banner banner banner
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt


Kısmen heyecandan lafları ağzında gevelediğinden, kısmen de yaşlı kadın çok az duyduğundan söylediği hemen hiçbir şey anlaşılmadı; sadece “ihtar” sözünü “intihar” diye anlayan kadın, gülümseyerek onayladı.

“Bunu kendisi istedi, küçük bey.” dedi onu yatıştırmak ister gibi. “Siz bunun için kendinizi üzmeyin!”

Bir de sağırlıkla başa çıkması gerektiğini fark eden Baoyu deliye döndü.

“GİT VE HİZMETKÂRLARIMI ÇAĞIR!” diye bağırdı.

“Bitti artık. Hanımefendi hem gümüş hem de kıyafet verdi. Siz canınızı sıkmayın.” dedi kadın.

Baoyu sabırsızlıkla ayaklarını yere vurup duruyordu. Ona derdini nasıl anlatacağını kara kara düşünürken, Jia Zheng’ın adamları gelip onu zorla çalışma odasına götürdüler.

Odaya girince Jia Zheng alev saçan ve kan çanağı gibi gözlerini ona çevirdi. Dışarılarda sorumsuzca gezip, bir tiyatro oyuncusuyla hediye alışverişi yapmasını, evde derslerini ihmal edip annesinin hizmetçisine tecavüze kalkışmasını ve söyleyeceği diğer bir sürü şeyi unutan ve ona kendisini savunma fırsatı bile vermeyen Jia Zheng adamlarından iki şey istedi.

“Ağzına bir şey tıkayın! Öldüresiye dövün!”

Hizmetkârlar itaat etmemeyi göze alamazlardı. İkisi Baoyu’yü kanepeye yüzüstü yatırdı, üçüncüsü de bambu sopayla poposuna vurmaya başladı. Yaklaşık bir düzine darbeden sonra Jia Zheng, infazcının yeterince sert vurmadığına kanaat getirip, onu sabırsızca tekmeleyerek kenara itti, elinden sopayı alıp dişlerini sıkarak, zaten daha önce vurulmuş olan yerlere sopayı acımasızca indirmeye başladı.

O anda sekreterleri Baoyu’nün hayatının ciddi şekilde tehlikede olduğunu hissederek müdahale etmeye geldiler ama Jia Zheng onlara kulak asmadı.

“Sorun bakalım, yaptığı şey affedilebilir miymiş?” dedi. “Zaten sizin gibilerin verdiği cesaretle bu hâle geldi. İşler bu noktaya gelince araya giriyorsunuz. Bizi de öldürmesini beklememi istiyorsunuz herhâlde. O zaman da araya girecek misiniz?”

Verdiği cevaptan kendinde olmadığını anladılar. Konuşarak zaman kaybetmek yerine geri dönüp, içeriye haber gönderecek birilerini aradılar.

Wang Hanım durumu öğrenince kayınvalidesine söylemeye cesaret edemedi. Hemen üzerine bir şey aldı ve tek bir hizmetçiyle beraber dışarı fırladı; erkeklerin onu göreceğine aldırmadan çalışma odasına daldı; bu öyle ani bir dalıştı ki sekreterler ve orada bulunan diğer erkekler kenara bile çekilemediler.

Karısının gelişi Jia Zheng’ı daha da öfkelendirdi. Bambu Baoyu’nün perişan hâldeki vücuduna daha hızlı ve sert inmeye başladı. Belli ki Baoyu kendini kaybetmişti çünkü onu tutan hizmetkârlar hanımefendi içeri girince ellerini çekip kaçıştılar; zaten uzun zamandır kıpırdamıyordu. O zaman bile Jia Zheng vurmaya devam edecekti ama Wang Hanım sopayı elinden alıp ona engel oldu.

“Tamam!” dedi Jia Zheng. “Bugün hepiniz beni delirtmeye kararlısınız.”

“Baoyu’nün dayağı hak ettiğine hiç şüphe yok.” dedi Wang Hanım, gözyaşları içinde. “Ama bu kadar heyecanlanman iyi bir şey değil. Ayrıca Büyük Hanımefendi Jia’yı da düşünmelisin. Bu korkunç sıcakta kendisini iyi hissetmiyor. Baoyu’yü öldürmek senin için önemli olmayabilir ama onu nasıl etkileyeceğini bir düşün.”

“Bana böyle şeyler söyleme!” dedi Jia Zheng, küçümsercesine. “Zaten böyle bir canavara babalık etmekle hain bir evlat olduğumu kanıtladım ama geçmişte onu terbiye etmeye çalıştığımda, hepiniz onu korumak için bana karşı plan yapıyordunuz. Sonunda fırsatını yakalamışken, başladığım şeyi bitirip haşere gibi ezeyim onu, bir daha sorun çıkaramasın!”

Böyle diyerek tehdidini gerçekleştirmek için eline bir ip alınca Wang Hanım ona engel olmak için kollarını bedenine doladı.

“Oğlunu terbiye edebilirsin tabii ki.” dedi ağlayarak. “Ama senin bir de karın var, Beyefendi Zheng, bunu unutma. Neredeyse elli yaşıma geldim, bu sefil çocuk benim tek oğlum. Onu ibret olsun diye cezalandırmak istiyorsan sana engel olmam. Ama onu öldürürsen beni çocuksuz bırakırsın. Ondan önce beni öldür o zaman. İkimiz de ölelim. En azından öteki dünyada birbirimize destek oluruz.”

Bu sözlerle kendisini Baoyu’nün üzerine attı ve daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Jia Zheng iç geçirerek bir sandalyeye çöktü ve o da ağlama nöbetine girdi.

Wang Hanım sıkı sıkı kenetlendiği bedeni incelemeye başladı. Baoyu’nün yüzü kül gibiydi, nefesi zor duyuluyordu. Yeşil ipekten, ince pantolonu o kadar kana bulanmıştı ki artık rengi ayırt edilmiyordu. Annesi hızla kuşağını çözüp pantolonunu çıkarınca, poposundan baldırlarına kadar her yerin ya kanlı açık yara ya da mosmor çürük içinde olduğunu gördü. Bir santim sağlam yer kalmamıştı. Bu manzara onu daha da fenalaştırdı.

“Ah benim oğlum! Talihsiz oğlum!”

Bir kere daha kontrol edilemez bir ağlama nöbetine girdi. Kendi sözleri ona kaybettiği oğlunu hatırlattı ve daha büyük bir acıyla onu çağırmaya başladı.

“Ah, Zhu! Zhu! Keşke hayatta olsaydın, yüz oğul kaybetsem aldırmazdım!”

Wang Hanım’ın gidişi iç dairelerdeki diğer sakinleri de ayağa kaldırdı; Li Wan, Xifeng, Yingchun, Tanchun ve Xichun yanına geldiler. Jia Zhu’nun adının anılması diğerleri için çok acı verici olmasa da onu duyan dul karısı Li Wan hıçkırarak ağlamaya başladı. Jia Zheng da derinden etkilendi ve koca koca gözyaşları yanaklarından süzüldü. Sanki hepsi beraber orada sonsuza kadar ağlayacak gibi görünüyorlardı; kimse yerinden kıpırdamıyordu. Ama tam o sırada hizmetçilerden biri “Büyük hanımefendi!” diye bağırdı ve dışarıdan titrek bir ses araya girdi.

“Önce beni öldür! Kökten temizlik olur!”

Annesinin gelişiyle olduğu kadar sözleriyle de rahatsız olan Jia Zheng onu karşılamak için dışarı çıktı. Yaşlı kadın küçük bir hizmetçinin omuzuna yaslanmış, koşmaya çalışırken nefes nefese kalmış başı bir o yana bir bu yana sallanıyordu.

Jia Zheng yüzünde eğreti bir gülümsemeyle kadının önünde eğildi.

“Böyle bir havada buraya kadar gelmene gerek yoktu, anne. Eğer bir emrin varsa, beni çağırtsaydın, gelirdim.”

Büyükanne Jia onun sesini duyunca durdu, bir süre nefesi düzelene kadar bekledi. Konuşmaya başladığında, sesinde alışılmadık bir tizlik vardı.

“Ah! Bana mı diyorsun? Evet, aslına bakarsan dediğin gibi bazı emirlerim var ama ne yazık ki bana hiç aldırmayan bir oğlum olduğundan, bunları söyleyecek kimsem yok!”

En hassas noktasından vurulan Jia Zheng annesinin önünde diz çöktü. Gözyaşlarıyla kesilen bir sesle cevap verdi.

“Böyle konuşmana nasıl dayanayım, anne? Ailemizin şerefi için oğlumu terbiye etmeye çalışıyorum.”

Büyükanne Jia nefretle tükürdü.

“Tek bir sert sözüme bile dayanamıyor, sızlanmaya başlıyorsun. Peki, Baoyu senin acımasız dayağına nasıl dayansın? Ailemizin şerefi için cezalandırıyorsun ama baban seni hiç böyle cezalandırdı mı, söyle bana. Tabii ki hayır.”

Şimdi kadıncağız da ağlıyordu.

“Üzme kendini, anne.” dedi Jia Zheng, zoraki bir gülümsemeyle. “Sinirlerime hâkim olamadım. Eğer öyle istiyorsan, bundan sonra onu asla dövmeyeceğim.”

“Sinirini benim üstümde denemeye kalkma!” dedi Büyükanne Jia. “O senin oğlun. Dövmek istersen bu sana kalmış. Eğer biz kadınlar sana engel oluyorsak, yolundan çekilir, seni rahat bırakırız.” Sonra refakatçilerine döndü. “Arabamı çağırın. Hanımınız, ben ve Baoyu hemen Nanking’e dönüyoruz.”

Hizmetkârlar hemen harekete geçer gibi yaptılar. Sonra yaşlı kadın gelinine döndü.

“Artık ağlamana gerek yok!” dedi. “Şimdi daha genç olduğu için Baoyu’yü seviyorsun ama büyüyüp de önemli bir mevkiye geldiğinde senin annesi olduğunu unutacak. En iyisi onu sevmemek için kendini zorla da daha sonra acı çekmekten kurtul.”

Jia Zheng yüzüstü yere kapaklandı.

“Öyle söyleme, anne! Kendi oğlunu reddetme!” dedi.

“Tam tersi.” dedi Büyükanne Jia. “Asıl sen beni reddettin. Ama merak etme. Nanking’e döndüğüm zaman, burada sana engel olacak kimse kalmayacak. O zaman istediğin kişiyi dövebilirsin.” Sonra refakatçilerine döndü.

“Hadi, çabuk toplanın! Arabayı ve atları hazırlayın da bir an önce yola çıkalım!”

Jia Zheng kendini yerlere atıp secde ederek af diledi. Ama oğlunu azarlarken yaşlı kadının aklı torunundaydı; bu yüzden de oğluna hiç aldırmadan içeri girdi.

Gördüğü manzaradan bunun hiç de sıradan bir dayak olmadığını anladı. Mağdura karşı büyük bir acı, bunu yapana karşı da yeniden korkunç bir öfke duydu. Uzunca bir süre çocuğu sımsıkı kucaklayıp ağladı, sonra Wang Hanım, Xifeng ve Li Wan’in beraber teselli etme çabalarıyla biraz toparlandı. O sırada birkaç hizmetçi ve yaşlı kadın gelip Baoyu’yü ayağa kaldırmaya çalıştılar.

“Aptallar!” dedi Xifeng. “Gözünüz kör mü? Yürüyecek hâlde olmadığını görmüyor musunuz? Gidip içeriden yazlık, hasır yatağı getirin, onunla taşıyın.”

Dediği gibi yaptılar ve Hint kamışından örülmüş, uzun ve dar bir yatağı getirip Baoyu’yü üzerine yerleştirdiler. Sonra Büyükanne Jia, Wang Hanım ve diğerleri önden giderek, delikanlıyı Büyükanne Jia’nın dairesine taşıdılar. Annesinin kendisine çok öfkelendiğini iyi bilen Jia Zheng bir türlü yatışmamıştı ve her şeyi olduğu gibi bırakmak istemediğinden, grubun peşinden içeri gitti. Gözleri, şimdi gerçekten çok korkunç dövüldüğünü gördüğü Baoyu’den Wang Hanım’a yöneldi. Kadıncağız acı acı ağlıyordu, hıçkırıklarının arasına, “Ah çocuğum benim!”, “Oğlum!” nidaları karışıyordu. Sonra bu sözleri kesip, üzüntüsünün kaynağına çıkışmaya başladı.

“Neden Zhu yerine sen ölmedin? Zhu senin gibi babasını kızdırmazdı, ben de bu bitmeyen endişeden kurtulmuş olurdum. Sen de beni bırakıp gidersen, ne hâle gelirim ben?” Ardından “Ah zavallı çocuğum!” çığlığı atarak tekrar ağlamaya başladı.

Jia Zheng bunu duyunca yüreği yumuşadı, çocuğu bu kadar vahşice dövdüğüne pişman oldu. Yaşlı annesini teselli edecek sözler bulmaya çalıştı ama kadın gözünde yaşlarla ona saldırdı.