Mme. de Guermantes’ın her gün benimle karşılaşmaktan usandığını kendi başıma anlamamıştım, sabah yürüyüşlerine hazırlanmamda yardım ettiği sırada Françoise’ın yüzünden okunan soğukluktan, kınamadan ve acımadan dolaylı olarak anlamıştım. Yürüyüş eşyalarımı ona sorduğum an yüzünde oluşan bıkkınlık ve yıpranmış hatlardan ters bir rüzgârın esmeye başladığını hissettim. Françoise’ın güvenini kazanmak için hiçbir girişimde bulunmadım çünkü ne yaparsam yapayım başaramayacağımın farkındaydım. Benim ya da ailemin başına gelebilecek en ufak tatsız olayı bir çırpıda gün yüzüne çıkarırdı, doğuştan sahip olduğu bu gücü hiçbir zaman anlayamadım. Belki doğaüstü bir güç değildi, belki de yalnızca ona özel bilgi kaynakları tarafından açıklanabilirdi; tıpkı ilkel kabilelere Avrupa kolonilerinden postayla gelen bazı haberleri günler öncesinden öğrenmeleri gibi, bunu telepatiyle değil tepeden tepeye yakılan ateşler aracılığıyla yaparlardı. O yüzden belki de benim sabah gezintilerim hakkında Mme. de Guermantes’ın hizmetçileri, hanımlarının her gün, gittiği her yerde istinasız benimle karşılaşmasından ne kadar usandığını söylediğini duymuştu ve bu da Françoise’ın kulağına gitmişti. Ailem bana Françoise’dan başka bir hizmetçi atayabilirlerdi pek tabii, fakat bu durum benim aleyhime olurdu. Françoise bir bakıma diğerleri kadar iyi bir hizmetkâr değildi. Bir şeyleri hissetme tarzıyla, nazikliği ve merhametiyle, sert ve mesafeli oluşuyla, kibirli ve bağnazlığıyla, beyaz teni, kırmızı elleriyle ‘hâli vakti yerinde’ olan bir ailenin acı kaybından sonra çalışma hayatına girmek zorunda kalan bir köylü kızıydı. Evimizdeki varlığı sayfiye evinin ziyarete gidilmesinin tam tersi şeklindeydi, elli yıl önceki bir köyün sosyal hayatı bize gelmişti. Yerel bir müzedeki cam kasaların, köylülerin yontup işlediği ya da memleketin belirli yerlerinden gelen tuhaf el işçilikleriyle dolup taşması gibi, Paris’teki dairemiz geleneksel ve yöresel duygulardan esinlenen ve milattan kalma âdetleri uygulayan Françoise’ın sözleriyle dekore edilmişti. Çocukluğunun ötücü kuşlarını, kiraz ağaçlarını, hâlâ canlıymışçasına gözünün önüne getirdiği annesinin ölüm döşeğini renkli iplerle işlermiş gibi resmedebiliyordu. Fakat tüm bu birikimine rağmen Paris’e gelip hizmetimize girdiğinde, diğer katlardaki hizmetçilerin fikirlerini, yaptıkları yorumları gösteren saygının bir karşılığı olarak bize söylemeyi bir borç biliyordu -onun yerinde bir başkası da olsa aynı şeyi yapacağı aşikârdı- özellikle dördüncü katın aşçısının hanımına söylediği argo kelimeleri anlatırken bundan öylesine büyük bir haz duyuyordu ki hayatımızda ilk kez, dördüncü kattaki evin iğrenç hanımıyla kendimiz arasında bir tür dayanışma hissediyor, kendi kendimize sonuçta biz de ‘işvereniz’ diyorduk. Françoise’ın karakterindeki bu değişiklik belki de kaçınılmazdı. Bazı varoluş biçimleri o kadar anormaldir ki belirli karakteristik hatalar üretmeye mahkûmdurlar; Kral’ın Versay’da saray mensuplarıyla birlikte sürdürdüğü, Firavunun ya da Venedik Lordu’nunki kadar garip hayatı misali, hatta ne kralı, saray mensuplarının hayatı misali. Hizmetçilerininki muhtemelen daha korkunç bir anormalliktedir ve yalnızca aşinalık bizi bundan kurtarabilir. Fakat aslında Françoise’ı görevden almış olsaydım bile, ayrıntılardaki samimiyet nedeniyle aynı hizmetçiyi yeniden tutmak zorunda kalırdım. Yıllar içinde çeşitli insanlar hizmetime girdi; zaten tüm hizmetkârların sahip olduğu kusurlarla donatılarak gelen bu kişiler zamanla benim yanımda yine dönüşüm geçirdiler. Strateji kitaplarında da yazar, yapılan bir saldırı karşısında zarar görmemek için yapılması gereken şey karşı bir saldırıdır, bunların hepsi kendi başlarına, tıpatıp aynı dayanaklarının arkasına sığınıyorlar ve buna karşılık olarak benim boşluklarımdan yararlanıyorlardı. Bu boşluklar hakkında da boşlukların nasıl oluştuğuyla da ilgili en ufak bir fikrim yoktu çünkü sonuçta onlar boşluktu. Fakat hizmetkârlarım yavaş yavaş şımararak bana onların varlığını öğrettiler. Kendi doğal ve değişmez kusurlarımın neler olduğunu her zaman onların elde ettikleri kusurlardan öğrendim; onların karakterleri bana kişiliğimin negatif tarafını gösterdi. Annemle ben, hizmetçilerinden söz ederken ‘alt sınıflar’ ya da ‘hizmetkâr sınıfı’ gibi ifadeler kullanan Mme. Sazerat’ya hep gülmüştük. Fakat itiraf etmeliyim ki, Françoise’ın yerine yeni birisinin getirmenin nafile olmasının nedeni, yerine gelecek o vârisin de genel olarak hizmetçilerin ırkına ve özel olarak hizmetkârlarımın sınıfına ait olacak olmasıydı.
Françoise’a dönecek olursak, hayatım boyunca yaşadığım bütün rezil olmalarımda, yüzünde önceden hazırlanmış, bekleyen taziye dolu bir ifadesi mutlaka vardı; bana acımış olma düşüncesine duyduğum öfkeyle karşıt bir başarı elde etmiş gibi davranmaya çalışsaydım, yalanlarım onun saygılı ama apaçık ortada olan inançsızlığının ve yanılmazlığından zevk aldığı bilincinin duvarlarına çarpıp parçalanırdı. Çünkü Françoise gerçekleri bilirdi. Bunu dile getirmekten kaçınırdı ve sanki ağzında kalan o leziz son lokmayı gezdirir gibi dudaklarını hafifçe oynatırdı. Dile getirmekten kaçınırdı ya da en azından ben uzun süre buna inandım çünkü o zamanlar bir insanın, gerçeği başkalarının sözleri aracılığıyla öğrendiğini zannederdim. Aslında insanların bana söylediği kelimeler anlamları değiştirilemez bir şekilde hassas zihnime öylesine işliyordu ki, beni sevdiğini iddia eden birinin sevmediğine inanmam imkânsızdı; Françoise’ın bir gazetede okuduğu, bir din adamının ya da bir beyefendinin, bilinen tüm hastalıkların çaresini ya da gelirimizi yüz kat artırmanın yollarını bize ücretsiz olarak sağlamasının tek yolunun damgalı bir zarftan geçtiğine inanmasıyla eş değerdi. (Bunun yanı sıra, doktorumuz soğuk algınlığını iyileştirmek için en basit merhemi yazacak olsa, Françoise en şiddetli acıya dayanmak konusunda bir keçi kadar inatçı olduğundan, burnuna çekmek zorunda olduğu merhemin burnunu kamçıladığını, canından can gittiğini söyleyerek acılar içinde şikâyet ederdi.) Ne var ki, gerçeğin ortaya çıkması için dile getirilmesine gerek olmadığına, kelimeleri beklemeden, hatta başkasının dediklerini dikkate almadan, binlerce işaretten, hatta bazı görünmez unsurlardan bile, insan kişiliklerinin doğasındaki atmosferik değişimlerine benzediğine dair ilk örneği (Bu örneği, eserin sonraki ciltlerinde, benim için Françoise’dan daha değerli birisi tarafından yeniden ve daha büyük rahatsızlık oluşturacak şekilde verilene kadar uzun bir süre anlamayacaktım.) bana veren kişi Françoise idi. Belki bundan şüphelenmiş olabilirdim; çünkü o zamanlar, bedenimle ve eylemlerimle ifade edilen irade dışı güven duygusunun her türlü tavrıyla saf gerçeği ortaya çıkarırken, sık sık gerçeklikle yakından uzaktan alakası olmayan şeyler söylediğim oldu (Françoise bir keresinde bunu çok iyi yorumlamıştı); belki de bundan şüphelenmeliydim fakat bunu yapmak için öncelikle ara sıra yalancı ve sahtekâr olduğumun bilincinde olmam gerekiyordu. Artık pek çok insanda olduğu gibi bende de var olan yalancılık ve sahtekârlık, dolaysız ve beklenmedik bir olay karşısında bir savunma mekanizması olarak başvurduğum bir şey hâline geldi öyle ki, belirli bir çıkara, ulvi bir ideale, amaca odaklanan zihnim, kişiliğimin karanlıkta kalan kısmının bu acil, sefil görevleri yerine getirmesine izin verir, arkasına dönüp tekrar bakmazdı. Akşam Françoise bana nazik davrandığında ve odama girmeden önce benden izin istediğinde sanki yüzü şeffaflaşmış gibi gözüktü ve altında yatan iyiliği ve dürüstlüğü görebiliyordum. Ancak daha sonra öğrendiğim patavatsızlığını sessizliğe gömmüş olan Jupien, Françoise’ın benimle ilgili ciğeri beş para etmez bir insan olduğumu ve bulduğu her fırsatta hakaret dolu sözlerini dile getireceğini bana açıkladı. Jupien’ın bu sözleri, gözüm kapalı sevdiğim ve bunu yaparken en ufak bir şüphe duymadığım, her fırsatta bana olan hayranlığını dile getirmekten çekinmeyen Françoise’la olan ilişkimin görüntüsünü, canlı ve tuhaf renklere bürünmüş bir hâlinden öylesine farklı biçimde bir anda gözlerimin önüne getirdi ki, gördüğümüz şeklinden farklı olanın yalnızca maddi dünya olmadığının farkına vardım; belki de tüm gerçeklikler, doğrudan algıladığımızı düşündüğümüz şeyden eşit derece farklıdır; ağaçları, güneşi ve gökyüzünü, bizimkinden farklı bir yapıya sahip gözleriyle ya da ağaçların, güneşin ve gökyüzünün görsel olarak dengi olmayan fakat benzer olan nesneleri görmelerini sağlayan başka uzuvlara sahip yaratıklar tarafından görülseydi, gördükleri şeyle bizim gördüğümüz aynı olmazdı. Jupien’ın bir anda gerçek dünyaya açtığı bu kapı beni dehşete düşürdü. Şimdiye kadar açığa çıkan gerçek yalnızca Françoise’la ilgiliydi ve bunu neredeyse hiç düşünmemiştim. Tüm sosyal ilişkilerde böyle mi oluyordu? Bu durum aşkta da aynıysa, bir gün beni nasıl bir umutsuzluğun derinliklerine sürükleyebilirdi? İşte geleceğin gizemi buydu. Şimdilik durum yalnızca Françoise’la ilgiliydi. Jupien’a söylediklerinde ciddi miydi? Sırf Jupien’ın kızını onun yerine işe almayayım diye Jupien’la aramı bozmak için mi söylemişti? Her hâlükârda, Françoise’ın beni sevip sevmediğine dair doğrudan ve kesin herhangi bir bilgi almam imkânsızdı. Böylece, önümüze serilmiş bir bahçeyi korkuluklara dayanarak izlercesine bizim hakkımızda açığa çıkardığı niyetleri, planları, kusurları faziletleriyle kıpırdamadan, açık bir şekilde gözlerimizin önüne sermesini beklesek de öyle bir şey olmayacaktı; içine girmeyi asla başaramayacağımız, doğrudan bilgi diye bir şeyin olmadığı hususunda sayısız kanıya vardığımız, sözlerini ve bazen de hareketlerini temel alan; fakat ne sözleriyle ne de hareketleriyle yetersizlikten başka şey sunmayan üstelik bilgilerle de çelişen bir gölge, ardında nefretin ve sevginin alevinin yanmakta olduğunu, benzer gerçeklikle hayal edebileceğimiz gölgenin arkasındaki bu fikri veren ilk kişi Françoise idi.
Mme. de Guermantes’a gerçekten âşıktım. Tanrı’dan isteyebileceğim en büyük mutluluk, başına akla hayale sığmayan bir felaketin gelmesi, perişan olmuş, küçük düşürülmüş, onunla benim arama giren tüm imtiyazlardan sıyrılmış, artık kendisine ait bir evi hatta onunla konuşan tek bir insan kalmamış bir hâlde bana sığınmasıydı. Bunu hayal ederdim. Havada ya da kendi ruh hâlimdeki bir değişikliğin, geçmiş günlerin etkilerinin yazılı olduğu unutulmuş bazı parşömenler misali zihnimde gün yüzüne çıktığı o gecelerde, içimde var olan canlandırıcı güçten yararlanmak yerine, genellikle benden kaçan düşünceleri kendi zihnimde çözümlemek yerine, nihayet kendimi işime adamak yerine, macera dolu bir romandaki olaylar misali bağırarak ilişki kurmayı, üçüncü ağızdan plan yapmayı, nafile bir hitap şekliyle talihsizlikten kurtulamayan Düşes’in, koşulların tersine dönmesi şansıyla servet ve güç kazanmış olan benden yardım dilenmesini tercih ediyordum. Saatlerce bunları hayal ettikten, Düşes’e yuvamı açtığımda söyleyeceğim cümlelerin provasını yaptıktan sonra, durum aynı kalıyordu, değişmiyordu; ne yazık ki gerçekte sevmek için seçtiğim kadın, muhtemelen herkesin sahip olduğu ayrıcalıklardan daha fazlasına sahip olan, bu nedenle gözünde en ufak umut ışığı göremeyeceğim bir kadındı; çünkü bu kadın en varlıklı insandan daha zengin, daha soyluydu; onu göklere çıkartan şahsi cazibesiyle insanlar arasında kraliçe muamelesi görüyordu.
Her sabah bu şekilde karşısına çıkarak onu kızdırdığımı hissettim; fakat arka arkaya iki üç gün bunu yapmama iradesine sahip olsaydım bile, benim açımdan çok büyük fedakârlık anlamına gelen bu uzak durma durumunu belki de Mme. de Guermantes farkına varmayabilir ya da benim kontrolüm dışındaki bir engeli çıkartabilirdi. Aslında onun karşısına çıkma eylemimi sonlandırmam için iki dünyanın bir araya gelmesi gerekiyordu; çünkü onunla karşılaşmanın, bir anlık bile olsa ilgisini çeken nesne olmanın, selam verdiği kişi olmanın bana hissettirdiği yeniden doğmuşluk hissiyatına olan ihtiyacım, onun hoşnutsuz hissetmesinden daha güçlüydü. Bir süreliğine uzaklaşmalıydım ancak bunu yapacak yüreğe sahip değildim. Bunu defalarca düşünmüştüm. O zamanlar, Françoise’dan bavulumu hazırlamasını hemen ardından da bavulumu boşaltmasını istiyordum. Taklit ruhunu ve zamanın ötesinde kalmış görünmeme arzusu, insanın en doğal ve en kendinden emin hâllerini değiştirdiğinden, Françoise kızının lügatinden ödünç aldığı bir kelimeyle benim ‘mankafa’ olduğumu söylüyordu. Bunu kabul etmiyor, her zaman ‘dengeyi’ sağladığımı söylüyordu çünkü Françoise modern insanlarla aşık atmak niyetinde olmadığında, Saint-Simon dilini kullanırdı. Bir efendi gibi konuşmamdan hiç hoşlanmazdı. Bunun benim için doğal olmadığını, bana yakışmadığını bildiğinden bu durumu ‘Siz bu değilsiniz.’ diyerek özetliyordu. Beni Mme. de Guermantes’a daha da yaklaştıracak bir yer olmadığı sürece Paris’ten ayrılmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı. Bu katiyen imkânsızdı. Mme. de Guermantes’tan kilometrelerce uzağa ancak onun tanıdıklarından birine, arkadaş seçimi konusunda özen gösteren birine, iyi özelliklerimi takdir edecek, Düşes’e benden bahsedebilecek birine gitseydim, sabahları sokakta yalnız, utanmış, dile getirmek istediğim düşüncelerin hiçbirinden haberi olmadığının bilincinde, her gün bir arpa boyu ilerleme fırsatı bulamadığım ve muhtemelen sonsuza kadar sürecek olan bir aşağı bir yukarı devriye atarcasına yürümelerime kıyasla kendimi ona daha yakın bulmaz mıydım? Bunlar olmasa bile en azından ne istediğimi bilmesini sağlardı; sırf Düşes’e şu ya da bu mesajı iletip iletemeyeceğinin düşüncesi, yalnız ve sessizce daldığım düşüncelerime yeni bir biçim, sözlü ve aktif bir ilerleme kazandırarak neredeyse gerçekleşmiş gibi olurdu. Bir ‘Guermantes’ olarak yaşadığı esrarengiz hayatı sırasında yaptıkları düşüncelerimin değişmeyen nesnesiydi; dolaylı yoldan, bir kaldıraç gibi, Düşes’in şehirdeki evine girmesi yasak olmayan bir kişinin hizmetçilerini kullanarak, davetlerine katılan, onunla bitmek bilmeyen sohbetler yapabilen birinin aracılığıyla iletişim kurmak, uzak fakat aynı zamanda her sabah sokaktaki seyrimden daha etkili olmaz mıydı?
Saint-Loup’nun bana karşı hissettiği dostluk ve hayranlık bence hak ettiğim şeyler değildi ve bugüne kadar hiç istifimi bozmamıştım. Bir anda gözümde değer kazandılar, bunları Mme. de Guermantes’a açıklamasını isterdim hatta ondan bunu yapmasını bile isteyebilirdim. Çünkü insan âşık olduğunda, zevk aldığı tüm önemsiz küçük ayrıcalıkları sevdiğine anlatmayı ister; tıpkı mirastan mahrum bırakılan ve can sıkıcı olan diğer insanların her gün bize yaptıkları gibi. Sevdiğimiz kadının bundan bihaber olmasıysa bizi çok üzer; bunlar hiçbir zaman görünür olmadığından belki de sevdiğimiz kadının, bizimle ilgili fikrine, bilinmeyen olarak kalması gereken iyiliklerin ihtimalini eklediği düşüncesinde teselli bulmaya çalışırız.
Saint-Loup ya askerî görevinden ya da şu ana kadar iki kez ayrılma noktasına geldiği metresiyle yaşadığı sorunlarından dolayı uzun süredir Paris’e gelememişti. Görev aldığı garnizon bölgesinde onu ziyarete gidersem ne kadar mutlu olacağını sık sık dile getiriyordu, garnizonun adını, onun Balbec’e gitmesinden birkaç gün sonra arkadaşımdan aldığım ilk mektubun zarfının üstünde okuduğumda çok mutlu olmuştum. Geniş bir kırsalın üstüne kurulmuş, (tamamen karasal bölgelerle çevrili olması insanı düşündürüyor olsa da Balbec’ten çok da uzak olmayan) aristokratik aynı zamanda askerî küçük müstahkem kasabalardan biriydi; havanın güzel olduğu günlerde, bir alay geçit töreninde yapılan hareketlerden -tıpkı kavak ağaçlarından oluşan bir perdenin, kıvrımlarıyla göremediğimiz bir nehre çizdiği rota misali- yükselen, kesik kesik sesler havada yankılanır; o kadar ki, sokakların, caddelerin ve meydanların havasını bile aralıksız yayılan titreşimlerle müzikal ve savaşçı naraları yavaş yavaş kaplardı; at arabalarının ve tramvayın çıkardığı sıradan notaları, sanrılı kulaklarda sonsuza kadar sessizliğin tekrarlandığı, belli belirsiz trompet seslerinin uzayıp gittiği esnada. Paris’ten çok da uzakta değildi, ekspres treniyle eve dönüp, büyükannemi ziyaret ettikten sonra kendi yatağımda uyuyabilirdim. Bunu anladığım anda, acı dolu bir özlemin hüznüne boğuldum, Paris’e dönmeyip bu kasabada kalmaya karar verecek kadar güçlü bir iradeye sahip değildim; fakat aynı zamanda bir hizmetçinin bavulumu arabaya kadar taşımasını engelleyecek iradeye de sahip değildim; hizmetçinin arkasından yürürken bavullarına göz kulak olan ve ardından bekleyen bir büyükannesi olmayan bir yolcunun arındırılmış zihnini benimsemekten kendimi alıkoyamadığım gibi, ne istediğini düşünmekten vazgeçip, ne istediğini bilen bir insan edasıyla arabaya binip şoföre süvari kışlasının adresini verecek iradem de yoktu. Saint-Loup’nun, yabancısı olduğum bu şehirle karşılaşmamın ilk şokunu hafifletmek amacıyla o gece kalacağım otelde bana eşlik edeceğini düşünmüştüm. Askerlerden biri ona haber vermeye gitti, bense kışlanın kapısında bekledim; kasım rüzgârlarıyla uğuldayan devasa geminin içinden saatler altıyı gösterdiği için sürekli askerler ikişer ikişer sokaklara çıkıyor, uzun süreli yolculuğun ardından kısa süreliğine yabancı bir limana demir atmışlarcasına sendeliyorlardı.
Saint-Loup bir kasırga gibi hareket ediyor bir yandan da monokl gözlüğünü düzeltir vaziyette belirdi; haber götüren askere adımı vermemiştim, beni gördüğü zamanki şaşkınlığının ve mutluluğunun tadını çıkarmak istiyordum. “Hay aksi!” diye haykırdı beni görünce, tepeden tırnağa kızararak. “Az evvel haftalık nöbeti devraldım, bir hafta boyunca görevimin başından ayrılamayacağım.”
Yatma vaktinde yaşadığım ızdıraplara Balbec’ten aşina olup yatıştırmış ve bunu herkesten daha iyi bilen birisi olarak ilk geceyi yalnız geçirecek olmamın vermiş olduğu endişeyle yakınmalarını yarıda kesip güzel sözlerine eşlik ettiği gülümsemesiyle, yarısı doğrudan gözünden, diğer yarısı monokl gözlüğünden gelen şefkatli fakat simetrik olmayan bakışlarla bana bakıyordu; bütün bunlar da beni yeniden görmenin yaratmış olduğu hissiyatın bir anıştırmasıydı; genellikle anlamadığım fakat artık son derece önem taşıyan bir konunun, dostluğumuzun anıştırmasıydı.
“Onu bunu bırak da! Peki nerede kalacaksınız? Açıkçası bizim yemek yediğimiz oteli tavsiye etmem; zaten konumu fuarın tam yanı, yakın zamanda tüm gösteriler başlayacak, inanılmaz bir kalabalık olacak. Hayır, Flandre Oteli sizin için daha uygun olacaktır; eski duvar halılarıyla dolu on sekizinci yüzyıldan kalma küçük bir saraydır. ‘Kadim dünyaya’ açılan bir yer ‘havası’ var.”
Saint-Loup kurduğu her cümlede ‘havası’ kelimesini kullanırdı çünkü yazılı dilde olduğu gibi sözlü dilde de zaman zaman kelimelerin anlamlarını, ifadenin inceliklerini vurgulamak için bu tarz benzetmelere ihtiyaç duyar. Tıpkı gazetecilerin yaptıkları alıntılardaki ‘anlatım tarzları’nın hangi edebî akımdan kaynaklandığına dair en ufak bir fikre sahip olmadıkları gibi, Saint-Loup’nun konuşma ve kelime dağarcığı, hiçbirini şahsen tanımadığı ancak söyleyiş tarzları dolaylı olarak ona aşılanmış olan üç farklı estetin22 taklidinden oluşuyordu. “Ayrıca.” diye devam etti sözüne. “Sözünü ettiğim bu otel, sizin aşırı hassas kulaklarınız için oldukça iyi bir yerdir. Sizden başka kimse olmayacaktır. O kadar da önemli bir avantaj olmadığının farkındayım, sonuçta ertesi gün başka bir ziyaretçi gelebilir, bu oteli böylesine belirsiz bir amaç yüzünden seçmeye değmez. Ancak göze hitap etmesi açısından tavsiye ederim. Odalar oldukça çekici, tüm mobilyalar eski ve rahattır; insanı güvende hissettiren bir havası vardır.” Fakat Saint-Loup kadar sanatçı bir ruha sahip olmayan benim için, çekici bir evin verebileceği zevk yüzeyseldi, hatta neredeyse yok gibiydi; gitgide büyüyen ızdırap, uzun zaman önce Combray’de annem iyi geceler demek için yanıma gelmediğinde hissettiğim ya da Balbec’e vardığım akşam filizlenmiş çiçek gibi kokan normalden daha yüksek tavanlı bir odada hissettiklerim kadar acı verici olduğundan yatıştırması imkânsızdı. Saint-Loup bütün bunları sabit bakışlarımdan anlamıştı.
“Yine de bu büyüleyici saray sizin ilginizi hiç çekmiyor, zavallı dostum, ruh görmüş gibisiniz; bense akılsız gibi durmuş size duvar halılarından bahsediyorum sanki onları görmeye hâliniz olacakmış gibi. Sizin kalacağınız odayı biliyorum, şahsen ben çok canlı buluyorum ancak hassas doğanızla sizin üzerinde aynı etkiyi yaratmayacağını da çok iyi anlayabiliyorum. Sizi anlamadığımı sakın düşünmeyin, aynı şeyi hissetmesem de kendimi sizin yerinize koyabiliyorum.”
O sırada, meydanda bir atı eğitmekte olan, hayvanın sıçramalarına öylesine odaklandığından yanından geçen askerlerin selamlarına karşılık vermeyen fakat yoluna çıkanlara küfürler eden bir astsubay Saint-Loup’ya gülümseyerek döndü ve yanında bir arkadaşı olduğunu fark edince selam verdi. At o esnada şaha kalktı. Saint-Loup bir çırpıda atın başındaki dizginleri yakalayıp hayvanı sakinleştirmeyi başardıktan sonra yanıma geldi.
“Evet.” diye devam etti; “Sizi temin ederim ki sizi çok iyi anlıyorum; en az sizin kadar hevesliydim. Beni en çok üzense…” derken ellerini şefkatle omzuma koydu. “Bu gece yanınızda kalabilseydim sabaha kadar konuşarak sizi biraz da olsa mutsuzluğunuzdan kurtarabilecek olmamım bilinci. Size bir sürü kitap ödünç verebilirim, gerçi bu hâldeyken okumak isteyeceğinizi pek sanmıyorum. Maalesef görevimi başkasına da devredemem, kızım beni ziyarete geldiğinde iki kez devretmiştim çünkü.”
Kaşlarını kısmen üzüntüyle ama daha çok hastalığımı en iyi hangi ilacın geçireceğini karar veren doktor edasıyla çattı.
“Çabuk koş ve benim odamdaki şömineyi yak.” diye seslendi yanımızdan geçen bir askere. “Acele et! Çabuk ol!”
Ardından bir kez daha bana döndü; miyop ve monokl gözlüğünden attığı bakışlarıyla büyük dostluğumuza anıştırmada bulunuyordu.
“Hayır! Sizi burada, birlikte vakit geçirmeyi düşündüğüm bu kışlada görmek, inanılır şey değil. Rüya görüyor olmalıyım. Sıhhatiniz nasıl? Daha iyisinizdir umarım. Birazdan her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatırsınız. Daha fazla bu meydanda durmayalım felaket cereyan var, odama çıkalım; ben artık hissetmiyorum; fakat siz buna alışık değilsiniz, üşütmenizden korkuyorum. Bu arada işinizden ne haber, hâlâ başlamadınız mı? Başlamadınız mı? Çok tuhaf birisiniz! Sizdeki yetenek bende olsaydı muhtemelen sabah, öğlen ve akşam yazıp dururdum. Hiçbir şey yapmadan boş boş oturmaktan memnun musunuz? Ne yazık ki, her daim çalışmaya hazır olan benim gibi insanlar bunu istese bile yapamayacaktır. Neredeyse sormayı unutuyordum, büyükanneniz nasıl? Bana verdiği Proudhonları hiçbir zaman yanımdan ayırmadım.”
Uzun boylu, yakışıklı, heybetli bir subay ağır ve ciddi yürüyüşüyle merdivenlerden indi. Saint-Loup selam verdi ve durmadan hareket eden bedenini, eli kepine değdiği süre boyunca sabitlemeyi başardı. Fakat bu hareketi öylesine şiddetli gerçekleştirdi, öylesine keskin bir hareketle doğruldu, selamını indirirken öylesine ani bir gevşeme yaşadı ve omuzları, bacakları ve monokl gözlüğünün pozisyonları öylesine değişti ki bir hareketsizlik anından çok, yapılan aşırı hareketlerin diğerlerini etkisiz hâle getirdiği, titreşimli bir kasılma durumu yaşadı. Bu arada subay, bize hiç yaklaşmadan, sakin, yardımsever, vakur, görkemli, kısacası Saint-Loup’nun tam tersi bir görüntüyle acele etmeden elini kepinin hizasına kadar kaldırdı.
“Yüzbaşına bir şey iletmeliyim.” diye fısıldadı Saint-Loup. “Siz benim odama çıkın. Üçüncü katta, sağdan ikinci oda; ben de hemen geleceğim.”
Dört bir yana dağılan gözlüğünü bir yandan toplamaya çalışıyor bir yandan da görkemli ve ağır ağır yürüyen Yüzbaşı’nın peşinden koşuyordu; Yüzbaşı’ysa o sırada getirilen atına binmeden önce, bazı tarihsel tabloları anımsatan asil duruşu ve hareketleriyle emirler veriyordu; sanki Birinci Fransız İmparatorluğu’nun bir savaşına katılacakmış gibi, oysa sadece evine geri dönüyordu; Doncières’de görev aldığı süre boyunca kaldığı ev, adını sanki Napolyon’un gelişinin alaycı bir şekilde sembolize edildiği Cumhuriyet Meydanı gibi bir meydanda yer alıyordu. Merdivenden çıkmaya başladım, çivili basamaklara attığım her adımda kayacak gibi oluyor, çıplak duvarların dibine yerleştirilen ranzaların ve teçhizatların olduğu koğuşlar gözüme ilişiyordu. Saint-Loup’nun odasını gösterdiler. Bir süreliğine kapalı kapının önünde durdum çünkü birinin kıpırdandığını duyabiliyordum; bir şeyin yerini değiştiriyordu, başka bir şeyi yere düşürüyordu; odanın boş olmadığını, orada birinin varlığını hissettim. Fakat sesler yalnızca yeni yanmaya başlamış olan şömineye aitti. Ses çıkarmadan duramıyor, üzerindeki çalı çırpı yığınlarını beceriksizce hareket ettiriyordu. Odaya girdiğim sırada yanmakta olan şömine, odunları bir bir tüttürüyordu. Hareket etmediğinde bile, hastalıklı bir insan gibi sürekli ses çıkarıyordu, alevlerin yükseldiğini gördüğüm anda seslerin ateşten çıktığının farkına vardım; eğer duvarın öteki tarafında oturuyor olsaydım bu seslerin burnunu sümküren, etrafta yürüyen birinden çıktığını düşünürdüm. Sandalyeye oturup beklemeye başladım. On sekizinci yüzyıla ait Liberty duvar kaplamaları ve eski Alman eşyaları odayı, binanın geri kalanından yayılan bayat tostunki gibi ağır, mayhoş, küflü bir kokudan kurtarmayı başarmıştı. Burada, her şeyden arındırılmış bu odada sakin ve mutlu bir zihinle yemek yiyebilir, uyuyabilirdim; masanın üzerinde, aralarında kendimin ve Guermantes Düşesi’nin de olduğunu anladığım fotoğrafların arasında dağınık hâlde duran ders kitaplarından, nihayet şömineye alışan ateşin ışığı yansımaların sessiz, sakin ve teyakkuzdaki bir hayvanı andırmasından, ufalanan kıvılcımlar ya da şöminenin duvarlarını alevden diliyle yalayan bir odun parçasının içten içe yanmasından sanki Saint-Loup odadaymış izlenimi oluşuyordu. Saint-Loup’nun saatinin çok uzakta olmayan tik tak seslerini duyuyordum. Tik taklar sürekli yer değişiyordu; çünkü saati göremiyordum, bir arkamdan geliyor bir önümden, sağımdan, solumdan, bazen de çok derin bir çukura atılmış gibi kaybolup gidiyordu. Aniden masanın üstündeki saati görüverdim. Ardından gelen tik tak seslerinin geldiği yer sabitlendi, bir daha hareket etmedi. Yani en azından duyduğumu sanıyordum; sesi orada duymuyordum, sesi orada görüyordum fakat seslerin bir yeri yoktur. Daha doğrusu onları hareketlerle ilişkilendiririz ve böylece bize bu hareketler konusunda uyarma, onları gerekli ve en doğal hâllerine getirme amacına hizmet eder. Kuşkusuz, kulakları pamukla sıkı sıkıya kapatılmış hasta bir adamın, o anda Saint-Loup’nun şöminesindeki közlerle, yanan odunlarla ve şöminenin parmaklıklarına düşen küllerle uğraşmaktan çatırdayan alevin sesini duymadığı gibi, Doncières Meydanı’ndaki tramvayların düzenli aralıklarla yükselen melodisinin akışını sık sık hissetmediği olurdu. O zaman hasta adam kitap okurken, sayfalar sanki bir tanrının parmaklarıyla çevriliyormuşçasına sessizce önünde dönecektir. Doldurulmakta olan küvetin donuk gürültüsü, gökyüzündeki kuşların cıvıltısı misali tizleşip, hafifleyip uzaklaştı. Sesin geri çekilmesi, seyrelmesi, bizi incitecek bütün gücünden mahrum bırakıyor; az evvel tepemizdeki tavanı paramparça edermişçesine inen çekiç darbelerinin çıkarttığı ses yüzünden deliye dönerken, şimdi yol kenarından esen meltemle oynayan yaprakların uğultusu gibi uzaktan gelen narin ve hassas seslere kulak kesiliyoruz. Sesini duymadığımız kartlarla fal açarız, onlara dokunmadığımızı, kendi kendilerine hareket ettiklerini ve onlarla oynama arzumuzu öncesinden tahmin edip bizimle oynamaya başladıklarını hayal ederiz. Bu bağlamda kendimize şunu sorabiliriz: Aşk konusunda (buna yaşama aşkını ve şöhret aşkını da ekleyebiliriz çünkü görünen o ki bu iki duyguyu tadan kişiler var), gürültü tarafından rahatsız olunca, kesilmesi için dua etmek yerine kulaklarını tıkayan insanlar gibi mi davranmalıyız; dikkatimizi, dayanma gücümüzü, âşık olduğumuz ‘kişiye’ değil, o kişinin ellerinde acı çekme kapasitemizi kontrol altına almak için mi kullanmalıyız?