Onu çalışma odasında bekleyen sekreterleri ve kıdemli uşakları, yine Baoyu’ye öfkelendiğini anlayıp yüzlerini ekşiterek, parmaklarını ısırarak ya da dillerini dışarı çıkararak birbirlerine baktılar, odadan çıktılar. Jia Zheng hışımla içeri girip bir sandalyeye dimdik oturdu. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, yüzü yaşla ıslanmıştı. Nefesi tekrar düzene girince, bağırarak emirlerini sıraladı.
“Baoyu’yü buraya getirin! Bir de bambu sopa bulun. Onu bağlamak için ip getirin. Avlu kapılarını kapatın. İçeriye haber götüren olursa vurun!”
Uşaklar emirlerini yerine getirmek için koşuştular. Birkaç hizmetkâr da Baoyu’nün yanına gitti.
Başkâhyayı geçirmeye giderken Jia Zheng’ın “Burada bekle!” deyişinin hayra alamet olmadığını bilen Baoyu, başına bir şeylerin geleceğini tahmin ediyordu ama Jia Huan’ın kötü niyetli müdahalesinin sonucunda bunun ne kadar büyük olacağını bilmediğinden, babasının onu bıraktığı yerde bekliyor; içerideki hanımlara haber göndermek için oralardan geçen birilerini görmeyi umuyordu. Ama gelen giden yoktu. Her zaman, her yerde olan Mingyan bile ortalarda görünmüyordu. Sonra birden dualarının karşılığını aldı ve yaşlı bir dadı çıkageldi. Ne sevgili, ne değerli bir kadıncağızdı bu ya da ona öyle görünmüştü. Hemen fırlayıp kadına yapıştı.
“Çabuk!” dedi. “İçeridekilere Beyefendi Zheng’ın beni döveceğini söyle! Çabuk! Çabuk! Git, ihtar et! Git!”
Kısmen heyecandan lafları ağzında gevelediğinden, kısmen de yaşlı kadın çok az duyduğundan söylediği hemen hiçbir şey anlaşılmadı; sadece “ihtar” sözünü “intihar” diye anlayan kadın, gülümseyerek onayladı.
“Bunu kendisi istedi, küçük bey.” dedi onu yatıştırmak ister gibi. “Siz bunun için kendinizi üzmeyin!”
Bir de sağırlıkla başa çıkması gerektiğini fark eden Baoyu deliye döndü.
“GİT VE HİZMETKÂRLARIMI ÇAĞIR!” diye bağırdı.
“Bitti artık. Hanımefendi hem gümüş hem de kıyafet verdi. Siz canınızı sıkmayın.” dedi kadın.
Baoyu sabırsızlıkla ayaklarını yere vurup duruyordu. Ona derdini nasıl anlatacağını kara kara düşünürken, Jia Zheng’ın adamları gelip onu zorla çalışma odasına götürdüler.
Odaya girince Jia Zheng alev saçan ve kan çanağı gibi gözlerini ona çevirdi. Dışarılarda sorumsuzca gezip, bir tiyatro oyuncusuyla hediye alışverişi yapmasını, evde derslerini ihmal edip annesinin hizmetçisine tecavüze kalkışmasını ve söyleyeceği diğer bir sürü şeyi unutan ve ona kendisini savunma fırsatı bile vermeyen Jia Zheng adamlarından iki şey istedi.
“Ağzına bir şey tıkayın! Öldüresiye dövün!”
Hizmetkârlar itaat etmemeyi göze alamazlardı. İkisi Baoyu’yü kanepeye yüzüstü yatırdı, üçüncüsü de bambu sopayla poposuna vurmaya başladı. Yaklaşık bir düzine darbeden sonra Jia Zheng, infazcının yeterince sert vurmadığına kanaat getirip, onu sabırsızca tekmeleyerek kenara itti, elinden sopayı alıp dişlerini sıkarak, zaten daha önce vurulmuş olan yerlere sopayı acımasızca indirmeye başladı.
O anda sekreterleri Baoyu’nün hayatının ciddi şekilde tehlikede olduğunu hissederek müdahale etmeye geldiler ama Jia Zheng onlara kulak asmadı.
“Sorun bakalım, yaptığı şey affedilebilir miymiş?” dedi. “Zaten sizin gibilerin verdiği cesaretle bu hâle geldi. İşler bu noktaya gelince araya giriyorsunuz. Bizi de öldürmesini beklememi istiyorsunuz herhâlde. O zaman da araya girecek misiniz?”
Verdiği cevaptan kendinde olmadığını anladılar. Konuşarak zaman kaybetmek yerine geri dönüp, içeriye haber gönderecek birilerini aradılar.
Wang Hanım durumu öğrenince kayınvalidesine söylemeye cesaret edemedi. Hemen üzerine bir şey aldı ve tek bir hizmetçiyle beraber dışarı fırladı; erkeklerin onu göreceğine aldırmadan çalışma odasına daldı; bu öyle ani bir dalıştı ki sekreterler ve orada bulunan diğer erkekler kenara bile çekilemediler.
Karısının gelişi Jia Zheng’ı daha da öfkelendirdi. Bambu Baoyu’nün perişan hâldeki vücuduna daha hızlı ve sert inmeye başladı. Belli ki Baoyu kendini kaybetmişti çünkü onu tutan hizmetkârlar hanımefendi içeri girince ellerini çekip kaçıştılar; zaten uzun zamandır kıpırdamıyordu. O zaman bile Jia Zheng vurmaya devam edecekti ama Wang Hanım sopayı elinden alıp ona engel oldu.
“Tamam!” dedi Jia Zheng. “Bugün hepiniz beni delirtmeye kararlısınız.”
“Baoyu’nün dayağı hak ettiğine hiç şüphe yok.” dedi Wang Hanım, gözyaşları içinde. “Ama bu kadar heyecanlanman iyi bir şey değil. Ayrıca Büyük Hanımefendi Jia’yı da düşünmelisin. Bu korkunç sıcakta kendisini iyi hissetmiyor. Baoyu’yü öldürmek senin için önemli olmayabilir ama onu nasıl etkileyeceğini bir düşün.”
“Bana böyle şeyler söyleme!” dedi Jia Zheng, küçümsercesine. “Zaten böyle bir canavara babalık etmekle hain bir evlat olduğumu kanıtladım ama geçmişte onu terbiye etmeye çalıştığımda, hepiniz onu korumak için bana karşı plan yapıyordunuz. Sonunda fırsatını yakalamışken, başladığım şeyi bitirip haşere gibi ezeyim onu, bir daha sorun çıkaramasın!”
Böyle diyerek tehdidini gerçekleştirmek için eline bir ip alınca Wang Hanım ona engel olmak için kollarını bedenine doladı.
“Oğlunu terbiye edebilirsin tabii ki.” dedi ağlayarak. “Ama senin bir de karın var, Beyefendi Zheng, bunu unutma. Neredeyse elli yaşıma geldim, bu sefil çocuk benim tek oğlum. Onu ibret olsun diye cezalandırmak istiyorsan sana engel olmam. Ama onu öldürürsen beni çocuksuz bırakırsın. Ondan önce beni öldür o zaman. İkimiz de ölelim. En azından öteki dünyada birbirimize destek oluruz.”
Bu sözlerle kendisini Baoyu’nün üzerine attı ve daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Jia Zheng iç geçirerek bir sandalyeye çöktü ve o da ağlama nöbetine girdi.
Wang Hanım sıkı sıkı kenetlendiği bedeni incelemeye başladı. Baoyu’nün yüzü kül gibiydi, nefesi zor duyuluyordu. Yeşil ipekten, ince pantolonu o kadar kana bulanmıştı ki artık rengi ayırt edilmiyordu. Annesi hızla kuşağını çözüp pantolonunu çıkarınca, poposundan baldırlarına kadar her yerin ya kanlı açık yara ya da mosmor çürük içinde olduğunu gördü. Bir santim sağlam yer kalmamıştı. Bu manzara onu daha da fenalaştırdı.
“Ah benim oğlum! Talihsiz oğlum!”
Bir kere daha kontrol edilemez bir ağlama nöbetine girdi. Kendi sözleri ona kaybettiği oğlunu hatırlattı ve daha büyük bir acıyla onu çağırmaya başladı.
“Ah, Zhu! Zhu! Keşke hayatta olsaydın, yüz oğul kaybetsem aldırmazdım!”
Wang Hanım’ın gidişi iç dairelerdeki diğer sakinleri de ayağa kaldırdı; Li Wan, Xifeng, Yingchun, Tanchun ve Xichun yanına geldiler. Jia Zhu’nun adının anılması diğerleri için çok acı verici olmasa da onu duyan dul karısı Li Wan hıçkırarak ağlamaya başladı. Jia Zheng da derinden etkilendi ve koca koca gözyaşları yanaklarından süzüldü. Sanki hepsi beraber orada sonsuza kadar ağlayacak gibi görünüyorlardı; kimse yerinden kıpırdamıyordu. Ama tam o sırada hizmetçilerden biri “Büyük hanımefendi!” diye bağırdı ve dışarıdan titrek bir ses araya girdi.
“Önce beni öldür! Kökten temizlik olur!”
Annesinin gelişiyle olduğu kadar sözleriyle de rahatsız olan Jia Zheng onu karşılamak için dışarı çıktı. Yaşlı kadın küçük bir hizmetçinin omuzuna yaslanmış, koşmaya çalışırken nefes nefese kalmış başı bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Jia Zheng yüzünde eğreti bir gülümsemeyle kadının önünde eğildi.
“Böyle bir havada buraya kadar gelmene gerek yoktu, anne. Eğer bir emrin varsa, beni çağırtsaydın, gelirdim.”
Büyükanne Jia onun sesini duyunca durdu, bir süre nefesi düzelene kadar bekledi. Konuşmaya başladığında, sesinde alışılmadık bir tizlik vardı.
“Ah! Bana mı diyorsun? Evet, aslına bakarsan dediğin gibi bazı emirlerim var ama ne yazık ki bana hiç aldırmayan bir oğlum olduğundan, bunları söyleyecek kimsem yok!”
En hassas noktasından vurulan Jia Zheng annesinin önünde diz çöktü. Gözyaşlarıyla kesilen bir sesle cevap verdi.
“Böyle konuşmana nasıl dayanayım, anne? Ailemizin şerefi için oğlumu terbiye etmeye çalışıyorum.”
Büyükanne Jia nefretle tükürdü.
“Tek bir sert sözüme bile dayanamıyor, sızlanmaya başlıyorsun. Peki, Baoyu senin acımasız dayağına nasıl dayansın? Ailemizin şerefi için cezalandırıyorsun ama baban seni hiç böyle cezalandırdı mı, söyle bana. Tabii ki hayır.”
Şimdi kadıncağız da ağlıyordu.
“Üzme kendini, anne.” dedi Jia Zheng, zoraki bir gülümsemeyle. “Sinirlerime hâkim olamadım. Eğer öyle istiyorsan, bundan sonra onu asla dövmeyeceğim.”
“Sinirini benim üstümde denemeye kalkma!” dedi Büyükanne Jia. “O senin oğlun. Dövmek istersen bu sana kalmış. Eğer biz kadınlar sana engel oluyorsak, yolundan çekilir, seni rahat bırakırız.” Sonra refakatçilerine döndü. “Arabamı çağırın. Hanımınız, ben ve Baoyu hemen Nanking’e dönüyoruz.”
Hizmetkârlar hemen harekete geçer gibi yaptılar. Sonra yaşlı kadın gelinine döndü.
“Artık ağlamana gerek yok!” dedi. “Şimdi daha genç olduğu için Baoyu’yü seviyorsun ama büyüyüp de önemli bir mevkiye geldiğinde senin annesi olduğunu unutacak. En iyisi onu sevmemek için kendini zorla da daha sonra acı çekmekten kurtul.”
Jia Zheng yüzüstü yere kapaklandı.
“Öyle söyleme, anne! Kendi oğlunu reddetme!” dedi.
“Tam tersi.” dedi Büyükanne Jia. “Asıl sen beni reddettin. Ama merak etme. Nanking’e döndüğüm zaman, burada sana engel olacak kimse kalmayacak. O zaman istediğin kişiyi dövebilirsin.” Sonra refakatçilerine döndü.
“Hadi, çabuk toplanın! Arabayı ve atları hazırlayın da bir an önce yola çıkalım!”
Jia Zheng kendini yerlere atıp secde ederek af diledi. Ama oğlunu azarlarken yaşlı kadının aklı torunundaydı; bu yüzden de oğluna hiç aldırmadan içeri girdi.
Gördüğü manzaradan bunun hiç de sıradan bir dayak olmadığını anladı. Mağdura karşı büyük bir acı, bunu yapana karşı da yeniden korkunç bir öfke duydu. Uzunca bir süre çocuğu sımsıkı kucaklayıp ağladı, sonra Wang Hanım, Xifeng ve Li Wan’in beraber teselli etme çabalarıyla biraz toparlandı. O sırada birkaç hizmetçi ve yaşlı kadın gelip Baoyu’yü ayağa kaldırmaya çalıştılar.
“Aptallar!” dedi Xifeng. “Gözünüz kör mü? Yürüyecek hâlde olmadığını görmüyor musunuz? Gidip içeriden yazlık, hasır yatağı getirin, onunla taşıyın.”
Dediği gibi yaptılar ve Hint kamışından örülmüş, uzun ve dar bir yatağı getirip Baoyu’yü üzerine yerleştirdiler. Sonra Büyükanne Jia, Wang Hanım ve diğerleri önden giderek, delikanlıyı Büyükanne Jia’nın dairesine taşıdılar. Annesinin kendisine çok öfkelendiğini iyi bilen Jia Zheng bir türlü yatışmamıştı ve her şeyi olduğu gibi bırakmak istemediğinden, grubun peşinden içeri gitti. Gözleri, şimdi gerçekten çok korkunç dövüldüğünü gördüğü Baoyu’den Wang Hanım’a yöneldi. Kadıncağız acı acı ağlıyordu, hıçkırıklarının arasına, “Ah çocuğum benim!”, “Oğlum!” nidaları karışıyordu. Sonra bu sözleri kesip, üzüntüsünün kaynağına çıkışmaya başladı.
“Neden Zhu yerine sen ölmedin? Zhu senin gibi babasını kızdırmazdı, ben de bu bitmeyen endişeden kurtulmuş olurdum. Sen de beni bırakıp gidersen, ne hâle gelirim ben?” Ardından “Ah zavallı çocuğum!” çığlığı atarak tekrar ağlamaya başladı.
Jia Zheng bunu duyunca yüreği yumuşadı, çocuğu bu kadar vahşice dövdüğüne pişman oldu. Yaşlı annesini teselli edecek sözler bulmaya çalıştı ama kadın gözünde yaşlarla ona saldırdı.
“Bir baba yanlış bir şey yapan oğlunu cezalandırabilir ama böyle değil! Neden gitmiyorsun? Öldüğünü gözünle görmeden için rahat etmeyecek mi?”
Jia Zheng saygıyla çekilmek zorunda kaldı.
O zamana kadar Xue teyze, Baochai, Xiren, Xiangling ve Xiangyun de gelmişlerdi. Xiren o kadar üzgündü ki herkesin içinde duygularını ifade edemiyordu. Herkes Baoyu’nün etrafına toplanmış, kimisi yelpaze sallıyor, kimisi su içmeye zorluyordu; onun yapabileceği bir şey yoktu. Kendisini gereksiz hissedip oradan ayrıldı, iç kapıdan çıkınca, hizmetkârlardan Mingyan’i bulmalarını istedi; neler olduğunu soracaktı ona.
“Beyefendi onu neden böyle dövdü?” dedi delikanlı gelince. “Kötü bir şey yapmıyordu ki. Neden zamanında bizi uyarmadın?”
Mingyan içerledi.
“Bu olurken ben orada değildim ki! Duyduğumda zaten dayak yemişti. Nedenini öğrenmek için elimden geleni yaptım. Beyefendiyi sinirlendiren iki konu var gibi görünüyor. Birisi, Qiguan ile ilgili, diğeri de Jinchuan ile.”
“Beyefendi bunları nasıl öğrendi?” diye sordu Xiren.
“Qiguan meselesinin arkasında Bay Xue var herhâlde.” dedi Mingyan. “Bay Xue onu öyle kıskanıyordu ki başka birini araya sokup beyefendiye anlatılmasını sağlamış olabilir. İşte o zaman kıyamet koptu! Jinchuan meselesine gelince, onu da Efendi Huan’dan duydu; en azından beyefendinin kendi hizmetkârları bana öyle söylediler.”
Mingyan’in ileri sürdüğü iki neden Xiren’in kendi gözlemleriyle uyuşuyordu. Dolayısıyla aklı yattı. Olanların böyle meydana geldiği konusunda kendinden emin bir şekilde tekrar içeri döndü. Herkes Baoyu için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Yapılacak fazla bir şey kalmayınca, Büyükanne Jia onu itinayla kendi odasına götürmelerini emretti. Bir bağırtı ve telaş içinde bütün eller yatağını taşımak için uzandı. Sonra önceki gibi Büyükanne Jia, Wang Hanım ve diğerlerinin öncülüğünde onu Bahçe’ye, Kızıl Neşe Avlusu’na götürüp yatağına yatırdılar. Biraz daha telaştan sonra yavaş yavaş herkes çekildi; sonunda Xiren, Baoyu ile yalnız kaldı.
Baoyu’nün onun sorularına ne cevaplar verdiği gelecek bölümde.
34. BÖLÜM
Daiyu’nün Baoyu’ye duyduğu büyük sevgi diğer kuzenini öfkelendirir.
Asılsız bir suçlama hak edilmemiş bir paylamaya yol açar.
Herkes çıkınca, Xiren, Baoyu’nün yatağının kenarına oturdu ve gözyaşları içinde neden böyle dayak yediğini sordu. Baoyu içini çekti
“Her zamanki şeyler. Soruyor musun? Vücudumun aşağısı çok acıyor, kırık falan var mı, bir baksana.” dedi.
Xiren nazikçe pantolonunu çıkarmaya çalıştı ama en ufak bir hareket bile Baoyu’nün dişlerini sıkıp inlemesine neden oluyordu; bu yüzden Xiren hemen vazgeçmek zorunda kaldı. Üç dört denemeden sonra çıkarmayı başardı. Gördüğü manzara karşısında kendisi de dişlerini sıktı. Kalçaları dört parmak genişliğinde siyahlık ve morluklarla doluydu.
“Ah anneciğim!” diye bağırdı Xiren. “Nasıl bu kadar acımasız olabildi? Çok fena vurmuş! Beni birazcık dinlemiş olsaydın, başına bunlar gelmeyecekti. Ömür boyu sakat kalabilirdin! Düşüncesi bile korkunç!”
Tam o sırada Baochai’in geldiğini haber verdiler. Baoyu’ye tekrar pantolonunu giydirecek zaman olmadığından, Xiren hafif bir örtü kapıp üzerine örttü. Baochai elinde büyükçe bir hapla içeri girdi.
“Bu akşam bu hapı şarapta eritip yaralarına sür.” dedi Xiren’e. “Çürüklerin kötü kanını dağıtıp iltihabı keser. Ondan sonra da hızla iyileşir.”
Sonra Baoyu’ye döndü.
“Şimdi biraz daha iyi misin?” diye sordu.
Baoyu teşekkür etti. Biraz daha iyi hissettiğini söyleyip yanına oturmasını istedi. Baochai onu gözleri açık ve yeniden konuşurken görünce çok rahatladı. Üzüntüyle başını salladı.
“Dediklerimize kulak verseydin, bunlar olmayacaktı.” diyerek içini çekti. “Yalnızca Büyükanne Jia ve Wang Hanım değil, herkes çok üzüldü, biliyorsun. Hatta…”
Duygularına kapıldığına pişman olup birden sustu, kızararak başını önüne eğdi. Baoyu onun içten ses tonundaki gizli duyguları hissetti; birden şaşkınlık içinde bocalayıp kızarınca ve başını eğip kuşağıyla oynayınca öyle dokunaklı göründü ki delikanlı sevinçten acısını bile unuttu.
“Birkaç bambu darbesi aldıysam ne olmuş?” diye düşündü. “Ama benim için nasıl da endişelenip üzüldüler! Ne kadar tatlı, sevimli, şirin ve asil kızlar! Ölsem kim bilir nasıl acı duyacaklar. Bunu görmek için bile ölmeye değer! İnsanın hayatının tutkularını kaybetmesi çok küçük bir bedel. Bu tatlı yaratıklar benim için üzüldüklerinde gurur ve mutluluk duymamak için nankör bir hortlak olmak gerekir!”
Baochai’in Xiren’e sorduğu soruyla kendisine geldi.
“Babasının aniden bu kadar öfkelenip onu dövmesinin sebebi ne?”
Xiren, Mingyan’den öğrendiklerini alçak sesle anlatırken, Baoyu de bu talihsizliğinde Jia Huan’ın rolünün olduğunu ilk kez öğrendi. Xiren, Xue Pan’in de işe karıştığından söz edince, Baochai mahcup olabilir diye endişelenerek hemen araya girip daha fazlasını anlatmasını engelledi.
“Kuzen Xue öyle bir şey yapmaz!” dedi çabucak. “Böyle korkunç iddialarda bulunmak ahmaklık!”
Baochai, kendi duygularını incitmekten korktuğu için Xiren’i susturduğunu anladı ve bu kadar düşünceli olmasına şaşırdı.
“Ne incelik!” diye düşündü. “Bu korkunç dayaktan sonra bütün acılarına rağmen başka birisinin kırılabileceğinden endişeleniyor! Bu hassasiyetinin hiç olmazsa bir kısmını hayattaki daha önemli şeyler için göstersen keşke, dostum, o zaman eniştem ne kadar mutlu olurdu! Hem o zaman belki de böyle korkunç şeyler yaşanmazdı. Tüm bu olanlardan sonra benim için bu hassasiyetin boşuna. Onun ne kadar kontrolsüz ve vahşi bir mizacı olduğunu bilmediğimi mi düşünüyorsun gerçekten? Pan’in isteklerinin önünde hiçbir şey duramaz! Qin Zhong için başına açtığı o korkunç belayı düşünsene! Üzerinden çok zaman geçti, eminim ki o zamandan beri daha da beter oldu!”
Böyle düşünüyordu ama sadece, “Etrafta suçlayacak birini aramaya gerek yok! Bana sorarsan, Kuzen Bao’nın böyle arkadaşlar edinmesi bile kendi başına eniştemi kızdırmaya yetiyor. Ağabeyim çok düşüncesiz olabilir ve sohbet esnasında ağzından Kuzen Bao ile ilgili bir şeyler kaçırmıştır ama bilerek sorun çıkarmadığından eminim. Öncelikle, Kuzen Bao’nın o aktörle dolaştığı konusunda söyledikleri doğru. İkincisi, ağabeyim ağzı sıkı biri değildir. Sen hayatın boyunca Kuzen Bao gibi hassas ve düşünceli biriyle yaşadın, Xiren. Ağabeyim gibi, sonuçlarına aldırmadan aklına geleni söyleyiveren, nezaketsiz ve patavatsız biriyle muhatap olmadın hiç.” dedi.
Baoyu, Xue Pan hakkındaki sözlerini kestiğinde, Xiren düşüncesizliğini hemen fark etti ve Baochai gücenmediği için şükretti. Baochai’in bu sözleri ise onu utandırdı, hiçbir şey diyemedi. Öte yandan Baochai’in dile getirdiklerini dinleyen Baoyu’nün, kısmen bu sözler çok yüce gönüllü ve asil olduğu, kısmen de yanlış düşünceleri kafasından attığı için, ruhu ve yüreği her zamankinden daha büyük bir heyecanla titredi. Tam bir şeyler söylemek üzereyken, Baochai gitmek üzere ayağa kalktı.
“Yarın yine seni görmeye gelirim. Şimdi dinlen ve iyileşmek için kendine fırsat ver. Xiren’e losyon yapması için bir şey verdim. Akşam yaralarına sürsün. İyileşmeni hızlandıracağına eminim.” dedi, kapıya doğru ilerlerken.
O çıkınca, Xiren yolcu etmek üzere arkasından koştu ve zahmet edip geldiği için teşekkür etti.
“Baoyu iyileşir iyileşmez, bizzat gelip teşekkür eder, küçük hanım.” dedi.
“Teşekkürlük bir şey yok.” dedi Baochai ve gülümseyip arkasını döndü. “İyice dinlenmesini ve hiçbir şey düşünmemesini söyle. İstediği bir şey olursa, bana gelebilirsin. Büyük Hanımefendi Jia, Wang Hanım ya da başka birine gitme, eniştem duyabilir. Şimdi bir sorun olmasa da başka bir zaman olabilir.”
Böyle deyip gitti ve Xiren, Baochai’in zarifliği karşısında yüreği minnetle dolu bir şekilde geri döndü. Baoyu’nün odasına girince, onun sessizce uzanıp düşüncelere daldığını gördü. Görünüşe bakılırsa, neredeyse uyumak üzereydi. Parmak uçlarına basarak, saçını yıkamak için çıktı.
Ama Baoyu için uzun süre sakin sakin yatmak çok zordu. Kalçaları sanki şişler ya da iğneler batıyor veya bıçak sokuluyor gibi sızlıyor; ateşte közleniyormuş gibi yanıyor; en küçük bir hareket acıyla bağırmasına yol açıyordu. Akşam oluyordu. Xiren gitmişti ama iki üç hizmetçi hâlâ kendisine refakat ediyordu. Onun için yapabilecekleri bir şey olmadığından, gidip gece hazırlıklarını yapabileceklerini söyleyip gönderdi onları. İstediği bir şey olursa seslenecekti. Bunun üzerine kızlar çıkıp onu yalnız bıraktılar.
Sonra uyuyakaldı. Rüyasında puslar içindeki Qiguan, Zhong-shun Prensi’nin başkâhyasının gelip kendisini yakaladığını söyledi, hemen ardından Jinchuan gözyaşları içinde nasıl boğulduğunu anlattı. Bu yarı uykulu, yarı uyanık hâl içinde, ne söylediklerine tam olarak dikkatini veremiyordu; o sırada birden birisinin kendisini ittiğini hissetti ve kulağının dibinde belli belirsiz bir ağlama sesi fark etti. İrkildi. Uyanıp gözlerini açtı. Lin Daiyu’ydü. Rüya olup olmadığından emin olmak için başını kaldırıp baktı. Şeftali gibi şişmiş bir çift göz ve yaşla ıslanmış bir yüzle karşı karşıya geldi. Daiyu olduğuna hiç şüphe yoktu. Biraz daha bakabilirdi ama doğrulma baskısı öyle şiddetli bir acıya neden oldu ki iniltiler içinde geriye doğru düştü.
“Gelmemeliydin.” dedi. “Güneş daha yeni battı, yerler hâlâ sıcaktır. Günün bu saatinde sıcak seni çarpabilir. Yediğim dayağa rağmen çok ağrım yok. Herkesi kandırmak için numaradan yaygara yapıyorum. Babam duysun diye ne kadar kötü olduğum konusunda dışarıya haber yaymalarını umuyorum. Gerçekten numara. Benim için endişelenme.”
Daiyu’nün hıçkırıkları artık duyulmaz olmuştu ama gözyaşlarını sessizce içine atmaktan boğulacak hâle gelmişti. Baoyu’ye söylemek istediği binlerce şey vardı ama bir süre mücadele ettikten sonra hıçkırıkların arasından sadece, “Artık değişirsin sanırım.” diyebildi.
“Merak etme, değişmem.” dedi Baoyu derin bir iç çekerek. “Böyle insanların uğruna can verilir. Beni öldürseler bile değişmem!”
Bu sözler ağzından çıktığı anda avluda birisinin sesini duydular.
“Bayan Lian geldi.”
Daiyu, Xifeng’ı görmek istemedi ve hemen ayağa fırladı.
Baoyu onu elinden yakaladı.
“Bu çok tuhaf! Şimdi durduk yere ondan niye çekiniyorsun?”
Kız sabırsızlıkla ayaklarını yere vurdu.
“Gözlerimin hâline baksana!” dedi. “Yine benimle dalga geçmelerini istemiyorum.”
Baoyu hemen elini bıraktı; Daiyu yatağın etrafından dolanıp arka avluya çıkarken, Xifeng ön kapıdan girdi.
“Biraz daha iyi misin?” diye sordu. “Yemek istediğin bir şey var mı? Varsa gelip benden almalarını söyle.”
Xifeng gider gitmez Xue teyze geldi, onun arkasından büyükannesi nasıl olduğunu öğrenmek için birisini gönderdi. Işıkların yakılma zamanı gelince, Baoyu birkaç kaşık çorba içtikten sonra bölük pörçük bir uykuya daldı.
Tam o sırada, Zhou Rui’in karısı, Wu Xindeng’in karısı, Zheng Haoshi’nin karısı ve geçmişte Baoyu ile çok ilgilenen konağın diğer kadın personeli, dayak yediğini duyup nasıl olduğunu görmeye geldiler. Xiren gülerek verandaya çıkıp onları karşıladı.
“Biraz geç kaldınız, hanımlar.” dedi onlara alçak sesle. “Yeni uykuya daldı.”
Onları dış odaya alıp çay ikram etti. Birkaç dakika orada sessizce oturduktan sonra, Xiren’den Baoyu uyanınca onu merak edip geldiklerini söylemesini rica edip kalktılar. Xiren ileteceğine söz verdi ve onları geçirdi. Tekrar içeri girmek üzereyken, Wang Hanım’ın gönderdiği bir kadın, hanımefendinin Baoyu’nün hizmetçilerinden birini görmek istediğini haber verdi. Xiren bir an düşündükten sonra eve girip Qingwen, Sheyue, Tanyun ve Qiuwen’i çağırdı.
“Hanımefendi birisini istemiş, ben gidiyorum. Burada kalıp yokluğumda etrafa göz kulak olun. Çok geç kalmam.” dedi.
Yaşlı kadının peşinden Bahçe’den çıktı ve Wang Hanım’ın avlunun ortasındaki dairesine gitti. Kanepenin üzerinde oturmuş palmiye yaprağından bir yelpazeyle serinlerken buldu onu. Hanımefendi gelenin Xiren olmasından pek memnun olmamış gibi görünüyordu.
“Diğerlerinden birini gönderseydin.” dedi. “Onu yalnız bırakıp gelmene gerek yoktu.”
Xiren rahatlatıcı bir şekilde gülümsedi.
“Efendi Bao uykuya daldı, hanımefendi. Bir şey isteyecek olursa, diğer kızlar ona bakabilecek durumdalar. Endişelenmenize hiç gerek yok. Belki söyleyeceğiniz önemli bir şey vardır diye başkasını göndermeyip bizzat gelmek istedim. Kızlardan birini gönderseydim, ne istediğinizi anlayamaz diye korktum.”
“Sana özel olarak söyleyeceğim bir şey yok.” dedi Wang Hanım. “Oğlumu sormak istemiştim. Ağrıları ne durumda?”
“Bayan Baochai’in getirdiği ilacı sürdükten sonra çok daha iyi oldu.” dedi Xiren. “Ondan önce o kadar kötüydü ki yatamıyordu ama şimdi mışıl mışıl uyuyabiliyor. İyileşmeye başladığını söyleyebiliriz.”
“Bir şey yedi mi?” dedi Wang Hanım.
“Büyük hanımefendinin gönderdiği çorbadan birkaç kaşık içti, o kadar. Susuzluktan kavrulduğundan şikâyetçi, biraz ekşi erik suyu istedi. Ama bunun kan durdurucu olduğunu düşündüm. Dayak yediği ve bağırmasına izin verilmediği için, bir sürü sıcak kan ve sıcak zehir iç organlarına doğru yürümüştür ve hâlâ kalbinin etrafında toplanmış olabilir. Eğer erik suyu içerse, bunları hareketlendirip onu daha ciddi hasta edebilir. Bunu ona anlatıp vazgeçirdim. Onun yerine gül şurubu içmeye ikna ettim, biraz su katıp verdim ancak yarım kâse içtikten sonra tadının iğrenç olduğunu söyleyip bitirmedi.”
“Ah canım, keşke bana daha önce söyleseydin.” dedi Wang Hanım. “Geçen gün birisi bize kokulu çiçek suyu göndermişti. Aslında birazını size gönderecektim ama ziyan olur diye düşündüm, göndermedim. Madem gül şurubunu beğenmedi, sana biraz ondan vereyim de götür. Bir fincan suya bir çay kaşığı katacaksın. Çok lezzetli.” Sonra Caiyun’e dönüp, “Geçen gün gönderilen çiçek suyu şişelerini getir.” dedi.