Книга Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt
Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt

“Olacak iş değil.” dedi bez ayakkabılı, resmî görünümlü adam. “Bu çok tuhaf bir durum.”

“Unuttuğunuza üzüldüm.” dedi Mr. Bob Sawyer, ardından bardak şıngırtısı geldiğini sandığı kapıya hevesle bakarak: “Gerçekten de üzüldüm.”

“Ben de öyle.” diye yanıtladı resmî görünümlü adam. “Çünkü hepimizi çok keyiflendireceğine emindim. Neyse, bana kalırsa yarım saat içinde aklıma gelir.”

Resmî görünümlü adam bunu söylediği anda bardaklar geldi ve bunca zamandır aklı başka yerde olan Mr. Bob Sawyer, hikâyenin sonunu gerçekten duymak istediğini çünkü bunun bugüne kadar dinlediği hikâyeler arasında istisnasız en iyisi olduğunu söyledi. Bardakların geri gelmesi Bob Sawyer’ın, ev sahibesiyle yaptığı görüşmeden beri olmadığı kadar sakinleşmesini sağladı. Yüzü aydınlandı ve kendini çok canlı hissetmeye başladı.

“Betsyciğim.” dedi Mr. Bob Sawyer müthiş bir tatlılıkla, bir yandan da kızın öylece masanın ortasına bıraktığı bardakları dağıtırken. “Betsyciğim bize bir de sıcak su getirirsen, aferin sana, hadi!”

“Su falan getiremem.” diye yanıtladı Betsy.

“Getiremez misin?” diye bağırdı Mr. Bob Sawyer.

“Hayır.” dedi kız başını herhangi bir kelimenin ifade edebileceğinden daha büyük bir hırsla sallayarak.

“Missis Raddle ona su falan yok dedi.”

Misafirlerinin yüzünde beliren şaşkınlık, ev sahibinin cesaretlenmesine sebep oldu.

“Sıcak suyu derhâl buraya getireceksin, derhâl!” dedi Mr. Bob Sawyer, çaresiz bir katılıkla.

“Hayır, getiremem.” diye yanıtladı kız. “Missis Raddle yatmadan önce mutfak ocağını söndürdü ve çaydanlığı da sakladı.”

“Ah, hiç önemli değil, önemli değil. Lütfen kendinizi böyle önemsiz meselelerle üzmeyin.” dedi Mr. Pickwick, Bob Sawyer’ın yüzündeki dehşet ifadesine karşılık olarak. “Soğuk su da gayet yeterli olacaktır.”

“Ah, hem de nasıl.” dedi Mr. Benjamin Allen.

“Ev sahibemin arada böyle aklı gidip geliyor.” diye yorumda bulundu Bob Sawyer, çarpık bir gülümseme eşliğinde. “Korkarım buradan çıkmam gerekecek.”

“Yok, yapma.” dedi Ben Allen.

“Korkarım ki yapmam gerek.” dedi Bob, kahramanvari bir kesinlikle. “Ona olan borcumu ödeyip yarın sabah da yakında buradan ayrılacağımı söyleyeceğim.” Zavallı adamcağız bunu yapabileceğine öylesine inanıyordu ki!

Mr. Bob Sawyer’ın bu son darbeden sonra gelen yürek burkucu doğrulma çabaları ekipteki herkesin moralini bozdu ki çoğu da çareyi kendilerini brendiye vurmakta buldu. Bunun ilk belirtileri iskorbütlü gençle pembe gömlekli adam arasındaki husumetin alevlenmesi şeklinde baş gösterdi. Bu gayriresmî savaşçılar karşılıklı memnuniyetsizlikleri çeşitli surat asmalar ve burun sümkürmeler eşliğinde belli ederlerken iskorbütlü genç konuyu daha açık biçimde ele almak gerektiği düşüncesine kapılıp yüksek bir sesle: “Sawyer.” dedi.

“Söyle, Noddy.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.

“Çok üzgünüm, Sawyer.” dedi Mr. Noddy. “Bir arkadaşın sofrasına, hele ki senin sofrana böyle bir meseleyi getirmek istemezdim Sawyer ancak Mr. Grunter’ın bir beyefendi olmadığını söylemeden de edemeyeceğim doğrusu.”

“Ben de yaşadığın sokakta bir kargaşaya neden olmaktan dolayı çok üzgünüm Saywer ancak…” dedi Dunter. “Korkarım az önce ağzını açan şahsiyeti camdan fırlatarak komşularına panik yaşatmak durumunda kalacağım.”

“Siz ne demek istiyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Noddy.

“Ne diyorsam onu, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.

“Elinizden geliyorsa yapın efendim.” dedi Mr. Noddy.

“Yarım dakika içinde yaptığımı göreceksiniz, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.

“Beni kartvizitinizi vererek onurlandırmanızı rica edeceğim.” dedi Mr. Noddy.

“Öyle bir şey yapmayacağım, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.

“Neden yapmayacakmışsınız, efendim?” diye sordu Mr. Noddy.

“Çünkü siz kartımı şömine rafına koyarsınız da ziyaretçileriniz de sizi bir beyefendi ziyaret etmiş sanırlar, efendim.” diye yanıtladı Mr. Gunter.

“Efendim akşam bir arkadaşım sizi ziyarete gelecek.” dedi Mr. Noddy.

“Efendim, önceden haber verdiğiniz için size minnettarım, ben de hizmetlime söyleyeyim de gümüş kaşıklarımı kilitlesin.” diye yanıtladı Mr. Gunter.

Tam bu noktada geri kalan ziyaretçiler olaya müdahale ederek iki tarafın da uygunsuz davrandığı görüşünü paylaştılar. Bunun üzerine Mr. Noddy, babasının Mr. Gunter’ın babası kadar saygıdeğer olduğunu belirtme ihtiyacı hissetti. Bunun üzerine Mr. Gunter da babasının, Mr. Noddy’nin babasının saygıdeğerliğinde eksik bir tarafı olmadığını ve babasının oğlunun da Mr. Noddy’den her hâlükârda katbekat üstün olduğunu söyledi. Bu bildiri anlaşmazlığın devamını haber verir nitelikte olduğundan, grup olaya bir kez daha müdahale etti ve bunu bol miktarda konuşma ve yaygara izledi. Bu sırada Mr. Noddy yavaşça hislerine yenik düşüp Mr. Gunter’a karşı hep bir yakınlık duyduğunu itiraf etti. Bunun üstüne Mr. Gunter, aslına bakılırsa Mr. Noddy’yi kendi öz kardeşine yeğlediğini itiraf etti. Bunu duyan Mr. Noddy koca yüreklilikle ayağa kalkıp elini Mr. Gunter’a uzattı, Mr. Gunter bu eli duygulandırıcı şevkle kabul etti ve herkes tartışmanın iki taraf açısından da çok onurlu biçimde gerçekleştiğini söyledi.

“Hadi ama.” dedi Jack Hopkins. “Neşemizi yeniden yerine getir Bob, şarkı söylesek hiç fena olmaz.”

Bunun üzerine Hopkins alkış tufanına tutuldu ve bir anda Tanrı Kralımızı Korusun şarkısını, Biscay Körfezi ve Küçük Kurbağa şarkılarıyla birleştirip yepyeni bir melodi oluşturarak, sesinin el verdiği en yüksek perdeden söylemeye başladı. Şarkının özü de nakarattaydı ve her bir beyefendi bu nakaratı kendince söyleyince ortaya çıkan etki gerçekten de göz kamaştırıcıydı.

Nakarat kısmından sonra gelen ilk dizede, Mr. Pickwick bir şeye kulak kabartmış görünür hâlde elini havaya kaldırdı ve sessizlik sağlandığı anda:

“Şşşş! Affedersin. Yukarıdan birinin bağırdığını duydum sanırım.”

Herkes anında sessizliğe gömüldü ve Mr. Bob Sawyer açıkça bembeyaz kesildi.

“Galiba ses devam ediyor.” dedi Mr. Pickwick. “Lütfen kapıyı açma nezaketini gösterin.”

Kapı açıldığı anda konunun ne olduğuna yönelik bütün şüpheler ortadan kalktı.

“Mr. Sawyer! Mr. Sawyer!” diye bağırdı bir ses, merdiven sahanlığından.

“Bu ev sahibem.” dedi Bob Sawyer, büyük bir can sıkıntısıyla etrafına bakarak. “Evet, Mrs. Raddle.”

“Bu da ne demek oluyor, Mr. Sawyer?” diye yanıtladı ses, müthiş bir tizlik ve imayla. “Kiramın üstüne yatmanızın beni zarara uğrattığı ve de kendini adam sanan arkadaşlarınızın hakaretine ve azarına maruz kaldığım yetmiyormuş gibi şimdi de pencereleri çatlatacak ve kapıya itfayecileri getirtecek kadar ses yapıyorsunuz, hem de sabahın ikisinde. Şu aşağılık herifleri gönderin evimden.”

“Kendinizden utanmalısınız.” dedi Mr. Raddle’ın uzaktan belli belirsiz görünen gece kıyafetlerinin altından gelen sesi.

“Utanmak mı!” dedi Mrs. Raddle. “Neden aşağı inip her birinin façasını dağıtmıyorsun? Adam olsan yapardın.”

“Eğer bir kişi değil de bir düzine olsaydım yapardım canımın içi.” diye yanıtladı Mr. Raddle pasif biçimde. “Ama onlar sayıca üstün canımın içi.”

“Ah seni korkak!” diye yanıtladı Mrs. Raddle müthiş bir küçümsemeyle. “Bu aşağılık herifleri kovacak mısınız kovmayacak mısınız Mr. Sawyer?”

“Gidiyorlar, Mrs. Raddle, gidiyorlar.” dedi zavallı Bob. “Korkarım gitmeniz gerek.” dedi Mr. Bob Sawyer dostlarına. “Çok ses çıkardığınızı anlamıştım.”

“Yazık oldu.” dedi fazla ciddi görünümlü adam. “Tam da keyfimize bakmaya başlamıştık!” Fazla ciddi adam tam da unuttuğu şarkıyı hatırlamaya başlamıştı. “Gitmek de zor olacak.” dedi etrafına bakınarak. “Zor olacak ama değil mi?”

“Dayanılacak gibi değil.” diye yanıtladı Jack Hopkins. “Haydi bir kıta daha söyleyelim, Bob. Haydi bakalım!”

“Hayır, hayır, olmaz.” diye araya girdi Bob Sawyer. “Çok güzel bir şarkı ama bir kıta daha söylemesek iyi olur. Bu insanlar çok vahşi. Evdekilerden bahsediyorum yani.”

“Gidip ev sahibinin yakasına yapışayım mı?” diye sordu Hopkins. “Ya da zili çalıp dururum veya merdiven sahanlığında böğürürüm? Ne emredersen o, Bob.”

“Dostluğun ve iyi niyetin için sana müteşekkirim Hopkins.” dedi zavallı Mr. Bob Sawyer. “Ancak daha fazla tartışmaya sebebiyet vermemek için en iyisi burada ayrılmak.”

“Eeee Mr. Saywer.” diye çınladı Mrs. Raddle’ın cırtlak sesi. “Kabadayılar gidiyor mu?”

“Şapkalarını alıyorlardı Mrs. Raddle.” dedi Bob. “Hemen gidecekler.”

“Gidiyorlar ha!” dedi Mrs. Raddle, tam Mr. Pickwick ardından Mr. Tupman’la birlikte odadan çıkarlarken uyku takkesini şiddetle tırabzana çarparak. “Gidiyorlar ha! Niye geldiler ki zaten?”

“Hanımefendiciğim.” diye itiraz etti Mr. Pickwick yukarı bakarak.

“Hadi git oradan be yaşlı horoz!” diye yanıtladı Mrs. Raddle, hışımla takkeyi yeniden kafasına geçirerek. “Onların dedesi olacak yaştasın namussuz! Sen onlardan da betersin.”

Mr. Pickwick öyle olmadığı konusunda itiraz etmekte bir fayda görmediğinden, hemen ardındaki Mr. Tupman, Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass’la birlikte aşağı indi. Alkol ve üzüntü nedeniyle keyfi fena hâlde kaçmış olan Mr. Ben Allen onları Londra Köprüsü’ne kadar takip etti ve sanki bu sırrı paylaşacak en uygun insan Mr. Winkle’mış gibi, Mr. Bob Sawyer dışında, kız kardeşi Arabella’nın gönlünü fethetmeye çalışacak bütün beyefendilerin gırtlağını kesmeye kararlı olduğunu söyledi. Abilere has bu acı verici görevi yerine getirmeye yönelik arzusunu ifade ettikten sonra gözyaşlarına boğuldu, şapkasıyla gözlerini kapayıp elinden geldiğince gerisin geriye yürüyerek Borough Market bürosunun ofisinin kapısını, orada yaşadığına ve anahtarını unuttuğuna dair kesin bir inançla defalarca çaldıktan sonra, gün ağırana kadar her bir basamakta sırayla uyukladı.

Bütün ziyaretçiler Mrs. Raddle’ın müthiş ısrarına uyumlu biçimde gittiklerinden, yalnız kalmış olan Mr. Bob Sawyer; bir sonraki günün muhtemel olayları ve akşamın keyifli anları üzerine kafa yormaya koyuldu.

Otuz Üçüncü Bölüm

Büyük Mr. Weller’ın Yazın Sanatına Yönelik Kimi Eleştirel Yaklaşımları ve Oğlu Samuel’in Yardımıyla Kırmızı Burunlu Muhterem Beyefendiden Alacakları İntikamın Başka Bir Kısmının Anlatıldığı Bölüm

Tümüyle gerçeklere dayanan bu anlatının okurlarının aşina olacağı üzere, Mrs. Bardell’ın davasının görüleceği günden bir önceki gün olan 13 Şubat sabahı, saat dokuzla öğleden sonra iki arasında George and Vulture’dan Mr. Perker’ın ofisi arasında mekik dokuyan Mr. Samuel Weller için koşuşturmacalı bir zamandı. Artık yapılacak bir şey olduğundan değildi tüm bu koşuşturma çünkü görüşmeler gerçekleşmiş, izlenilecek yol konusunda sonunda bir karara varılmıştı ama Mr. Pickwick çok heyecanlı olduğundan, avukatına üstünde yalnızca “Sevgili Perker. Her şey yolunda mı?” yazan ve avukatının da değişmez biçimde “Sevgili Pickwick. Olabildiğince iyi gidiyor.” yanıtını verdiği notlar gönderip duruyordu ve işin aslı, az önce bizim de açıklıkla ifade ettiğimiz üzere, yarınki mahkeme oturumuna kadar iyi de kötü de olsa yapılacak bir şey yoktu.

Ancak kendi istekleriyle ya da zorla hayatlarında ilk kez kanunlarla karşı karşıya kalmış insanların geçici süreli rahatsızlık ve endişeden muzdarip olmaları anlaşılabilir. Sam de bu yüzden insan doğasının zaaflarının farkında olarak efendisinin bütün ısrarlı isteklerine, kişiliğinin en dikkat çekici ve sevilesi özellikleri olan soğukkanlı bir iyi niyet ve değişmez ılımlılıkla karşılık veriyordu.

Sam kendini çok makul bir akşam yemeğiyle avutmuş ve barda, Mr. Pickwick’in sabahki yürüyüşlerini unutturmak için ısmarlamasını söylediği sıcak içkisini bekliyordu ki yaklaşık bir metre boylarında, tüylü şapkalı, kadife önlüklü ve kıyafeti zamanla bir seyis pozisyonuna yükselmek istediğini açıkça belli eden küçük bir çocuk; George and Vulture’dan içeri girdi ve sanki görüşmesi gereken birini arıyormuş gibi önce merdivenlerden yukarı, sonra koridordan öteye ve en sonunda da bara baktı. Tam bu sırada bardaki kadın bu görüşmenin çay ya da yemek kaşığıyla ilgili olabileceğine dair bir izlenime kapılarak oğlanın önünde durup:

“Söyle hele genç adam, ne istiyorsun?”

“Burada Sam adından biri var mı?” diye sordu genç, yüksek ancak çirkin bir sesle.

“Diğer adı ne ola?” dedi Sam etrafına bakarak.

“Ben nereden bileyim?” diye lafı yapıştırdı genç beyefendi, tüylü şapkasının altından bakarak.

“Sen akıllı adama benziyorsun çocuk.” dedi Mr. Weller. “Ama senin yerinde olsam bilmiş konuşmazdım çünkü neme lazım yanlış anlayan falan olur. Şimdi de bakalım, barbar gibi otele girip ‘Burada Sam diye biri var mı?’ diye sormak da neyin nesi?”

“Çünkü bunu benden yaşlı bir beyefendi istedi.” diye yanıtladı oğlan.

“Ne yaşlı beyefendisinden bahsediyorsun sen?” diye sordu Sam müthiş bir küçümsemeyle.

“İşte Ipswich faytonunu kullanan var ya, o gelir bizim dükkânda dinlenir.” diye cevapladı çocuk vakit kaybetmeden. “Dün sabah benden, bu öğleden sonra George and Wulture’a gidip Sam’i soruşturmamı istedi.”

“Aman be, o benim babam olur.” dedi Mr. Weller, anlamış bir ifadeye bardaki kadına dönerek. “Benim öbür adımı biliyorsa ben de hiçbir şey bilmiyorum. Hadi bakalım genç soğan cücüğü, başka ne dedi, de bakalım.”

“Tamam dur.” dedi oğlan. “Şimdi sen saat altıda bizim dükkâna gelecekmişsin çünkü seninle konuşacağı varmış. Gelecek mi diyeyim?”

“Aynen öyle de efendi.” diye yanıtladı Sam. Böylelikle havalara girmiş olan genç beyefendi oradan uzaklaştı ve uzaklaşırken de inanılmaz derecede gür ve zengin bir sesle icra edilmiş yalın ve aslına epey yakın şoför ıslığı taklitleriyle otel avlusunu yankılandırmayı ihmal etmedi.

Mr. Weller, zaten o anda kendi heyecan ve endişelerinin içinde kaybolmuş olan ve yalnız kalmaktan hiç de şikâyetçi olmayan Mr. Pickwick’ten izin aldıktan sonra sözleşilen saatten evvel buluşma yerine varmak üzere yola koyuldu. Çok zamanı olduğu için Mansion House’a kadar gitti ve orada durup felsefi ve düşünsel bir ifadeyle o ünlü dinlence yerinin etrafına toplanmış kısa yol faytonlarıyla arabaları ve bunun bu çevrelerdeki yaşlı kadın nüfusu üzerinde yarattığı dehşet ve şaşkınlığı seyretmeye koyuldu. Orada yarım saat kadar zaman öldürdükten sonra gerisin geriye çeşitli ara yol ve sokaklardan geçerek Leadenhall Pazarı’na yürüdü. Boş zamanını bir şekilde öldürülüp bir yandan da gözünün önündeki her bir nesneyi uzun uzun seyreden Mr. Weller’ın ufak bir kırtasiye ve basım dükkânının önünde durması şaşırtıcı olmasa da gerekli açıklama yapılmadığı takdirde orada satışa çıkarılmış kimi resimlere bakarken bir anda irkilmesi, sağ ayağını müthiş bir heyecanla yere vurması ve büyük bir coşkuyla: “Bunu görmemiş olsam unutacaktım ve her şey için çok geç olacaktı!” demesi şaşırtıcı kaçacaktır.

Bunu söylediği sırada Mr. Weller’ın gözlerini dikmiş olduğu resim, bir okla bir arada tutulan ve harlı bir ateşte pişirilmekte olan bir çift insan kalbinin ve arka plandaki yılan gibi kıvrılan bir patikadan gözlerindeki açlık ışığıyla oraya yaklaşmakta olan mavi ceket ve beyaz pantolonlu bir adam ve kırmızı renk bir mont ve aynı renk bir şemsiyeden oluşan modern giyimli kadın ve erkek yamyamın çok renkli temsiliydi. Belli ki terbiye görmemiş zira üstünde bir çift kanat dışında hiçbir şey olmayan genç bir beyefendi, yemeğin pişmesini denetliyor gibi tasvir edilmişti. Uzakta Londra, Langham Palace’taki kilisenin tepesi görünüyordu ve bunların tümü bir kalbin içine çizilmişti. Penceredeki yazılı bildirinin de belirttiği üzere, bu ve daha pek çok çeşide bir şilin altı peni gibi uygun bir fiyata ulaşmak için yurttaşların içeri girmeleri yeterliydi.

“Az daha unutacaktım ya, gerçekten az daha unutacaktım!” dedi Sam; bunu söylediği gibi kırtasiyeden içeri girip en güzel yaldızlı kenarlı kâğıtla, mürekkep sıçratmayacağı garanti edilen sert uçlu bir kalem rica etti. Bu ürünler anında önüne getirilince az önceki oyalanan yürüyüşünden çok farklı olarak hızlı adımlarla Leadenhall Pazarı’na gitti. Etrafına bakınca ressamın sanatının belli belirsiz mavi bir file benzeyen ve hortum yerine kartal gagası olan bir tabloyla ifşa edildiği tabelayı gözüne kestirdi. Burasının Mavi Domuz olduğunu düşündü ve bu düşüncesinde haksız da olmadığından gidip babasını istedi.

“Kırk beş dakika, bir saat kadar daha gelmez o.” dedi Mavi Domuz’un ev işleriyle ilgilenen genç kadın.

“Peki, şekerim.” diye yanıtladı Sam. “Bana 9 penilik brendi ve su, bir de mürekkep koyuver olur mu canım?”

Genç kadın brendi ve suyla, mürekkebi ufak salona dikkatle getirdikten, kömürleri uçuşmasınlar diye elindeki değnekle güzelce düzledikten ve olur da biri kafasına göre, Mavi Domuz’la bir alakası ve müessesenin tam rızası olmadan ateşi karıştırmak ister korkusuyla demiri de yanında götürdükten sonra, Sam Weller ocağın yanındaki ufak masaya oturup yaldızlı kâğıtla sert uçlu kalemi çıkardı. Sonra içinde kıl kalmış mı diye kalemi dikkatlice inceledikten ve olur da kâğıdın altında ekmek kırıntısı kalmıştır diye masayı güzelce temizledikten sonra gömleğinin kollarını kıvırıp dirseklerini masaya yerleştirdi ve yazmaya hazırlandı.

Kendilerini yazın sanatına adamamış hanımlar ve beyler için eklememiz gerekir, yazarlık öyle kolay bir iş değildir. Çünkü yazma hâlinde yazarın gözlerini kâğıtla aynı seviyeye getirebilmesi için başını sol koluna yaslaması ve inşa ettiği kelimelere yan gözle bakarken de kendince cevap verdiği karakterleri hayal etmesi gerekir. Bu hareketler aslında yazının oluşmasına fayda sağlıyor olsalar da yazarın gidişatına da katkı sağlamaktadırlar. Sam de tam bir buçuk saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan küçücük harflerle yazılar yazıyor, serçe parmağıyla yanlış kelimeleri siliyor ve yanlış harflerden kalan lekelerin üstünden yeni harflerin okunabilmesi için epey çaba sarf ederek yenilerini yazıyordu ki babasının içeri girmesiyle başını kaldırdı.

“Sammyciğim.” dedi babası.

“Vay, yıllanmış viski!” diye yanıtladı oğlu, kalemini yere koyarak. “Analığımla ilgili son havadisler ne?”

“Mrs. Weller çok iyi bir gece geçirdi ama bu sabah olağan dışı derecede ters ve keyifsiz. Tony Weller Bey tarafından doğruluğu yeminle kanıtlanmıştır, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller, şalını çıkarırken.

“İyileşme yok mu?” diye sordu Sam.

“İyileşmek ne demek, bütün belirtiler kötüleşti.” diye yanıtladı Mr. Weller başını iki yana sallayarak.

“Ama sen ne işle uğraşıyorsun bakiim? Zorluklar içinde eğitim mi almaya çalışıyorsun, Sammy?”

“Şimdi bitirmiştim.” dedi Sam, azıcık utanarak. “Yazı yazıyordum.”

“Onu anladım.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Genç bir hanıma değildir herhâlde değil mi, Sammy?”

“Öyle değil desem de bir faydası olmayacak zaten.” diye yanıtladı Sam. “Sevgililer Günü kartı yazdım.”

“Ne yazdın, ne yazdın!” diye bağırdı Mr. Weller, belli ki bu cümleden dolayı dehşete düşmüştü.

“Sevgililer Günü kartı.” diye yanıtladı Sam.

“Sammycik, Sammycik.” dedi Mr. Weller sitemkâr bir edayla. “Babanın ayıplarını gördükten sonra böyle bir işe kalkışacağını sanmazdım. Ben sana tam da bu konu hakkında onca dil dökmüşken, kendi gözünle gördükten, analığınla sen de vakit geçirdikten sonra hele. Ben de diyordum ki ‘Bu çocuk bu ahlak dersini hayatı boyunca unutamaz.’ Senin de bu işe kalkışacağını sanmazdım Sammy!” Bu düşünceler yaşlı adamcağıza ağır gelmişti. Sam’in bardağını kaldırıp hepsini içti.

“Şimdi n’oldu?” dedi Sam.

“Boş ver.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Bu kadar yaşımı başımı almışken bir de bunca dertle uğraşmak epey zor olacak ama neyse ki ben de az çetin ceviz değilim, bu da bir teselli. Hani çiftçi hindisine seni Londra Pazarı için kesmem gerekir deyince, hindisi de öyle demiş ya, aynı o hesap.”

“Dert dediğin ne?” diye sordu Sam.

“Seni evlendirmek, Sammy. Senin kandırılmış bir kurban oluşunu görmek ve ne kadar masum olduğunu düşünmek. Ah, bunlar çok güç.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bunlar bir baba için sınav, ah Sammyciğim…”

“Daha neler.” dedi Sam. “Evlenecek hâlim yok, sen kafanı bunlara takma. Böyle şeyleri tasvip etmediğini bilirim. Sen piponu getirtene kadar ben de sana mektubu okutturayım. Al işte!”

Artık piponun düşüncesi mi yoksa ailenin kaderinde maalesef evlenmek olduğu ve buna bir çare olmadığı düşüncesi mi bilinmez, Mr. Weller rahatladı ve kederi dindi. Ancak sanıyoruz ki bu sonuç, iki teselli sebebinin ortalamasından oluşmuştu çünkü Mr. Weller ilk ihtimalin siparişi için zili çalarken bir yandan da ikinci ihtimali kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Sonra hırkasını üstünden attı, sıcaklığı tümüyle hissetmek için sırtını ateşe verirken bir yandan da şömine rafına meylederek Sam’e döndü ve tütünün rahatlatıcı etkisinden nasibini alarak yatışmış bir yüz ifadesiyle Sam’in “koyverip gitmesini” rica etti.

Sam herhangi bir düzeltme ihtimaline karşı kalemini mürekkebe batırarak teatral bir havayla başladı:

“Çok hoş…”

“Du’ bi.” dedi Mr. Weller, zili çalarak. “Her zamankinden bir duble, canım.” dedi.

“Peki efendim.” diye yanıtladı müthiş bir hızla ortaya çıkıp ortadan kaybolan, geri dönen ve yeniden kaybolan kız.

“Burada seni tanıyor gibi görünüyorlar.” diye yorumda bulundu Sam.

“Evet.” diye yanıtladı babası. “Daha önce buralara gelirdim. Hadi devam et, Sammyciğim.”

“Çok hoş bir varlıksınız.” diye lafa yeniden girdi Sam.

“Ee, bu şiir.” diye lafa girdi babası.

“Yok, yok.” diye yanıtladı Sam.

“Aman iyi, sevindim.” dedi Mr. Weller. “Şiir dediğin şey doğal değil bir kere. Bayramlarda mübaşirler ya da ayakkabı boyacısı hatta araba tamircisi gibi düşük kesimin huyunu edinmeni istemem. Sana nasihatı olsun, asla şiire kadar düşme oğlum. Hadi, yine başla Sammyciğim.”

Mr. Weller piposununu eleştirel bir sessizlik içinde içmeye devam etti ve Sam bir kez daha lafa başlayarak şunları okudu:

“Hoş varlık, yemin olsun ki…”

“Bu olmamış.” dedi Mr. Weller, piposunu ağzından çıkararak.

“Dur, dur; ‘yemin olsun’ değil.” diye yorumda bulundu Sam, mektubu ışığa doğru tutarak. “Üstünü çizdiğimi okumuştum, ‘emin’ olacaktı o. Mürekkep lekesiymiş önündeki. ‘Emin olasın ki.’ ”

“Çok iyi.” dedi Mr. Weller. “Devam et.”

“Emin ol ki ben tümüyle… Buradaki kelime neydi unuttum yahu.” dedi Sam, başını kalemle kaşıyıp hatırlamaya çalışırken.

“Kâğıda baksana yahu.” dedi Mr. Weller.

“Bakıyorum ya zaten.” diye yanıtladı Sam. “Ama yine mürekkep lekesi olmuş; ‘u’ var, ‘l’ var bir de ‘d’ var.”

“Kuruldum mu acaba?” diye öneride bulundu Mr. Weller.

“Yok değil.” dedi Sam. “ ‘Vuruldum’, işte buldum.”

“Ama ‘kuruldum’ daha güzeldi, Sammy.” dedi Mr. Weller büyük ciddiyetle.

“Öyle mi dersin?” dedi Sam.

“Yerine başka kelime düşünemiyorum.” diye yanıtladı babası.

“Ama benimki daha anlamlı değil mi sence de?” diye sordu Sam.

“Belki de daha hassas bir kelime diyebiliriz.” dedi Mr. Weller, biraz düşündükten sonra. “Devam et bakalım Sammyciğim.”

“Sen çok hoş bir hanımsın ve ben sana tümüyle vurulduğumdan dolayı biraz kılığımdan utanır oldum.”

“Çok duygusal.” dedi yaşlı Mr. Weller, kelimelerin ağzından çıkışına izin vermek için pipoyu çekerek.

“Evet, bence çok iyi.” diye yorumda bulundu Sam, keyiflenerek.

“Senin bu yazında en çok hoşuma giden şey, içinde öyle tanrıçam, Venüsüm, cartım curtum yok. Genç bir kadına Venüsüm, meleğim demenin ne âlemi var şimdi, değil mi Sammy?”

“Ah! Sahiden de ne gereği var?” diye yanıtladı Sam.

“Yani oldu olacak ona ejderham, tek boynuzlu atım, padişahım falan de ki bence bunlar öbür cart curttan çok daha ihtişamlıdır.” diye ekledi Mr. Weller.

“Aynen, bari onları kullanmalı.” dedi Sam.

“Devam et Sammy.” dedi Mr. Weller.

Sam söylenilene uydu ve devam etti. Babası da bilgelik ve memnuniyetin ahlaki olarak üst düzey bir karışımı olan bir yüz ifadesi takınarak piposunu tüttürmeye devam etti.

“Senden önce derdim ki bütün kadınlar aynı.”

“Öyleler ki zaten.” diye yorumda bulundu yaşlı Mr. Weller, babacan bir tavırla.

“Ama ben.” diye devam etti Sam. “Senin gibisinin olmadığı anladım ya, artık eskiden ne kadar saçma sapan ve kuşkulu bir mülayimmişim diye düşünüyorum ama ben seni sanki çokmuşsun gibi seviyorum.” “Bunu iyice belli etmek istedim.” dedi Sam başını kaldırarak.

Mr. Weller onaylar biçimde başını salladı ve Sam devam etti.

“O nedenle bugünün şerefine, canım Mary’m, zor şartlar altında bulunan beyefendilerin pazar günü biterken söyledikleri üzere, seni ilk gördüğümde görüntün kalbime profesyonel bir fotoğraf makinesinin yapamayacağı kadar hızla ve çok daha canlı renklerle kazınmıştı ki bilirsin o makine de fotoğrafı iki dakikadan biraz uzun sürede çeker, sonra çerçeveli falan duvara asarlar.”

“Korkarım bu biraz şairane olmuş Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, şüpheci bir edayla.

“Yooo, hiç de bile.” diye yanıtladı Sam, kanıtlamak istercesine hızla okumaya devam ederek:

“ ‘Beni sevgilin olarak kabul et ve dediklerimi düşün canım Mary’m. Lafımı burada bitiriyorum Sevgili Mary’m.’ İşte bu kadar.” dedi Sam.