banner banner banner
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt


Hikâyemiz en son, Baochai’in cenaze için getirdiği kıyafetleri alsın diye Jinchuan’ın annesinin çağrıldığından söz etmişti. Kadıncağız gelince Wang Hanım onu içeri odaya aldı, fazladan bazı mücevherler de hediye ettikten sonra, merhum kızın ruhunu kurtarmak için sutra okumak üzere Budist rahipler getirtmeyi teklif etti. Jinchuan’ın annesi secde ederek teşekkürlerini sundu ve hediyeleri alıp gitti.

Baoyu, Jia Yucun’la görüşüp geri dönerken, Jinchuan’ın utançtan dolayı intihar ettiği haberi kulağına geldi. Büyük bir şok içinde annesinin yanına gittiğinde, kadının suçlamalarına ve azarlamalarına maruz kaldı; hiçbir şey diyemedi. Baochai’in gelişi sessizce oradan kaçması için bir fırsat yarattı. Hâlâ şaşkınlık içinde, nereye gittiğini bilmeden, ellerini arkasında kenetleyip, başı önünde, iç çekerek dolaşıp durdu. Sonra kendisini ana kabul salonunun önünde buldu; konağın girişini kapatan ruh perdesini dönünce, karşı taraftan gelen birisine çarptı.

“Dur bakalım!” dedi karşısındaki kişi, sert bir şekilde.

Baoyu kafasını kaldırıp bakınca, babasını gördü. Elinde olmadan korkuya kapılıp, elleri yanına düştü, hemen saygı duruşuna geçti.

“Evet.” dedi Jia Zheng. “Bu iç geçirmelerin, sıkkın ve perişan hâllerin ne anlama geldiğini açıkla bakalım. Yucun seni çağırdığında gelmen çok zaman aldı; sonunda lütfedip boy gösterdiğinde de neşeli tek kelime etmeden, cansız ve moralin bozuk bir hâlde durdun. Şimdi de iç çekiyorsun. Yüzünden düşen bin parça. Ne demek oluyor bunlar? Memnun olmadığın ne var? Gel, otur! Neden böylesin anlat.”

Baoyu normalde hazırcevaptı ama Jinchuan için duyduğu keder zihnini o kadar esir almıştı ki (o anda seve seve onunla yer değiştirebilirdi) babasının sözlerini duyduğu hâlde, anlamlarını kavrayamadı ve aptal aptal bakakaldı. Onun bu sersemlemiş sessizliği ve her zamanki çevikliğiyle cevap vermemesi, başta kızgın olmayan Jia Zheng’ı çok sinirlendirdi. Tam ters bir şey söylemek üzereyken, dış kapıdan bir hizmetkâr Zhongshun Prensi’nin başkâhyasının geldiğini haber verdi.

Jia Zheng çok şaşırdı.

“Zhongshun Prensi mi?” diye düşündü. “Onunla hiçbir ilgim yok ki. Neden şimdi bana birini gönderdi acaba?”

Sonra hemen kabul salonuna alınmasını söyleyip hızla üzerini değiştirmeye gitti. Salona girdiğinde, prensin sarayındaki başkâhya olduğunu gördü. Karşılıklı selamlaştıktan sonra, iki adam oturdular, çay servisi yapıldı. Başkâhya geleneksel incelikleri kısa kesip doğrudan konuya girdi.

“Soylu bir âlimi evinde böyle rahatsız ettiğim için cüretimi bağışlayın ama ziyaret amacıyla değil, Ekselanslarının emri üzerine geldim. Eğer lütfederseniz, sadece Ekselansları memnun olmakla kalmayacak, ben ve meslektaşlarım da size minnettar olacağız.”

Bu adamın neden gelmiş olabileceğini düşünemeyen Jia Zheng daha çok şaşırdı; Prens için saygıyla ayağa kalkıp kibarca gülümsedi.

“Benim için Ekselansları’ndan emir getirdiniz yani? Açıklayacak olursanız, yerine getirmekten memnuniyet duyarım.”

“Yerine getirilecek bir şey değil, Lordum.” dedi adam. “Sizden beklediğimiz sadece birkaç kelime. Sarayda kadın rolleri oynayan Qiguan adında genç bir aktör vardı; daha önce herhangi bir sorun çıkarmamıştı ama birkaç gün önce ortadan kayboldu. Aklımıza gelen her yere bakmamıza rağmen nerede olduğunu bulamadık. Şehrin içinde ve dışında geniş çaplı bir araştırma yapınca, konuştuğumuz insanların onda sekizi, son zamanlarda onun, ağzında değerli bir taşla doğan genç beyefendiyle çok yakın olduğunu söyledi. Tabii ki başka birisinin evine girdiğimiz gibi buraya gelip araştırma yapamazdık. Dönüp Ekselansları’na konuyu bildirdik. Ekselansları, yüz sıradan aktörün kaybolmasını sükûnetle karşılasa da bu Qiguan, kendisinin arzularını tahmin etme konusunda çok becerikli ve iç huzuru için çok gerekli olduğundan, ondan vazgeçmesinin mümkün olmadığını söyledi. Bu yüzden oğlunuzdan Qiguan’ın dönmesine izin vermesini istemeniz için geldim. Böylelikle sadece Prens’in sonsuz minnetini kazanmakla kalmayıp, beni ve meslektaşlarımı da yorucu ve nafile bir araştırmadan kurtarmış olacak.”

Başkâhya eğilip selam vererek konuşmasını bitirdi.

Duyduklarına çok şaşıran ve öfkelenen Jia Zheng hemen Baoyu’yü çağırttı. Nedenini bilmeyen Baoyu aceleyle geldi.

“Seni sefil serseri!” diye gürledi babası. “Evdeyken çalışmalarını aksattığın yetmedi, dışarıda da kabahatlerine devam ediyorsun demek. Sürekli adını duyduğum bu Qiguan meğer Zhong-shun Prensi’nin hizmetindeymiş. Sen nasıl oluyor da korkunç bir arsızlıkla onu ayartıp, beni kabahatlerinin sonuçlarına muhatap ediyorsun?”

Baoyu bu soru karşısında afalladı.

“Bu konuda hiçbir bilgim yok gerçekten.” dedi ve ağlamaya başladı. “Onu ayartmak bir yana, kim olduğunu bile bilmiyorum.”

Jia Zheng konuşmaya devam edemeden, başkâhya alaycı bir gülümsemeyle atıldı.

“Gizlemeye gerek yok, genç beyefendi. Onu burada saklamıyorsanız bile, nerede olduğunu bildiğinizden eminiz. Her iki durumda da doğrudan söylemeniz ve bizi dertten kurtarmanız çok iyi olur. Size minnettar olurum.”

“Gerçekten bilmiyorum.” dedi Baoyu. “Yanlış bilgi almış olmalısınız.”

Başkâhya yine alaycılıkla güldü.

“Elbette ki söylediklerim konusunda kanıtlarım var ve beni babanızın önünde bunlardan söz etmeye zorlamakla iyi etmiyorsunuz. Qiguan’ı tanımadığınızı söylüyorsunuz. Çok güzel. O zaman söyler misiniz ona ait olan belinizdeki bu kırmızı kuşak buraya nasıl geldi?”

Baoyu ağzı açık adama bakakaldı, cevap veremeyecek kadar şaşkındı.

“Böyle özel bir konuyu bile biliyorsa, onu kandırma ihtimalim hiç yok demektir. En iyisi başka bir şey daha söylemeden, mümkün olduğunca çabuk ondan kurtulmak.” diye düşündü.

“Onun hakkında bu kadar çok şey bulmayı başardığınıza göre, ev almak gibi önemli bir şeyi kaçırmanıza çok şaşırdım.” dedi, dili çözülerek. “Duyduğuma göre, şehrin on kilometre doğusunda, Kızılağaç Kalesi denilen yerde bir ev ve birkaç dönüm arsa satın almış. Herhâlde oradadır.”

Başkâhyanın yüzü aydınlandı.

“Eğer öyle diyorsanız, o zaman kendisini orada bulacağımıza hiç şüphe yok. Hemen gidip bakacağım. Bulursam, bir daha karşınıza çıkmam ama eğer bulamazsam, gelip daha derin bir araştırma yapacağım.”

Böyle dedikten sonra dönüp hızla yürüdü.

Gözleri alev saçan, ağzı öfkeden yamulan Jia Zheng, onu geçirmek için arkasından gitti. Salondan çıkarken de Baoyu’ye dönüp, “Burada bekle! Dönünce seninle görüşeceğiz.” dedi.

Başkâhyayı yolcu ettikten sonra geri dönerken, Jia Huan iki üç hizmetkârıyla beraber karşısına çıktı. Zaten öfkeli olan adam, “Dövün şunu!” diye emretti adamlarına.

Babasını görünce korkudan pelte gibi titreyen Jia Huan zaten hemen durup başını önüne eğmişti.

“Bu da ne demek oluyor?” diye gürledi Jia Zheng. “Sana göz kulak olması gereken onca insan nerede? Sen etrafta koşuştururken onlar eğlenmeye mi gittiler?”

Okula giderken Huan’a eşlik eden hizmetkârlara seslenirken, Jia Huan babasının öfkesini kendi kötü niyeti için kullandı.

“Öncelikle bir yere koşuşturmuyorum, baba; intihar eden hizmetçinin cesedini gördüğüm kuyuya geri gidiyordum. Kafası kocaman olmuş, bütün vücudu sudan şişmişti. O kadar korkunçtu ki dayanamayıp kaçtım.”

Jia Zheng dehşete kapıldı.

“Ne diyorsun sen? Kim intihar etti? Ailemizde hiç görülmemiş bir şey bu! Ailemiz çalışanlarına karşı her zaman hoşgörülü ve nazik davranmıştır. Bu bizim geleneğimizdir. Galiba son yıllarda ev meseleleriyle ilgilenmeyi ihmal ettiğim için oluyor bunlar. Sorumluluğu olanlar yetkilerini kötüye kullanma cüreti gösteriyorlar ve sonunda böyle korkunç bir şey meydana geliyor, masum biri canından oluyor. Bu bir duyulsa, atalarımız için ne büyük bir utanç olur!” Sonra Jia Lian, Lai Da ve Lai Xing’i çağırdı.

Birkaç hizmetkâr onları getirmeye giderken, Huan ileri atılıp diz çöktü, babasının ceketinin eteklerine yapıştı.

“Bana kızma, baba!” diye yalvardı. “Wang Hanım’ın odasındaki hizmetçilerden başka kimsenin haberi yok. Annem dedi ki…”

Sustu ve etrafına baktı; Jia Zheng hemen anladı ve bir işaretiyle etraftaki hizmetkârları gönderdi. Jia Huan neredeyse fısıltıyla sözlerine devam etti.

“Annem, önceki gün Wang Hanım’ın odasında ağabeyim Baoyu’nün hanımefendinin Jinchuan adlı hizmetçisine tecavüz etmeye kalktığını söyledi. Kız izin vermeyince, Baoyu onu dövmüş. Jinchuan o kadar üzülmüş ki kendisini kuyuya atıp boğulmuş…”

Öfkeden yüzü korkunç bir altın varak rengine dönen Jia Zheng, Huan daha cümlesini bitiremeden haykırdı.

“Baoyu’yü getirin! Hemen!”

Çalışma odasına doğru giderken karşısına çıkan herkese bağırdı.

“Eğer bu sefer de biri beni durdurmaya kalkarsa, evimi, mülkümü, bakanlıktaki görevimi ve sahip olduğum her şeyi ona ve Baoyu’ye devredeceğim! Bundan sonra bu çocuktan ben sorumlu değilim! Bütün bu endişelerden ve perişanlıktan geriye kalan azıcık saçımı da kazıtıp, bir manastıra çekilecek ve ömrümün sonuna kadar orada kalacağım. Belki o zaman böyle canavar bir evlat yetiştirip atalarımı utandırmanın sorumluluğundan kurtulabilirim!”

Onu çalışma odasında bekleyen sekreterleri ve kıdemli uşakları, yine Baoyu’ye öfkelendiğini anlayıp yüzlerini ekşiterek, parmaklarını ısırarak ya da dillerini dışarı çıkararak birbirlerine baktılar, odadan çıktılar. Jia Zheng hışımla içeri girip bir sandalyeye dimdik oturdu. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, yüzü yaşla ıslanmıştı. Nefesi tekrar düzene girince, bağırarak emirlerini sıraladı.

“Baoyu’yü buraya getirin! Bir de bambu sopa bulun. Onu bağlamak için ip getirin. Avlu kapılarını kapatın. İçeriye haber götüren olursa vurun!”

Uşaklar emirlerini yerine getirmek için koşuştular. Birkaç hizmetkâr da Baoyu’nün yanına gitti.

Başkâhyayı geçirmeye giderken Jia Zheng’ın “Burada bekle!” deyişinin hayra alamet olmadığını bilen Baoyu, başına bir şeylerin geleceğini tahmin ediyordu ama Jia Huan’ın kötü niyetli müdahalesinin sonucunda bunun ne kadar büyük olacağını bilmediğinden, babasının onu bıraktığı yerde bekliyor; içerideki hanımlara haber göndermek için oralardan geçen birilerini görmeyi umuyordu. Ama gelen giden yoktu. Her zaman, her yerde olan Mingyan bile ortalarda görünmüyordu. Sonra birden dualarının karşılığını aldı ve yaşlı bir dadı çıkageldi. Ne sevgili, ne değerli bir kadıncağızdı bu ya da ona öyle görünmüştü. Hemen fırlayıp kadına yapıştı.

“Çabuk!” dedi. “İçeridekilere Beyefendi Zheng’ın beni döveceğini söyle! Çabuk! Çabuk! Git, ihtar et! Git!”