Ses meselesine gelince, işitme kanallarını tıkayan tıkaçları daha da kalınlaştırmalıyız ki tepemizdeki gürültülü bir eser çalan kızın sesleri bir pianissimo23 gibi gelsin kulağımıza; daha da ileriye gidip bu tıkaçları yağa bularsak, bütün hane sakinleri hemencecik onun bu despot kurallarına boyun eğmek zorunda kalır; hatta bu kurallar dış dünyaya kadar uzanır. Pianissimo da yeterli kalmaz; tıkaçlar piyanoyu anında susturmayı emreder, müzik dersi birdenbire sona erer; üst kattaki odada bir aşağı bir yukarı yürüyen adamın ayak sesleri yarıda kesilir; Arabalar ve tramvaylar sanki bir hükümdarın gelmesi bekleniyormuş gibi durdurulur. Aslında, seslerin zayıflaması ara sıra pineklememize yardımcı olmak yerine rahatsız eder. Daha dün sokakta ve evde olup biten her şeyi anlatmaya yeterli olan, kulağımızda yankılanan sesler en nihayetinde sıkıcı bir kitap misali bizi uyutmayı başarmıştı; bugünse, uykumuzun üzerine yayılan sessizlik tabakasının içindeki diğerlerinden daha gürültülü bir sarsıntı, bir iç çekiş kadar nazik, başka seslerle hiçbir ilgisi olmayan, esrarengiz bir şekilde kendisini duyurmayı başarıyor ve dile getirdiği açıklama ihtiyacı bizi uyandırmaya yetiyor. Hasta adamın kulaklarından bir anlığına pamukları çıkarsak, bir anda ses bütün ışığıyla nüfuz eder, batan bir güneş misali göz kamaştırır ve yeniden dünyaya getirir; sürgün edilmiş sesler apar topar kalabalığın içindeki yerini alır; seslerin dirilişi sanki melek korolarının okuduğu ilahiler gibi gelir kulağımıza. Boş sokaklar, bir anlığına şarkı söyleyen tramvayların dönen tekerlerinden çıkan pır pır sesleriyle dolar. Yatak odasının kendisinde bile hasta adam, Prometheus gibi ateşi yaratamasa da ateşin sesini yaratır. Pamuk tıkaçlarının sayısını azalttığımızda ya da arttırdığımızda, dış dünyanın yankılanan sınırlarına eklediğimiz iki pedalın birine sonra ötekine değişmeli olarak basıyormuş gibi oluruz.
Şu var ki, geçici olmayan ses bastırmaları da vardır. Tamamen sağır olan birisi, yatmadan önce bir bardak sütü bile ısıtamaz, her saniye gözü üstünde olmalı, yaklaşan kar fırtınasını andıran açık kapaktaki beyaz arktik yansımaları görünce bu uyarıcı işaretlere biat edip (Tanrı’nın dalgaları geri çektiği gibi) elektrik bağlantısını kesmesi mantıklı bir hareket olur; çünkü kaynayan sütün kabaran baloncukları sarsıntılı bir şekilde yükselip yanlardan zirve noktaya kadar ulaşır, kaymağı alınmış yüzeyi denize açılan bir teknenin yelkeni gibi şişer, teknenin dışına dökülen inci taneleri misali birazı sürüklenir; eğer elektrik fırtınası zamanında dindirilirse, yelkenler kendi üzerine düşüp azalan gelgitle manolya yapraklarına dönüşür. Fakat hasta adam gerekli önlemleri almakta elini çabuk tutmazsa, hemen ardından, yükselen süt dalgaları kitaplarını ve saatini boğacak; seçkin bir devlet adamı ya da ünlü bir yazar olmasına rağmen, ona beş yaşındaki bir çocuktan daha fazla zekâya sahip olmadığını söyleyen yaşlı hemşireyi çağırmak zorunda kalacak. Sair zamanlarda büyülü odada bizimle kapı arasında, az evvel orada olmayan bir adam beliriverir; sözlü iletişimden pek hoşlanmayan kişiler için çok huzur verici olsa da tıpkı kukla gösterisindeki bir figür gibi sadece el hareketleri yapan bu kişi içeri girdiğini duymadığımız bir ziyaretçidir. Tamamen sağır olan bu adam, bir duyu kaybının, dünyaya güzellik kazandırdığını düşünerek sesin henüz yaratılmadığı âdeta cennet gibi bir dünyada mest olmuş şekilde dolaşır. En yüksek şelaleler, cennetin ırmaklarını andıran kristal şeritler hâlindeki cama benzeyen denizden daha durgun olan gözleri için şölen sergiler. Sağır olmadan önce ses onun için hareketlerin sebebiyle süslenmiş somut şekillerdi, sessiz hareket eden nesnelerse sebepsiz hareket ediyorlarmış gibi görünür; tüm yankılanan niteliklerinden yoksun kaldıktan sonra, kendiliğinden bir aktivite sergiler, canlı görünürler. Kendiliğinden hareket ederler, dururlar, yanarlar. Tarih öncesi zamanlardaki kanatlı canavarlar misali kanatlanıp gözden kaybolurlar. Sağır adamın yalnız ve komşusu olmayan evindeki işler, hastalığının henüz başlarında daha tedbirli, daha sükûnet içinde yapılırken, artık sessizce, dilsizler tarafından âdeta peri masallarındaki kralın sarayında olduğu gibi ustalıkla yapılıyor. Sağır adamın pencereden baktığında gördüğü bina -kışla, kilise ya da belediye binası- tıpkı sahnede olduğu gibi yalnızca dekordan ibaretti. Bir gün yerle yeksan olursa, bir toz bulutu yayılacak ve geriye sadece birkaç moloz kalacaktır; o kadar az olmasa da sahnedeki bir saraydan bile daha az malzemesi olduğundan, ağır taş blokların düşmesi, egemen olan sessizliğin saflığını herhangi bir sesin bayağılığıyla kirletmesine imkân vermeden büyülü evrenin zeminiyle bir olacaktır.
Beklediğim küçük kışla odasında hüküm süren göreceli sessizlik çok geçmeden bölündü. Kapı açıldı ve Saint-Loup monokl gözlüğünü düşürerek içeri daldı.
“Ah Robert’ciğim, insan kendisini burada çok rahat hissediyor, burada yemek yiyip uyumama izin verilseydi ne kadar güzel olurdu.” dedim ona.
Şüphesiz mevzuata aykırı olmasaydı, hüzünle tatlandırılmamış olan huzuru burada tadabilirdim, zamanın eylem şekline büründüğü kışla denen o büyük cemiyet, gaflete düşmüş binlerce ruhun, bakımsız ve kontrol edilen binlerce iradenin koruduğu bu huzur, ihtiyat ve mutluluk havasını himayesi altına almış, dışarıda hüzünle çalan çanlar yerini, savaş çağrısında bulunan borazanlara bırakmıştı; borazanların çınlayan hatırası, güneş ışığında süzülen kum taneleri gibi şehrin sokaklarında hayat buluyordu; herkesin duyacağından emin olunan aynı zamanda müzikal bir çınlamaydı; çünkü bu yalnızca otoriteye boyun eğmenin değil mutluluğa yol gösteren bilgeliğin de emriydi.
“Yani otele tek başınıza gitmektense burada benimle kalmayı mı tercih ediyorsunuz?” diye sordu Saint-Loup gülümseyerek.
“Ah, Robert, bu konuda dalga geçmeniz hiç hoş değil.” diye savunmaya geçtim; “Bunun imkânsız olduğunu, orada ne kadar perişan hâle geleceğimi siz de çok iyi biliyorsunuz.”
“Öyle mi! Beni şımartıyorsunuz!” diye cevapladı. “Bu gece burada kalmayı tercih edeceğiniz öncesinden aklıma geldi. Yüzbaşı’ya sorduğum şey de tam olarak buydu.”
“İzin verdi mi peki?” diye haykırdım.
“İtiraz bile etmedi.”
“Ah! Ona hayranım!”
“Hayır, o kadar da abartmayın. Durun, şimdi emir erimi çağırayım da akşam yemeğimizin icabına baksın.” diye ekledi, ben gözyaşlarımı saklamak için arkamı dönerken.
Saint-Loup’nun birbiri arkasına içeri giren arkadaşları yüzünden birkaç kez konuşmamız yarıda kesiliyor, Saint-Loup’ysa onları tekrar tekrar kovuyordu.
“Çık dışarı. Defol!”
Kalmalarına izin vermesini istedim.
“Hayır, gerçekten olmaz, içinizi bayarlar; hepsi kültürsüz insanlar, tek bahsettikleri şey at yarışı ya da ahırdır. Üstelik onları odamda istemiyorum; dört gözle beklediğim bu değerli anı mahvetmelerine izin vermeyeceğim. Fakat onların kafasız olduğunu söylediğimde sakın askerî alanda da öyle olduklarını düşünmeyin. Katiyen öyle değiller. Burada görev yapan bir binbaşı var, gerçekten harika bir adam. Bize bir keresinde askerlik tarihini bir ispatı, bir cebir problemini anlatır gibi anlatmıştı. Estetik açıdan bile, eline su dökemeyeceğimiz hem tümevarımsal hem de tümdengelimli ilginç bir güzelliğe sahiptir.
“Bu gece burada kalmama izin veren komutan o değil mi?”
“Hayır, Tanrı’ya şükür o değil! Bu kadar önemsiz bir şey için ‘taptığınız’ adam yeryüzünde var olan en ahmak kişidir. Bir tek yemekhane ve teçhizatların teftişinde mükemmeldir, başçavuş ve terzi ustasıyla saatler geçirir. İşte böyle bir zihniyete sahip bir insan. Bunlar bir kenara, buradaki herkes gibi, size bahsettiğim mükemmel binbaşıya büyük nefret duyar. Mason olduğu ve günah çıkarmadığı için kimse onunla konuşmaz. Borodino Prensi asla böyle bir adamı evinde ağırlamazdı. Büyük-büyükbabası küçük bir çiftçi olan ve Napolyon Savaşları olmasaydı muhtemelen kendisi de çiftçi olacak bir adam için büyük cüretkârlık. Sosyetedeki belirsiz konumundan bihaber değildi aslında. Jokey Kulübü’ne de nadiren gidiyor, kendisi o konularda da berbat olduğundan, sözüm ona prens.” diye ekledi, aynı taklitçi tutumla kâh öğretmelerinin toplumsal teorilerini kâh akrabalarının dünyevi ön yargılarını benimsediğinden, farkında olmadan insanlığın demokrasi aşkıyla imparatorluğun asaletini hor görmeyi birleştiren Robert.
Yengesinin fotoğrafına bakıyordum; bu fotoğrafın Saint-Loup’ya ait olduğunu bildiğimden, belki bana verebileceğini düşünmem Saint-Loup’yu daha fazla sevmemi sağladı; bunun karşılığında ona binlerce kez teşekkür etsem bile az kalırdı. Çünkü bu fotoğraf, Mme. de Guermantes’la o zamana kadar olan karşılaşmalarımdan yeni biri daha idi; dahası bu karşılaşma epeyce uzundu, sanki ilişkimizde ani bir adım atmışız, Mme. de Guermantes hasır şapkasıyla yanımda durmuş ve ilk defa (şimdiye kadar onun geçişinin hızlılığı, izlenimlerimin şaşkınlığı, hafızamın kusurlu olmasından hiç gün yüzüne çıkmayan) o dolgun yanaklarını, o kıvrımlı boynunu, o sivrilen kaşlarını seyretmeme izin vermiş gibiydi; bunları seyretmek, yüksek boyunlu, uzun kollu korsesi dışında hiç görmediğim bir kadının kollarını, göğsünü seyretmek kadar şehvetli bir keşif, paha biçilmez bir lütuftu. Bana âdeta izlenmesi yasak bir manzara gibi görünen bu hatları, benim için bir değeri olan tek geometri kitabını incelercesine inceledim. Daha sonra Robert’e baktığımda, onun da yengesinin fotoğrafına biraz benzediğini ve bunun benim esrarengiz sürecim kadar ilginç olduğunu fark ettim; çünkü yüzü tıpatıp aynısı olmasa da ikisinin de ortak bir kökeni vardı. Combray görüntüsüyle iliştirilmiş olan Guermantes Düşesi’nin yüz hatları, bir şahin gagasını andıran burnu, delici gözleri, yengesininkiyle neredeyse birebir aynı olan Robert’in yüzünün oluşmasında -çok daha narin bir tene sahip olan Düşes’in sınırlı ve benzer bir kopyası misali- bir rol model olmuş gibiydi. Robert’in yüzünde, Guermantes’lılara özgü, mitoloji çağında bir tanrıçayla bir kuşun birleşiminden meydana gelmiş gibi görünen, tanrısal ihtişamın iz düşümünü kendisinden emin hâlde dünyanın ortasında bir başına korumayı başarmış bir ırkı anımsatan karakteristik hatları hayranlıkla izliyordum.
Robert, sebebini bilmediği benim bariz şefkatimden etkilenmişti. Şömine ateşinin sıcaklığı ve şampanyanın bende yarattığı rahatlama hissini arttırıyor, üstelik alnımı boncuk boncuk terlerle, yanaklarımı da gözyaşlarıyla nemlendiriyor, yediğim kekliklere damlıyordu; kekliğimi, soyutladığı, inanmadığı bir yaşam formuna gözleriyle şahit olmuş inançsız bir ölümlünün hissettiği türden sessiz bir şaşkınlıkla yiyordum, başka bir deyişle, Tanrı’nın varlığına inanmayan bir insanın bir papaz evinde nefis hazırlanmış akşam yemeğini yerkenki sessiz şaşkınlığıyla. Ertesi sabah uyandığımda, ayağa kalkıp Saint- Loup’nun odası çok yüksekte olduğundan tüm kırsal bölgeyi gören döküm penceresinin yanına gittim, yeni komşum olan kırlarla tanışmanın heyecanı vardı üstümde, bir gün önce çok geç saatte geldiğim için gecenin karanlığı altında çoktan rüyalara daldığımdan ayırt edememiştim. Yine de her ne kadar erken uyanmış olsam da pencereden dışarı baktığım zaman tek gördüğüm şey, bir kır evinin penceresinden göle doğru bakan birisinin gördüğü gibi hâlâ üzerine örttüğü yumuşak, beyaz, sisten yapılmış sabahlığını giymiş kırlardı, onun haricinde neredeyse hiçbir şeyi göremiyordum. Fakat meydandaki atları tımarlamaya gelecek olan askerler işlerini bitirmeden önce sabahlığını bir kenara koyacağının farkındaydım. Bu arada görebildiğim tek şey, kışlanın kenarına doğru uzanan, karartılarından çoktan arındırılmış, pürüzlü, çıkıntılı, cılız bir tepecikti. Saydam kırağı perdesinin içinden, beni ilk defa gören bu yabancıdan gözlerimi alamadım. Fakat kışlaya gelmeyi alışkanlık hâline getirdiğimde, tepenin orada olduğunu, görmediğim zaman bile, olmayan ya da ölü bir arkadaş olarak, yani varlığının inancına sahip olmadan düşündüğüm, Balbec’teki otelden, Paris’teki evimizden daha gerçekçi olduğunun bilincinde olmak şuna sebep oldu: Ben farkında olmasam bile, tepenin yansıyan şekli Doncières’de edindiğim en ufak izlenimimde bile kendini belli ediyordu; bütün bunların arasında, gözlemevi misali tepeyi rahatlıkla görebildiğim bu rahat odada Saint-Loup’nun emir erinin hazırladığı sıcak çikolatanın vermiş olduğu mutlulukla güne başladım, kaldı ki her yeri örten sis yüzünden tepeye bakmak dışında bir şey yapmam imkânsızdı. Tepenin şeklini içine çeken, sıcak çikolatanın tadıyla bu zaman zarfındaki düşünceler zincirimle birleşen sis, hiç düşünmeyişime rağmen o zamanki tüm düşüncelerimi nemlendirmeyi başardı; tıpkı büyük, erimeyen altın parçacıklarının hafızamdaki Balbec izlenimiyle ilişkilenmesi ya da dış taraftaki siyahımsı kum taşından yapılma merdivenlerin zihnimdeki Combray izlenimime grilik katması gibi. Ancak sis, günün ilerleyen saatlerine kadar hâkimiyetini sürdüremedi; güneş başta işe yaramayan fakat nihayetinde ışıltıyı sağlayacak birkaç mızrak parıltısı fırlattı. Tepenin ağarmış taraflarının maruz kaldığı güneş ışınları, bir saat sonra kasabaya indiğimde duvarlara yapıştırılan seçim afişlerinin kırmızı ve maviliklerine, sonbahar yapraklarının kızıllığına öylesine moralimi yükselten bir coşku katıyordu ki üzerinde zıplamamak için kendimi zor tuttuğum kaldırımlarda şarkı söyleyerek ilerliyordum.
Fakat ilk geceden sonra otelde uyumak zorunda kaldım. Orada üzülmeye mahkûm olacağımın önceden farkındaydım. Üzüntü, hayatım boyunca bulunduğum her yeni yatak odasının, yani her yeni odanın yaymış olduğu nefes alınması imkânsız bir koku gibiydi; çoğunlukla kaldığım odadaysa ben yoktum, zihnim başka bir yerde kalırken yerine aşinalık duygusunu gönderirdi. Oysa kendimden daha az duyarlı bir hizmetçiyi işlerimle ilgilenmesi için, ondan önce ve kendi başıma varabileceğim, yıllarca aradan sonra yeniden keşfettiğim fakat hiç değişmeyen, Combray’den bu yana, Balbec’e ilk gidişimde açılmamış bir bavula sırtımı yaslayıp hiçbir teselli bulmadan ağlamamdan bu yana hiç büyümeyen ‘kendimi’ bulduğum yere gönderemezdim.
Nitekim yanılmışım. Üzülecek vaktim olmadı, çünkü bir an bile yalnız kalmadım. Gerçek şu ki, eski saraydan geriye, modern bir otelde yeri olmayan, herhangi bir pratik faydası bulunmayan, uzun boş zamanların büyüsünde hayat kazanmış dekorasyon ve yapının fuzuli şatafatı kalmıştı; dört bir yanı saran, amaçsız gezintilerle sürekli aynı yerden geçen dolambaçlı koridorlar, koridor kadar uzun, salon kadar gösterişli, bir konutun parçasını oluşturmaktan ziyade oranın sakiniymiş gibi bir havası olan, herhangi bir odanın bir uzantısı olmayı başaramamış fakat benimkinin etrafını saran ve beraberindekileri benle tanıştıran işsiz güçsüz fakat çıt çıkarmayan komşuları andıran holler; sessiz olmaları koşuluyla kalmalarına ve odalarının kapısında misafir kabul etmelerine izin verilen ve beni her gördüğünde sessizce selamlayan sözüm ona komşular. Uzun lafın kısası, günden güne basit bir kap hâlini almakta olan, bizi yalnızca soğuktan ve başka insanların bakışlarından koruyan bu konut kavramının burasıyla yakından uzaktan alakası yoktu; odalar topluluğu, sessizlik içinde yaşayan bir insan kolonisi kadar gerçekti; fakat bir insan içeri girdiğinde, onlarla karşılaşmaya, onlardan kaçınmaya, onları müteşekkir etmeye mahkûmdu. Onları rahatsız etmemeye çalışır, on sekizinci yüzyıldan kalma eski altın perdelerin arasında, boyalı tavanın bulutları altında yayılmayı alışkanlık hâline getirmiş büyük salona saygısını sunmadan geçemezdi. Simetriye aldırış etmeden etrafını saran, üç yarım basamakla kolaylıkla ulaşabildikleri bahçeye kadar uzanan odalara gelecek olursak, insan onları daha kişisel bir merakla ele alıyordu.
Asansöre binmeden ya da ana merdivende görünmeden dışarı çıkmak ya da girmek istediğimde, artık kullanılmayan, bir basamağın ötekine olan yakınlığıyla ustaca tasarlanmış daha küçük özel bir merdiven çıkıveriyordu karşıma; renklerinde, kokularında, tatlarında genellikle özgün, duyusal haz uyandıran türden mükemmel bir orantıya sahipti bu basamaklar. Ancak yukarı çıkmanın ve aşağı inmenin verdiği zevki tatmak için buraya gelmem gerekiyormuş, tıpkı bir keresinde, nefes alma eyleminin -bir ihtiyaçken farkına varılmayan- daimî bir zevk olduğunu anlamak için Alpler’deki bir kaplıcaya gitmemin gerekmesi gibi. Daha öncesinde tanıdığım, sanki onlara sahipmişim hissiyatını veren basamağın üzerine ilk adımımı attığımda, uzun süre kullandığımız şeylerin bize bahşettiği, bizi gayretten kurtaran alışmışlığı hissettim; uzun zaman önce her gün misafir ettiği efendileri tarafından somutlaşan, henüz benim sahip olamadığım fakat sahip olduğum zaman gücünü kaybedecek olan alışkanlıklarımın olası büyüsünü barındırıyormuş gibiydi. Odalardan birinin kapısını açtım; çifte kapılar arkamdan kapandı; perdenin içeriye hapsettiği sessizlikte kendimi bir tür keyfi yerinde hükümdarmış havasına büründürdüm; pirinç işlemelerle süslenmiş -sanat dünyasının yalnızca böyle yansıtıldığını düşünmek yanlış olurdu- mermer şömine rafından alevlerin sıcaklığı bana kadar ulaşıyor, kısa ayaklı ufak bir taburede oturmak, şöminenin önüne serilen halıya uzanırmışçasına bir rahatlıkla ısınmamı sağlıyordu. Duvarlar, dünyanın geri kalanından ayırırcasına odayı kucaklıyor, onu tamamlayan şeyleri çevreleyip içine alıyor, kitaplığa ve yatağa yer açmak için her iki tarafındaki sütunun üstünde duran girintinin yükseltilmiş tavanını havadar bir şekilde kaldırıyordu. Oda kendisi kadar büyük iki dolapla derinliğine derinlik katmıştı; ikinci dolabın olduğu duvardan sarkan, süsen çiçeğinin köklerinden yapılma bir tespihin yaydığı şehvet uyandırıcı koku odayı kaplıyordu; en iç tarafta kalan odada inzivaya çekilirken kapıları açık bıraksaydım, odanın hacmi, orantıyı bozmadan normal boyutunun üç katına çıkmakla kalmayıp gözlerimin yoğunlaşmadan sonra rahatlamanın vermiş olduğu hazzı tattırma fırsatı sunup aynı zamanda hâlâ dokunulmazlığını korusa da artık hapsolmuş gibi olmayan yalnızlığıma özgürlük hissini ekledi. İnzivaya çekildiğim bu küçük oda bir avluya bakıyordu; ertesi sabah gözlerim onun üstüne düştüğünde, hiçbir pencerenin açılmadığı bu yüksek duvarların arasına hapsolmuş, yukarısındaki saf gökyüzüne pembemsi bir yumuşaklık verecek kadar sararmış iki ağaçtan başka bir şeyi olmayan bu yalnız yabancının komşum olduğunu görünce çok mutlu oldum.
Yatmadan önce periler diyarındaki krallığımın tamamını keşfetmek için odadan ayrılmaya karar verdim. Uzun bir koridordan yürüyerek aşağıya indim; bu koridor uyku tutmadığında bana sunabileceği her şeyi önüme sermesiyle takdirimi kazanmıştı: Bir köşeye yerleştirilmiş koltuk, bir klavsen,24 duvara yaslanmış bir masa ve üzerinde sineralya çiçekleriyle dolu mavi çömlek, bir vazo ve eski bir çerçeve içindeki pudralı saçları mavi çiçeklerle süslenmiş, elinde bir demet karanfil tutan bir kadının silüeti. Koridorun sonuna geldiğimde, hiçbir odaya açılmayan düz duvarda basitçe: “Artık geri dönmen gerekiyor, ancak gördüğün gibi burası senin de evin sayılır.” derken, lafa atlamayı ihmal etmeyen yumuşak halıysa, uykunun tutmadığı takdirde yalın ayakla üstünde gezebileceğimi hatta kırlara açılan panjursuz pencerelerin de bütün gece ayakta olacağını ve saatin kaç olduğuna bakmaksızın kimseyi rahatsız etmediğim takdirde yanlarına gitmekten çekinmemem gerektiğini de söylüyordu. Asılı duran perdenin arkasına gizlenmiş, duvarın kenarında duran, suçlu bir insan misali saklanan ve ay ışığıyla masmavi parıltılar saçan o küçük camının arkasından bana korkmuş bakışlar atan bir büfe gözümden kaçamadı. Yatağıma döndüm, ancak kuş tüyü yorganın, sütunların, zarif şöminenin varlığı dikkatimin, Paris’in ötesine gitmekte olan düşler trenime binmesine engel oldu. Uykumuzu sarıp sarmalayan, etkileyen, değiştiren, onları şu ya da bu geçmiş izlenimler dizisiyle aynı hizaya getiren de bu özel dikkatlilik hâli olduğu için, ilk gece rüyalarımı dolduran görüntüler, zihnimde çizmeyi alışkanlık hâline getirdiklerimden tamamen farklı bir anıdan esinleniyordu. Eğer uyurken kendimi sıradan anılarımı hatırlamaya sürüklemek isteseydim, alışık olmadığım yatak, döndüğüm zaman birçok uzuvlarımın pozisyonunu düzeltmek zorunda olduğum rahatsız edici dikkat duygusu hatalarımı düzeltmek, onları çözüme kavuşturmak ve hayallerime yeni bir seyir güzergâhı çizmem için yeterliydi. Dış dünyayı algılamamız aslında uykuyla aynıdır. Alışkanlıklarımızı şiirsel hâle getirmek için yalnızca bir değişikliğe ihtiyaç vardır; soyunurken farkında olmadan yatağın üzerinde uyuyakalmamız, hayal dünyamızın boyutlarının değişmesi ve güzelliğinin hissedilmesi yeterlidir. Uyanıp saatimize baktığımızda ‘dört’ olduğunu görürüz; saat daha sabahın dördüdür fakat bütün gün geçip gitmiş gibi düşünürüz; bu birkaç dakikalık uyku sanki göklerden bir emir sonucunda inen bir imparatorun altın tacı misali göz alıcı gelirdi. Sabahleyin büyükbabamın hazır olduğunu ve Méséglise tarafına doğru gitmek için beni beklediğini düşünüp üzülürken, penceremin altından geçen bir alay grubunun gürültüsüyle uyandım. Fakat defalarca kez araya giren -bunlardan bahsetmemin sebebi, insanlar yaşadıkları hayatı düzgün bir şekilde tasvir edemezler ta ki birisi çıkıp, denizin çevrelediği bir koy misali etrafını sarmalayan, dibe batmış düşünceleri gösterene kadar- uyku tabakası, müziğin şokunu kaldıracak kadar güçlü olduğundan hiçbir şey duymadım. Bazı sabahlarda bir anlığına da olsa dayanamadım; ama yine de uyumuş olmanın verdiği kadifemsi yumuşaklığında olan bilincime (lokal anesteziden sonra, ilk başta yapılan dağlama işlemine tamamen hissiz kalan, daha sonra hafif bir yanma hisseden uzuvlar misali), belli belirsiz, harika bir sabah cıvıltısıyla okşayan fifrelerin25 tiz notaları nazikçe nüfuz ediyordu; sessizliğin müziğe dönüştüğü bu kısa kesintiden sonra, daha süvariler geçmeden bile uykuya geri dalıyor; yeni tomurcuklanmış, fışkıran çiçek demetinin güzelliklerinden beni mahrum ediyordu. Bilincimin bu fışkıran sapların okşadığı kısmı o kadar dar, o kadar uykuyla kısıtlanmıştı ki, daha sonra Saint-Loup bana bandoyu duyup duymadığımı sorduğunda oradaki enstrümanların sesinin, gün boyunca en ufak bir gürültünün ardından kasabanın asfalt sokaklarından yankılanan sesler kadar hayalî olmadığından artık emin olamıyordum. Belki de bu sesi, uyanma korkusuyla ya da uyanıp geçit törenini görememe korkusuyla rüyamda görmüştüm. Çünkü çoğunlukla, gürültünün beni uyandıracağını düşündüğüm anda aksine istifimi bozmadan uyumaya devam ettiğimde, sonraki bir saat bir yandan pineklerken bir yandan da uyanık olduğumu hayal eder, beni bundan mahrum bırakan fakat yanılsamalarını gördüğüm izlenimine kapıldığım çeşitli sahneleri uykumun ekranında cılız gölgeler şeklinde kendi kendime canlandırırdım.
Gün içinde yapmaya niyetlendiğimiz bir şeyi, bir anda ortaya çıkan uyku nedeniyle ancak rüyada, yani seyri uyku tarafından çarpıtıldıktan sonra bilincimizin aktif olmadığı yerde gerçekleştirebiliriz. Aynı durum farklı dallara ayrılarak bambaşka bir şekilde son bulabilir. Söylenen onca şeye rağmen, uyurken yaşadığımız dünya o kadar farklıdır ki uyumakta güçlük çeken insanların birinci önceliği bu dünyaya girmektir. Saatlerce gözleri kapalı çaresizce kurduğu, gözleri açıkken ki düşündüklerine de benzer düşünceler zihinlerinde dönüp durduktan sonra, düşünme yasalarının biçimsel çelişkisindeki bir argümanın ağırlığı altına sürünerek girdikleri o son dakikada yeniden cesaret buluyorlar; bunun farkına varmaları ve bu kısa ‘dalgınlık’, belki de şu anda gerçeklik algısından kaçabilecekleri, ‘iyi’ bir gece geçirmelerini sağlayacak olan aşağı yukarı biraz uzakta olan dinlenme alanına ilerleyebilecekleri bir kapının açık olması anlamına geliyordur. Zira çoktan sırtımızı gerçekliğe döndüğümüzde, bir yandan ‘kendi kendini telkin’ edenlerin -cadılar gibi- hayalî hastalıklara ya da sinirsel bozuklukların tekrarlanmamasına karşı sihirli karışımlar hazırladığı, bir yandan da bilinçsiz uyku sırasında biriken fırtınanın uykuyu bölecek kadar kuvvetle patlak vereceği saati kolladıkları mağaraya ulaştığımızda büyük bir adım atmış oluruz.
Oradan çok da uzakta olmayan özel bir bahçede garip çiçekler gibi birbirinden çok farklı uyku türleri yeşerir: Bünyesinde barındırdığı fazla sayıdaki eter özünden dolayı uykuyu tetikleyen tatula, belladonna, afyon, kediotu çiçeklerinin kokusunu içlerine çekmekten başka bir niyeti olmayan ziyaretçiler, uzun saatler boyunca tuhaf rüyalara, şaşkın şaşkın etraflarına bakmalarına sebep olacak o dokunuşu yaptığı güne kadar kapalı kalırlar. Bahçenin sonundaki manastırın açık pencerelerinden, uykuya dalmadan önce anlatılan ve yalnızca uyanıldığı zaman hatırlayacakları derslerin sesleri duyulur; o esnada uyanılan anın habercisi olan biyolojik saatin tik takları yankılanır; bu endişemiz bu saati öylesine kusursuz ayarlamıştır ki uyandırmak için odaya giren hizmetkârımız: “Saat yedi oldu.” diyemeden önce bizi uyanık ve hazır bir hâlde bulur. Rüyalarımıza açılan, içinde aşk üzüntülerini maziye gömme işinde başarısız olan hatta bazen anımsamalarla büyük bir kâbusa dönüşen bu odanın loş duvarlarında, uyandıktan sonra bile rüyalarımızın hatıraları asılı kalır; fakat öylesine karanlıkta kalmıştır ki bu hatıralar, onları ancak öğleden sonra benzer bir fikrin yaydığı yayvan ışıltılarla gelişigüzel üzerlerine yansıdığında görürüz; bazıları biz uyurken parlak bir ahenge sahiptirler fakat öylesine biçimsiz bir hâle bürünürler ki onları tanıyamadığımızdan, bir an önce, çürümüş cesetler ya da çok ciddi şekilde hasar görmüş neredeyse toz hâline gelmiş, en yetenekli restoratörün bile eski hâline getiremeyeceği harabeler misali toprağın altına gömmek isteriz. Kapının yanında bulunan bir taş ocağında derin uykularımız, beyni kırılmaz bir sırla kaplayan maddenin onarımı araştırmak ve uyuyan kişiyi uyandırmak için, sahip olduğu irade, güneşin altın gibi parıldadığı sabahlarda bile, genç bir Siegfried gibi tüm gücüyle darbeler indirmek zorunda kalır. Bunun ötesinde, doktorların akılsızca, uykusuzluktan daha çok bizi yorduğunu ileri sürdüğü, oysa aksine, düşünen kişilerin düşünce baskısından kurtulmasını sağlayan kâbuslar yer alır; aslında bu kâbuslar, hızla iyileşmesi için müdahale edilmeyen, ciddi bir kaza sonucunda hayatlarını kaybeden akrabalarımızın hayalî albümleridir. Öldükleri ana kadar onları küçük bir fare kafesinde tutarız; beyaz farelerden daha ufak bedenleri büyük kırmızı noktalardan filizlenen tüylerle kaplı ve aynı zamanda Cicerovari bir konuşma tarzına sahiptirler. Bu albümün yanında, uyandıran bir plak döner; bunun sonucunda bir an için, elli yıl önce yıkılmış bir eve apar topar dönmek zorunda kalmanın sıkıntısına teslim oluruz; yalnız diskin dönmeyi bıraktığında sunduğu ve açık gözlerle göreceğimiz şeyle örtüşen o anıya ulaşana kadar uyku diğer unsurlar tarafından uzaklaşır, hafızası yavaş yavaş silinir.