“Yangzhou’da yaşadığımız dönemde birkaç ders alıp biraz ilerleme kaydetmiştim. Ama o zamandan beri hiç alıştırma yapmayınca, dedikleri gibi ‘parmaklarımı diken kaplamış.’ İlk bulduğum kitapta sadece parçaların adları vardı, kelimeler ve notalar yoktu. Şimdi parçaların tamamının olduğu bir kitap buldum. Çok enteresan! Tabii ki asla notalara hakkını veremeyeceğimin farkındayım. Sanırım bunu büyük ustalar yapabiliyordu. Çalarken rüzgârla gök gürültüsünü, dragonla Anka kuşunu çağıran müzik ustası Kuang gibi! Bilge Konfüçyüs, Xiang’ın ilk notalarını duyar duymaz, Kral Wen’in müziği olduğunu anlarmış. Tepeleri ve Nehirlerin Rapsodisi’ni çalmak ve onun özündeki manayı bir müzik aşığıyla paylaşmak…” Daiyu’nün göz kapakları titredi, yavaşça başını önüne eğdi.
Baoyu çok etkilenmişti.
“Ah kuzen! Kulağa ne hoş geliyor! Ama ben hâlâ bu özel işaretleri anlamıyorum. Lütfen nasıl okunduklarını öğretsene bana.”
“Öğretmeye gerek yok. Çok basit, anlatınca hemen anlayacaksın.” dedi Daiyu.
“Ama ben aptalın tekiyim! Lütfen yardım et! Mesela şurada, çengelden başka bir şey görmüyorum, üzerinde büyük yazıyor, ortasında beş var.”
Daiyu bir kahkaha attı.
“Büyük ve tepesindeki dokuz, sol elinin başparmağıyla dokuzuncu perdede tele bastıracaksın demek oluyor. Çengel ve beş, sağ elinin orta parmağını çengel yapıp beşinci teli kendine doğru çekeceksin anlamına geliyor. Görüyorsun ya, bunlar kelime değil, daha ziyade sonraki notanın ne olduğunu ve nasıl çalınacağını söyleyen işaretler topluluğu. Çok kolay. Sonra dar ve geniş titreme, yükselen ve alçalan kaydırma, çekme, bastırma, hafif vuruş ve benzeri şeyler de var.”
Baoyu sevinçten mest olmuştu.
“Sen bu işten o kadar iyi anladığına göre neden beraber qin çalışmaya başlamıyoruz, kuzen?” diye sordu.
“Qinin özü baskılamadır.” dedi Daiyu. “Eski zamanlarda insanın kendisini arıtması, sakin ve ağırbaşlı bir hayat sürmesi, bütün nahoş tutkuları bastırmak, asi dürtüleri frenlemek için icat edilmiş. Eğer çalmak istiyorsan, öncelikle kayaların ve ağaçların arasındaki bir tavan arasında sessiz bir stüdyo ya da kayalık bir dağın tepesinde veya su kenarında ıssız bir kuytu bulman gerekir. Hava berrak ve sakin olmalı, hafif bir esinti ve ay ışığı olsun. Tütsü yakıp sükût içinde otur. Kafandaki düşünceleri boşalt. Düzgün bir şekilde nefes al. Ruhun manevi dünyayla ilişki kurmalı. Bu yüzden eskiler, ‘Gerçekten müzikten anlayan birini bulmak çok zordur.’ derler. Eğer senin müziğinin gerçek zevkini paylaşacak hiç kimse yoksa, yalnız başına otur; esintiye ve ay ışığına, yeşil çamlara ve pütürlü tepelere, vahşi maymunlara ve kutsal turnalara serenat yap; kulakları qinin değerli erdemini kirletecek görgüsüz kalabalıklara değil. Ortam böyle. Sonra parmak tekniği ve dokunma önemli. Çalmayı düşünmeden önce, uygun kıyafetler giydiğinden emin ol. Kuğu tüyünden bir pelerin ya da eskilerin uzun ceketi olabilir. Bu bilge enstrümanına uygun, vakur bir tavır takın. Ellerini yıka. Tütsüyü yak. Kanepenin ucuna otur. Qini önündeki masaya yerleştir, göğsün beşinci perdenin karşısına denk gelsin. İki elini yavaş yavaş ve nazikçe kaldır. Artık bedenen ve zihnen başlamaya hazırsın.”
“Şimdi ister yumuşak ya da yüksek perdeden, ister hızlı ya da yavaş olsun, çalışın doğal ve vakur olmalı.”
“Vay be!” diye bağırdı Baoyu. “Bu işi eğlenmek için yaptığımızı sanıyordum! Bu kadar karmaşıksa ben hazır olduğumdan emin değilim.”
Onlar konuşurlarken, Zijuan geldi ve Baoyu’yü görünce gülümsedi.
“Bu neşeyi neye borçluyuz, Efendi Bao?” diye sordu.
“Kuzen Dai bana qin öğretiyor. O kadar güzel anlatıyor ki dinlemeye doyamıyorum.” dedi Baoyu.
“Onu demek istemedim.” dedi Zijuan. “Bugünlerde sizi burada pek sık göremiyoruz. Bugün geldiğinize göre keyfiniz yerinde herhâlde.”
“Böyle göründüğünü tahmin ediyorum.” dedi Baoyu. “Ama Kuzen Dai pek iyi olmadığı için onu rahatsız etmek istemedim. Ayrıca okula gitmek zorundayım…”
“Evet.” diye araya girdi Zijuan. “Bayan Lin yeni iyileşmeye başladı, şimdi dinlenmesine izin vermeniz iyi olmaz mı? Size ders vererek yorulmasın.”
“Ah tabii! Ne kadar düşüncesizim!” diye bağırdı Baoyu gülerek. “Söylediklerine o kadar dalmışım ki yorulacağı hiç aklıma gelmedi.”
“Yorulmadım.” dedi Daiyu gülümseyerek. “Müzik hakkında konuşmak insanı yormaz, tam tersi keyiflendirir. Sadece anlattıklarım sana fazla mı geliyor diye merak ediyorum…”
“Hiç önemli değil.” dedi Baoyu. “Ama ağırdan alırsak daha iyi anlayabilirim.”
Ayağa kalktı.
“Gerçekten de şimdi seni rahat bırakayım. Yarın Tan ve Xi’ye benimle gelmelerini söylerim. Siz üçünüz beraber çalışırsınız, ben de oturup…”
“Seni tembel şey!” dedi Daiyu. “Biz üçümüz öğrenirken, sen her zamanki gibi cahil kalırsan, o zaman biz…”
Birden, fazla içten davrandığını hissederek sustu.
“Sen çaldığın sürece ben memnuniyetle dinlerim.” dedi Baoyu neşeyle. “Benim odun olduğumu düşünsen de aldırmam.”
Daiyu kızardı ama yine de güldü. Zijuan ve Xueyan de güldüler.
Baoyu vedalaşıp kapıya yürüdü, o anda Qiuwen geldi, arkasında da küçük bir orkide saksısı taşıyan bir hizmetçi vardı.
“Hanımefendiye dört saksı orkide verdiler.” dedi Qiuwen. “Kendisi Saray’da çok meşgul olduğundan onların keyfini süremeyecekmiş, birini Efendi Bao’ya, birini de Bayan Lin’e gönderdi.”
Daiyu orkidelere baktı. Aralarında çift başlı bir tür de vardı, onları görünce anlamlarına ilişkin tuhaf bir hisse kapıldı. Hayra alamet miydi, değil miydi bilemedi. Ama önemli bir şeydi. Dalgın dalgın bakakaldı onlara.
Tam tersine Baoyu’nün zihni titremeler ve kaydırmalarla doluydu.
“Şimdi orkidelerin olduğuna göre artık Yalnız Orkide melodisi besteleyebilirsin, kuzen. Konfüçyüs’ünki kadar güzel olacağından eminim.”3 dedi giderken.
Daiyu’nün yüreği jeste cevap veremeyecek kadar hüzünlüydü. İçeri girdi ve orkidelerine bakarak düşündü.
“Çiçeklerin baharı vardır; açarlar ve taze yaprakları çıkar. Ben gencim ama sonbaharın ilk soluğundan korkan bir söğüt kadar kırılganım. Eğer her şey yolunda giderse, daha da güçlenebilirim. Ama olmazsa, benim kaderim de baharın sonunda dökülen yapraklar gibi olacak, yağmurda sürüklenip, rüzgârda savrulacak.”
Bu kasvetli düşünceler gözyaşını da getirdi. Zijuan onu ağlarken görünce çok şaşırdı.
“Daha demin, Efendi Bao buradayken ne kadar keyifliydiler. Şimdi şu hâline bak! Sadece çiçeklere baktı, o kadar!” diye düşündü.
Hâlâ onu teselli etmenin bir yolunu ararken, Baochai’in hizmetçilerinden biri geldi. Ama bu ziyaretin nedenini bilmek istiyorsan, gelecek bölümü okumalısın.
87. BÖLÜM
Sonbahar sesleri hüzünlü hatıralarla birleşip, qinle beste yapma ilhamı getirir.
Tutku akını, kötü ruhların Zen’in dinginliğini bozmasına neden olur.
Daiyu, Baochai’in hizmetçisini içeri aldırdı. Kız, hanımının selamlarını ilettikten sonra bir mektup verdi ve hizmetçilerle birlikte çay içti. Daiyu mektubu açtı; Baochai’den geliyordu.
Sevgili Kuzen,
Kaderi kötü bir ailede, şanssız bir günde doğmuşum! Talihsizlikler ailemizin peşini bırakmıyor. Kız kardeşim yok, annem yaşlanıyor; bir de günün ve gecenin her saati yan daireden gelen kavga gürültü sesleri ekleniyor, korkunç felaketler üzerimize hücum ediyor. Hüznümü yenemeden gece yatağımda uykusuz dönüp dururken, tek tesellim senin gibi kafa dengi birini düşünmek oluyor. Ah, canım kuzenim! Ahenk ve neşenin hüküm sürdüğü o altın sonbaharın sevincini paylaştığın gibi, şu anki çilelerimi de paylaşacak bir yüreğe sahip olduğunu biliyorum. Sonra Begonya Kulübü siperinin altında birleşip yengeçlerin lezzetini tattık, kasımpatıların keyfini sürdük. Bir keresinde senin çiçekleri sorguladığı hatırlıyorum.
Hangi münzevi paylaşıyor gizlenme yerini?
Hepsinin içinde neden en son sen açarsın çiçeklerini?
Bu dizeler hep yüreğimi parçalayıp durdu. Sen ve ben yaklaşan soğukta titreyip duran, geç açan çiçekler değil miyiz? Bu düşüncelerle, hislerimi ifade etmek için dört kıtalık bir ağıt yazdım. Bunu, sanatsal bir şey olarak değil de gözyaşlarımın basit bir aracı olarak okumanı rica ediyorum.
Seni Seven Kuzenin,BaochaiŞiir de mektuba eklenmişti.
Yazık! Yine mevsim değişiyor,Soğuk güz bir kez daha geliyor;Ne kadar kötü ailemin kaderi,Yalnız oturuyorum, yüreğim sızlıyor.Kuzey salonunda sarızambaklar,Unutturamıyor dertlerimi.Giderecek bir şey yok kederimi,Ruhum yitirdi ümitlerini.Sürükleniyor bulutlar,Acı rüzgârıyla güzün;Avluda yürüyorum,Saçılmış kuru yapraklar.Nereye gideyim?Mutluluğum kayboldu,Hatırlanan sevinçler,İçimi acıyla doldurdu.Mersin balığının gölü var,Turnanın yuvası,Biri pullarına gizleniyor,Diğeri giyinmiş uzun tüyleri.Keder içinde soruyorum:Ey yüce gökler,Ey engin yeryüzü!Dinler misin dertlerimi?Samanyolu parıldıyor;Hava soğuk,Ay ışığı vuruyor,Su saati gece yarısını bildiriyor.Sızlayan kalbime uyku yok.Bir kere daha okuyorum ağıtı,Sonra emanet ediyorum sana,Benim ruh eşim, sevgili dostuma!Daiyu çok etkilendi. “O benim anlayacağımı çok iyi biliyor!” diye düşündü. “Zaten bu yüzden başkasına değil de bana yazmış.”
Düşüncelere dalıp gitti, sonra dışarıdan bir ses geldi.
“Kuzen Lin evde mi?”
Mektubu hemen katlayıp kaldırdı ve kimin geldiğini sordu.
Misafirler içeri girmişlerdi bile. Tanchun, Shi Xiangyun ve Li kardeşler gelmişlerdi. Kızlar birbirlerini selamladılar ve Xueyan çay servisi yaptı. Sohbetleri sırasında, Daiyu iki yıl önceki, kasımpatıya şiir yazdıkları toplantılarını hatırladı.
“Ne tuhaf değil mi?” dedi. “Kuzen Chai Bahçe’den taşındığından beri bizi sadece bir iki kere görmeye geldi. Sanki artık gelmesi için bir nedeni yokmuş gibi görünüyor. Bir daha ziyaretimize gelecek mi diye merak ediyorum.”
Tanchun güldü.
“Gelecek elbette! Sadece şu anda durum biraz sıkıntılı. Kuzen Pan’in eşi biraz düzenbaz biri, Xue teyze yaşlanıyor. Şu son Pan olayı da üstüne tuz biber ekince, Baochai’in evdeki işlerle ilgilenmesi gerekiyor. Artık hiçbir şey eski günlerdeki gibi değil.”
O konuşurken dışarıda ani bir rüzgâr sesi duydular, kâğıt kaplı pencerelere yapraklar vuruyordu. Odaya hafif bir koku geldi. Hangi çiçek olduğunu tahmin etmeye çalıştılar.
“Osmantusa benziyor.” dedi Daiyu.
Tanchun güldü.
“Tam bir güneyli gibi konuşuyorsun!” diye takıldı ona. “Dokuzuncu ayda osmantus ne gezer?”
Daiyu gülümsedi.
“Haklısın. Ama ben de o olduğunu söylemedim, benziyor dedim.”
“Öyle deme, Tan.” diye araya girdi Xiangyun. “Şu dizeleri bilirsin:
Lotus kokusu kilometreler aşar gelir,Güzün sonuna kadar açar osmantus çiçekleri.“Güneyde geç açan çiçekler şimdi en güzel hâllerindedir. Sen buna hiç şahit olmadın. Bir gün güneye gitme fırsatın olursa kendi gözlerinle görürsün.”
“Ne işim var güneyde?” dedi Tanchun ezici bir gülümsemeyle. “Hem zaten yıllar öncesinden biliyorum.”
Li kardeşler birbirlerine bakıp güldüler.
“O kadar emin olma, Tan.” dedi Daiyu. “Ne derler bilirsin, ‘İnsanoğlu gezgindir, bugün burada, yarın yok.’ Şimdi burada olsan da yarın kim bilir nerede olacaksın. Mesela ben. Güneyde doğdum ama şimdi kuzeyde yaşıyorum.”
Xiangyun ellerini çırptı.
“Doğru söylüyorsun! Dai, Tan’i alt etti. Böyle bir tecrübeyi yaşayan sadece o değil. Bize de baksanıza! Bazılarımız doğma büyüme kuzeyliyiz. Bazılarımız güneyde doğdu, sonra buraya taşındı. Ama burada hep beraberiz. Bu bizim kaderimiz. İnsanlar ve yerler birbirine benzer. Karmaları onları bir araya getirir.”
Hepsi başını sallayarak Xiangyun’ün bu kısa nutkunu onayladı, sadece Tanchun gülümsedi. Bir süre daha sohbet ettikten sonra gitmek üzere kalktılar. Daiyu onları kapıya kadar geçirdi, dışarıya da çıkmak istedi ama diğerleri vazgeçirdiler.
“Daha yeni yeni iyileşmeye başladın. Şimdi dışarı çıkarsan üşütebilirsin.”
Bunun üzerine kapıda durdu, veda sözleri söyledikten sonra onlar avlu kapısından çıkana kadar arkalarından baktı.
Onlar gittikten sonra tekrar içeri girip oturdu. Kuşlar yuvalarına dönüyor; güneş batıyordu. Xiangyun’ün güney hakkında söyledikleri hâlâ kulaklarında çınlarken, bir hayalin içine sürüklendi. Annesiyle babası sağ olsalardı… Hâlâ güneyde, o bahar çiçeklerinin toprakları, güzün mehtabı, berrak sular, pırıltılı tepeler diyarında yaşıyor olsaydı… Tekrar oralarda olmayı, Yangzhou’nun yirmi dört köprüsünü, Nanking’in ünlü tarihî yerlerini ziyaret etmeyi nasıl da isterdi! Güneydeyken kendisine refakat eden bir sürü hizmetçisi vardı. Ne isterse söyler, ne dilerse yapar, boyalı teknelere biner, kokulu arabalarda yolculuk yapar, kırmızı kayısı çiçekleriyle dolu alanları seyreder, ağaçların arasından yeşil han tabelalarını görürdü… Genç bir hanımefendi olacaktı, her şeyi başkalarına bağlı olan bir yabancı değil! Jialar kendisi için ne yaparlarsa yapsınlar, sürekli adımlarına dikkat etmesi gerekiyordu. Önceki yaşamında ne günah işlemişti de böyle yapayalnız kalmayı hak etmişti? Son Güney Tang İmparatoru’nun tutsakken söyledikleri, kendi duygularını ne kadar güzel ifade ediyordu: “İşte, bütün gün boyunca yüzümü gözyaşlarımla yıkıyorum!” Sanki ruhu uzak diyarlara gitmişti.
Zijuan içeri girdi ve bir bakışta Daiyu’nün bu dalgınlık hâlinin nedenini anladı. Xiangyun konuşurken kendisi de odadaydı ve güneyden söz edilince, Daiyu’nün ne kadar kolay üzüldüğünü biliyordu.
“Misafirlerin o kadar çok konuştular ki yine çok yorgun hissedeceğini düşündüm, hanımım.” dedi. “Xueyan’i mutfağa gönderip bir kâse etli lahana çorbası ve kurutulmuş karides, deniz yosunu ve bambu filizi getirttim. Nasıl, güzel değil mi?”
“Sanırım öyle.”
“Biraz da pirinç lapası.”
Daiyu başını salladı.
“Ben lapayı siz ikinizin yapmasını tercih ederim, mutfakta yaptırmayın.”
“Hayır, hanımım. Mutfağın ne kadar temiz olduğundan asla emin olamayız. Lapayı kendimiz pişireceğiz. Xueyan’e, Aşçı Liu’ya çorbaya çok itina göstermesini söylemesini tembih ettim. O da hiç merak etmememizi söylemiş, bizzat ilgilenecek, kendi odasında pişirecekmiş. Kaynarken kızı Fivey göz kulak olacakmış.”
“Onu kastetmedim.” dedi Daiyu. “Mutfak kirlidir diye şikâyet etmiyorum. Uzun zamandır insanlara zahmet veriyorum, zaten hastalığım yeterince sıkıntı çıkardı. Bütün bu çorba ve lapa gibi özel siparişler yüzünden benden bıkacaklar.”
Yine gözlerine yaş doldu.
“Ah hanımım! Yine evhama kapılıyorsun.” diye karşı çıktı Zijuan. “Sen büyük hanımefendinin torunu, gözünün bebeğisin. Sana hizmet etmek herkesin yakalamaya çalıştığı bir fırsat, söylenecekleri bir şey değil.”
Daiyu düşünceli bir şekilde başını salladı.
“Bu arada, sözünü ettiğin Fivey, Efendi Bao’nın evindeyken Fangguan’ın arkadaşı olan kız mı?”
“Evet o.”
“Ben onun Efendi Bao’ya hizmet edeceğini duymuştum.”
“Evet, öyleydi. Sonra hastalandı, tekrar iyileşip işe başlayana kadar Qingwen olayı çıktı, o zaman ertelendi.”
“Onu hep sevmişimdir.” dedi Daiyu.
Bu arada bir hizmetçi kadın çorbayı getirdi, Xueyan almak için dışarı çıktı.
“Aşçı Liu, çorbayı Fivey’nin kendi odasında pişirdiğini Bayan Lin’e söylemenizi istedi.” dedi kadın. “Bu yüzden temiz olmadığı konusunda endişelenmesin.”
Xueyan, mesajı ileteceğini söyleyip, çorbayı odaya getirdi. Daiyu zaten bu konuşmaları duymuştu.
“Hemen gidip kadına, Aşçı Liu’ya çok teşekkür ettiğimizi iletmesini söyle.” dedi Xueyan’e.
Xueyan dediğini yaptı, kadın yoluna gitti. Geri gelen Xueyan Daiyu’nün kâsesini ve yemek çubuklarını masaya koydu.
“Güneyden gelen turp salatasından da biraz ister misin, biraz susam yağı ve sirkeyle karıştırayım.” dedi.
“Nasıl istersen ama çok fazla zahmete girme.”
Xueyan kâseye lapa koydu. Daiyu yarısını yedi, birkaç kaşık çorba içti. Kaşığını masaya bırakınca, iki hizmetçi ortalığı topladı, masayı temizledi ve her zamanki yerine kaldırdı. Daiyu ağzını çalkaladı, ellerini yıkadı.
“Zijuan, mangala tütsü koydun mu?” dedi Daiyu.
“Şimdi koyacaktım.”
“Xueyan’le sen de çorba ve lapa yiyin. Gayet güzel ve besleyici. Ben tütsüyle ilgilenirim.”
İki hizmetçi yemeklerini yemek için dış odaya gitti. Daiyu mangala biraz tütsü koyup oturdu. Tam eline bir kitap almak üzereyken, rüzgârın dışarıdaki ağaçların arasında hüzünle mırıldandığını duydu. Uzun bir iç çekiş Bahçe’yi bir ucundan öbür ucuna kadar süpürüp geçti. Saçakların altındaki rüzgâr çanları çınlamaya başladı.
Xueyan çorbasını daha önce bitirip, Daiyu bir şey istiyor mu diye bakmaya geldi.
“Hava soğuyor.” dedi Daiyu. “Geçen gün çıkarmanı söylediğim kürk kıyafetlerimi havalandırdın mı?”
“Evet, hanımım.”
“Buraya getir o zaman. Omuzlarıma sıcak bir şey almak istiyorum.”
Xueyan dışarı çıktı ve keçeden bir bohçaya konmuş, bir yığın kürk astarlı kıyafetle geri döndü. Bohçayı açtı, Daiyu seçsin diye kıyafetleri çıkardı. Daiyu aralarında küçük, ipek bir bohça daha olduğunu fark etti. Almak için uzandı, bohçayı açtı. İçinde ipek mendiller vardı. Bunları Baoyu’nün, iyileşme döneminde gizlice kendisine gönderdiğini hatırladı. Üzerlerine şiirler yazmıştı! Hâlâ gözyaşı lekeleri duruyordu. Hemen yanındaki küçük bir bohçada, Baoyu için üzerini işlediği kokulu kese (bir dargınlık anında biraz yıpranmıştı), yırtık bir yelpaze kılıfı ve Değerli Taş’ı için yaptığı ipek kordonun kesik parçaları vardı. Herhâlde Zijuan, havalandırılacak kıyafetleri seçerken sandıklardan birinde rastlamıştı bu hatıralara ve kaybolmasınlar diye bohçaya koymuştu. Daiyu, Xueyan’i ve kıyafetleri tamamen unutmuş gibiydi. Elindeki mendillere bakarak büyülenmiş gibi duruyordu. Şiirleri okurken yanaklarından yaşlar süzüldü.
Zijuan içeri girip Xueyan’i donup kalmış şekilde dikilirken buldu, kıyafet bohçası önünde, kese, yelpaze kılıfı ve kordon Daiyu’nün yanındaki masada duruyordu. Daiyu elinde tuttuğu, üzerinde yazılar olan iki soluk mendile gözyaşları içinde bakıyordu.
Hüzün hüzünle karşılaşınca,Yeni yaşlar eskisine karışır.Zijuan, bu nesnelerin her biriyle ilişkili hassas anıları çok iyi biliyordu. Anlayışlı davranmanın pek işe yarayacak bir çare olmadığını düşündü ve neşeli bir sitemde bulunmaya karar verdi.
“Haydi ama, hanımım, bunlara bakıp durmanın ne anlamı var? Hepsi geçmişe ait. Efendi Bao’yla çocuktunuz o zamanlar. Kim bilir ne kadar çok dargınlık yaşadınız! Bir kahkaha, bir gözyaşı. Neyse ki büyüdünüz de hayatı biraz daha ciddiye almayı öğrendiniz. O zaman da şimdi olduğu gibi terbiyeli olsaydı, bunlar bu hâle gelmeyecekti!”
Gayet iyi niyetliydi ama sözleri Daiyu’ye Baoyu’yle geçirdiği eski günleri hatırlattı ve yeni gözyaşlarını harekete geçirdi. Zijuan yine onu neşelendirmeye çalıştı.
“Haydi, hanımım. Xueyan bekliyor. Giyecek bir şey seç.”
Daiyu mendilleri bıraktı. Zijuan hemen aldı onları, katlayıp tekrar kese ve diğerleriyle birlikte kaldırdı. Sonunda Daiyu kürk astarlı bir ceketi omuzuna aldı ve dış odaya gitti. Oturup etrafına bakınca Baochai’in şiirinin ve mektubunun hâlâ masada durduğunu gördü. Aldı onları ve tekrar birkaç kere okudu.
“Şartlarımız değişse de duygular aynı.” dedi kendi kendine, içini çekerek. “Ben de cevap olarak bir şeyler yazmalıyım. Dört kıta yazıp qin için besteleyeceğim. Yarın bir kopyasını çıkarıp Chai’ye gönderirim.”
Xueyan’e, dışarıdaki masada duran fırçasını ve mürekkep taşını getirmesini söyledi. Mürekkebi ıslatarak yazmaya başladı. Dört kıtayı tamamlayınca, raftan qin kitabını alıp göz gezdirdi. Şiirlerini iki eski melodi olan Yalnız Orkide ve Değerli Birinin Özlemi’ne uyarladı. Sonra Baochai’e göndermek için bir kopyasını çıkardı ve Xueyan’den evden getirdiği qini sandıktan çıkarıp vermesini istedi. Telleri akort etti ve birkaç parmak alıştırması yaptı. Doğal eğilimi pratik eksikliğini telafi etti ve çok geçmeden çocukken öğrendiği her şey geri geldi. Bir süre çaldıktan sonra akşamın geç saati olduğunu görüp qini bir kenara koydu, yatağına gitti. Onu orada bırakıyoruz.
***Bir gün Baoyu tuvaletini tamamladıktan sonra her zamanki gibi Mingyan’le beraber okula gitmek üzere yola çıktı. Hizmetkârlarından biri olan ve ağzı kulaklarında, zıplayarak gelen Moyu’yla karşılaştılar.
“Haberler iyi, Efendi Bao!” dedi çocuk. Müdür Bey bugün okulda değil, siz bugün izinlisiniz!”
“Ciddi misin sen?” diye sordu Baoyu.
“Bana inanmazsanız, kendiniz bakın. Efendi Huan ile Küçük Bey Lan geri dönüyorlar.”
Baoyu bakınca, üvey kardeşi ve yeğeninin hizmetkârlarıyla beraber kendilerine doğru geldiklerini gördü. Ne dediklerini duymuyordu ama gevezelik edip gülüşüyorlardı. Baoyu’yü görünce elleri yanlarında, saygılı bir tavırla durdular.
“Neden bu kadar erken döndünüz?” diye sordu Baoyu.
“Bugün Müdür Bey’in işi varmış.” dedi Huan. “Bütün gün izinli olduğumuzu söyledi. Yarın her zamanki gibi gideceğiz.”
Bunu duyan Baoyu geri dönüp, Büyükanne Jia ve babasına haber verdi; sonra Kızıl Neşe Avlusu’na gitti.
“Neden geldin?” diye sordu Xiren.
Baoyu olup biteni anlattı ona ve birkaç dakika yanında oturduktan sonra tekrar dışarı çıkmaya yeltendi.
“Nereye gidiyorsun böyle acele acele?” diye sordu Xiren. “Okuldan izin verilmesi, hemen dolaşmaya gideceksin anlamına gelmiyor. Dinlensen iyi olur.”
Baoyu durdu, başını önüne eğdi.
“Haklısın. Ama başka ne zaman dışarı çıkıp eğlenme fırsatı bulacağım? İnsaf et!” dedi.
Bunu öyle bir yalvaran tonda söyledi ki Xiren yumuşadı.
“Peki.” dedi gülerek.
Bu arada öğle yemeği servisi yapıldı, Baoyu kalıp yemeğini yedi. Bitirince ağzını çalkalayıp hemen çıktı. Tıpkı bir duman kümesi gibi hızla Bambu Evi’ne gitti. Zijuan avluda mendilleri asıyordu.
“Bayan Lin öğle yemeğini yedi mi?” diye sordu kıza.
“Erkenden yarım kâse pirinç lapası yemişti.” dedi Zijuan. “Ama şimdi aç değilmiş, uyuyor. Başka bir yere gitseniz iyi olur, Efendi Bao, daha sonra gelin.”
Baoyu hiç istemese de nereye gideceğini bilmeden ayrıldı oradan. Birden birkaç gündür Xichun’ü görmediği geldi aklına. Kokulu Lotus Köşkü’ne doğru yürümeye başladı. Avluya varıp pencerelerden birinin önünde durunca, her yer çok sakin ve terk edilmiş gibi geldi ona. Onun uyuduğu ve rahatsız edilmemesi gerektiği sonucunu çıkardı. Tam geri dönmek üzereyken, içeriden, anlaşılmayacak kadar hafif bir ses geldiğini duydu. Daha net duyma umuduyla bekleyip tekrar kulak kabarttı. İşte! Bir şıkırtıydı! Ne olabileceğini düşünürken, bir konuşma sesi geldi.
“Onu hareket ettirirsen, oradaki durumun ne olur?” diyordu içeriden biri.
Go oynuyorlardı. Ama Baoyu konuşanın kim olduğunu anlayamadı. Xichun’ün cevabını duydu sonra.
“Umurumda bile değil! Onu alırsan ben de bu tarafa gelirim. Şunu alırsan, bu tarafa gelirim. Sonuçta bütün burayı kuşatırım.”
“Ya böyle yaparsam?”
“Ay!” diye bağırdı Xichun. “Böyle bir hamleye karşı önlemim yok!”
Öteki kızın sesi de tanıdıktı! Ama hâlâ çıkaramadı. Kuzenlerinden biri değildi, bundan emindi. Xichun bir yabancıyı ağırlıyor olamazdı. Kapı perdesini kaldırıp içeriye baktı. Go arkadaşı Yeşil Kafes Manastırı’ndan Eşiğin Ötesindeki Kişi, Miaoyu’ydü. Daha fazla rahatsız etmeye yeltenmedi. Kızlar oyuna öyle dalmışlardı ki gizlice izlendiklerinin farkında bile değillerdi. Baoyu orada durup seyretmeye devam etti. Miaoyu oyun tahtasının üzerine eğildi.
“Bu köşeyi istemiyor musun?” diye sordu Xichun’e.
“İstiyorum tabii.” dedi Xichun. “Ama senin bütün taşların öldü, korkacağım ne var ki?”
“Emin misin? Bir dene bakalım.”
“Tamam. İşte hamlem. Sen ne yapacaksın görelim.”
Miaoyu’nün yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Taşını zaten tahtanın kenarında var olan taşıyla birleştirdi, sonra Xichun’ün taşlarından birinin üzerinden atlayıp bütün köşeyi ele geçirdi.
“Buna tersyüz etmek denir!” dedi gülerek.
Xichun henüz cevap veremeden, sessiz seyircileri kendisini tutamayıp bir kahkaha attı. İki kızın ödleri patladı.
“Tek kelime etmeden gizlice içeri girmek de ne demek?” diye bağırdı Xichun. “Bu nasıl bir kabalık! Ne zamandır oradasın?”
“O köşede oynamaya başladığınızda gelmiştim.”
Miaoyu’ye selam verdi.
“Merhaba, Muhterem Kardeş’im!” dedi gülerek. “O mistik Zen kapısından bu nadir ayrılış neden? Hangi karma seni tozlu diyara getirdi?”
Miaoyu kulaklarına kadar kızardı, hiçbir şey demeden başını önüne eğip go tahtasına baktı. Baoyu onu utandırdığını fark etti ve telafi etmeye çalıştı.
“Gerçekten, sıradan fâniler dünyadan elini eteğini çeken senin gibilerle nasıl kıyaslanabilir?” dedi sevimli bir gülümsemeyle. Her şeyden önce iç huzuruna ermişsin. Bu huzurla beraber derin bir maneviyat, bu maneviyatla beraber de net bir sezgi gelir.”
O konuşurken, Miaoyu hafifçe gözlerini kaldırıp baktı. Sonra hemen tekrar bakışlarını indirdi ve koyu bir kızarıklık yüzüne yayıldı. Baoyu, onun bilerek kendisini görmezden geldiğini fark etti, masanın yanına oturdu. Xichun oyuna devam etmek istedi ama Miaoyu kısa süren sessizliği bozdu.
“Başka bir gün oynayalım.” diyerek ayağa kalktı; üstüne çekidüzen verip tekrar oturdu. Sonra Baoyu’ye döndü, tuhaf bir ses tonuyla, “Nereden geliyorsun?” diye sordu.