallesinin iki konağı arasına sıkışmış bir pastane dükkânının içinde, keklere bakmakta olan şık bir kadının müphem ve tanıdık gelmeyen yüzü belirdi, kim olduğunu kestirmeye vakit bulamadan şimşek çakması gibi bana doğru fırlayan Düşes’in bakışları gök gürültüsünden daha erken ulaşmıştı bana; başka bir gün, onunla karşılaşamadan saatlerin on ikiye vurduğunu duyduğumda, daha fazla beklemenin bir manası olmadığını fark edip üzüntüyle evimin yolunu tutmuştum; kendi hayal kırıklığımın içinde boğulmuş hâlde boş bakışlarla yanımdan geçip gitmekte olan arabaları seyrederken birdenbire bir kadının arabasının penceresinden başıyla yaptığı hareketin benim için olduğunu, yuvarlak sorguç şeklindeki bir şapkanın altındaki gevşek ve solgun olduğu kadar gergin ve canlı yüz hatlarına sahip, tanımadığımı sandığım bir yabancı suratın, selamına karşılık bile veremediğim Mme. de Guermantes’a ait olduğunu fark ettim. Bazen de bahçe kapısından içeri girdiğimde Düşes’i, dışarıdaki kulübenin yanında başkalarının açığını ararcasına etrafı gözleyen bakışlarından nefret ettiğim lanet kapıcıyla konuşurken görüyordum, şüphesiz sırnaşıklık yapmak için hürmetlerini sunuyor ve günlük olan bitenleri aktarıyordu. Guermantes’ın tüm hizmetkârları pencerenin perdeleri arkasına gizlenmiş kulak misafiri olamayacakları bu konuşmayı korku dolu gözlerle izliyordu çünkü bu konuşmanın ardından içlerinden birinin ‘izin günü’nün iptal olacağını çok iyi biliyorlardı, tıpkı Cerberus’un Düşes’e ihanet ettiğinde olanlar gibi. Mme. de Guermantes’ın birbiri ardına sergilediği farklı yüzler dizesinin ışığında, kişiliği ve kıyafetinin bütününde, göreceli ve değişken bir alan işgal eden, bir gün dar ertesi gün geniş olan yüzleri yüzünden beslediğim aşk duygusu, ertesi gün birbirinin yerini alan değişmiş ve sürekli değişmeye devam edecek olan et ve kumaş unsurlarından hiçbirine bağlı değildi, bu yüzler değiştirip baştan aşağı yeniden yapsa bile benim içimdeki rahatsızlık duygusunu gideremezdi çünkü bunların altında, yeni astarların altında hâlâ Mme. de Guermantes’ın olduğunu hissediyordum. Görünen tüm bu gösteriyi harekete geçiren görünmez kişiydi benim sevdiğim, düşmanlığı beni çok üzen, yaklaşması beni tir tir titreten, hayatını bana ait kılıp dostlarını oradan kovmak istediğim kişi oydu. Mavi tüylerin içine dalsa da yanakları kıpkırmızı olsa da hareketleri benim için önemini kaybetmezdi.