“Hayır.”
Savcının yüzündeki gülümseme daha belirginleşti, bacağını artan bir şiddetle sallamaya başladı, kendini geriye atarak kuşkulu biçimde öksürdü.
Her ne kadar incelikli olsalar da savcının içgörülerinin bu işaretleri Mr. Pickwick’in gözünden kaçmamıştı. Vekilin hislerini kendince uygun gördüğü şekilde ifade edişini dikkatlice izlediği gözlüğünü düzelterek burnundan yukarı itti. Mr. Perker’in uyarı niteliğindeki göz kırpmaları ve surat asmalarını kesin olarak görmezden gelerek canlılıkla:
“Böyle bir sebeple karşınıza çıkmış olmam, efendim, bu tür meseleleri ister istemez çok fazla elden geçirmek durumunda kalan sizin gibi bir beyefendi için şüphesiz çok olağan dışı olmalıdır.”
Savcı ciddiyetle şömineye bakmaya çalışsa da gülümseme geri gelmişti.
“Sizin mesleğinizi icra ettiren beyefendiler, efendim.” diye lafına devam etti Mr. Pickwick. “İnsan doğasının en kötü tarafını görürler. Bütün anlaşmazlıkları, bütün kötü niyetleri ve düşmanlıkları sizin önünüzde vuku bulur. Jürilerle olan deneyiminizden (sizi ya da onları kötülemek gibi bir niyetim yok) ne kadar etki alanı oluşturabilirsiniz. Üstelik siz kendinizin saf dürüstlük ve görev onuruyla ve müvekkiliniz için en iyisini yapmaya yönelik müthiş isteğinizle sürekli kullandığınız ve tabiatıyla değerini çok iyi bildiğiniz o gereçleri başkalarının aldatma ve çıkar amacıyla kullanma eğilimini ortaya çıkarmayı çok iyi bilirsiniz. Sizin kurum olarak şüpheci, kimselere güvenmez ve aşırı dikkatli olduğunuza yönelik kabaca ancak epey genel olan bu görüş, bu durumla açıklanabileceğine gerçekten inanıyorum. İçinde bulunduğum koşullarda, size böyle bir beyanda bulunmanın yaratacağı olumsuzluğun tümüyle farkında olarak buraya geldim çünkü dostum Mr. Perker’ın da söylediği gibi şunu kesin olarak anlamanızı istiyorum ki ben üzerime yıkılan bir yanlıştan muzdarip bir masumum ve sizin desteğinizin ölçülemez değerinin farkında olsam da beyefendi, eğer yürekten inanmıyorsanız sizin yeteneklerinizden yararlanmaktansa onlardan mahrum kalmayı tercih edeceğimi anlamanızı rica etmek durumundayım.”
Mr. Pickwick’in epey ağdalı hitabetini yansıtan bu konuşmanın çok öncesinde savcı, bir dalgınlığa düşmüştü. Ancak kalemini de eline aldığı birkaç dakika sonrasında müvekkillerinin varlığından haberdar bir tavra büründü ve başını kâğıttan kaldırarak biraz aksi biçimde:
“Bu davada kim benimle?” dedi.
“Mr. Phunky, Savcı Snubbin.” diye yanıtladı avukat.
“Phunky, Phunky.” dedi savcı. “Bu ismi daha önce hiç duymadım. Çok genç bir bey olmalı.”
“Evet, çok genç bir bey,” diye yanıtladı avukat. “Daha geçen gün iş başı yaptı. Bir bakayım, baroya gireli henüz sekiz sene olmuş.”
“Ah, ben de öyle düşünmüştüm.” dedi savcı, yetişkinlerin çok zavallı durumda bir çocuktan bahsederken kullandıkları o acır ses tonuyla konuşarak. “Mr. Mallard, Mr., Mr.”
“Phunky’nin Gray’s Inn, Holborn Court Adliye Binası’ndaki bürosuna gidin.” diye lafa girdi Perker. (Bu arada Holborn Adliye Binası şimdilerde South Meydanı.) “Mr. Phunky’ye eğer buraya gelebilirse memnun olacağımı söyleyin.”
Mr. Mallard görevini gerçekleştirmek için oradan ayrıldı ve savcı da Mr. Phunky odaya girene kadar yine dalgınlığa gömüldü.
Neredeyse çocuk yaşta bir savcı olsa da bu yine de kocaman adamdı. Çok endişeli bir tavrı ve konuşmasında da doğal bir kusur olmaktan ziyade maddi güçlük ya da çıkar ya da bağlantılar ya da utanmazlık sebebiyle hep “başının ezildiği” hissinden doğan ürkekliğin bir sonucu gibi görünen çok rahatsız edici bir takılma vardı. Savcıdan korkuyordu ve avukata karşı da aşırı nazikti.
“Daha önce sizinle tanışma zevkine erişmemiştim, Mr. Phunky.” dedi Savcı Snubbin, kibirli bir lütufla.
Mr. Phunky başını eğdi. Kendisi savcıyı tanıma zevkine de ona fakirlere özgü bir şekilde sekiz sene artı bir çeyrek sene boyunca özenme zevkine de erişmişti.
“Bu davada benimle olduğunuzu anlıyorum?” dedi savcı.
Eğer Mr. Phunky zengin bir adam olmuş olsaydı derhâl yazmanını çağırıp ondan kendisine bu bilgiyi hatırlatmasını isterdi; eğer akıllı bir adam olsaydı, başparmağını alnında gezdirip sorumluluklarının çokluğu içinde bu göreve de girişip girişmediğini hatırlamaya çabalardı ancak ne zengin ne de akıllı olduğundan (bu açıdan her hâlükârda) kıpkırmızı kesilip başını eğdi.
“Belgeleri incelediniz mi, Mr. Phunky?” diye sordu savcı.
Burada Mr. Phunky’nin davanın bütün detaylarının unuttuğunu itiraf etmesi gerekirdi ama dava sürecinde önüne koyulan bu belgeleri okuduğu için ve Bay Savcı Snubbin’in astı olarak göreve alındığından beri geçen iki ayda yemeyip içmeyip bu konuyu düşündüğü için yine kıpkırmızı kesilip başını eğdi.
“Bu Mr. Pickwick.” dedi savcı, kalemini o beyefendinin durduğu yere doğru sallayarak.
Mr. Phunky, ilk müvekkilin asla içinde uyandırmaması gereken bir hürmetle Mr. Pickwick’in önünde eğildikten sonra başını yeniden liderine doğru çevirdi.
“Belki de Mr. Pickwick’i yanınızda götürmek ve söylemek istediklerini dinlemek istersiniz.” dedi savcı. “Önce bir danışmanlık toplantısı yapacağız elbette.” Böylece artık kendisini meşgul ettikleri imasında bulunan ve gittikçe dalgınlaşan Bay Savcı Snubbin gözlüğünü bir an için gözlerine götürdü, belli belirsiz selam verdi ve önünde duran, yüz sene önce ölmüş bir adamın kimsenin gelmediği bir yerden kimsenin gitmediği başka bir yere bağlanan bir yolu kapatmasına yönelik bitmek tükenmek bilmez davayla ilgili belgelerine döndü.
Mr. Phunky önce Mr. Pickwick ve avukatı geçmedikçe hiçbir kapıdan geçmediği için Meydan’a çıkmaları biraz zaman almıştı ve sonunda ulaştıklarındaysa ileri geri yürüyerek kararın ne olacağını tahmin etmenin zor olacağı, kimsenin bir davanın sonucunu tahmin etme gücüne sahip olmadığı, karşı tarafın Savcı Snubbin’i onlardan önce elde etmediği için çok şanslı oldukları kanısına vardıkları ve böyle durumlarda alışıldığı üzere şüpheyle avuntu içeren diğer konuları uzun konuştukları bir toplantı gerçekleştirdiler.
Sonra, Mr. Weller efendisi tarafından bir saat süren tatlı uykusundan uyandırıldı ve Lowten’a veda ederek şehre döndüler.
Otuz İkinci Bölüm
Mr. Bob Sawyer Tarafından Borough’daki KonutundaVerilen Bekârlığa Veda Partisini Basın Mensubunun Anlattığından Çok Daha Detaylı Biçimde Anlatan Bölüm
Borough’daki Lant Sokak’ta insanın ruhuna narin bir melankoli serpen bir tür sükûnet vardır. Sokakta her zaman ciddi sayıda kiralık ev olur. Üstüne üstlük burası bir ara sokaktır ve sıradanlığı insanı rahatlatacak niteliktedir. Lant Sokak’ta bir ev kelimenin tam anlamıyla birinci sınıf bir konut manasına gelmese de yine de çok tercih edilesi bir konumdaydı. Eğer bir insan kendini dünyadan soyutlamak istiyorsa -kendini şeytana uymaktan alıkoymak istiyorsa- kendini pencereden bakmaya yönelik herhangi bir arzudan uzak tutmak istiyorsa, ona kesinlikle Lant Sokak’ı öneririz.
İşte bu mutlu bucakta toplanmıştı birkaç yaka kolası ustası, birtakım usta mücellit ve İcra Mahkemesi’nin bir iki memuru, tershanede hademe olarak çalışan birkaç kişi ve bir avuç kadın paltosu terzisiyle üç beş terzi çırağı. Sakinlerin büyük bir çoğunluğu ya kendini mobilyalı dairelerin kiraya verilmesi uğraşına ya şifa verici ve canlandırıcı ütücülük mesleğine adamışlardı. Sokağın hareketsiz varoluşunun en önemli özelliklerini de yeşil panjurlar, konut ilanları, pirinç kapı tabelaları ve kapı zilleri oluştururken, önde gelen canlı örnekleri de bulaşıkçı çocuk, genç çörek satıcısı ve fırında patates satıcısı adamdır. Nüfus göçebe olup genellikle ay sonunda ve çoğunlukla da geceleri kaybolmaktadır. Bu mutlu vadide Majesteleri’nin vergileri nadiren tahsil edilir; kiralar şüphe uyandırıcıdır ve sular sık sık kesilmektedir.
Mr. Bob Sawyer’ın Mr. Pickwick’i davet ettiği akşamın erken saatlerinde, şöminenin bir yanına kendisi bir yanında da Mr. Ben Allen kurulmuştu. Misafirlerin kabulüne yönelik hazırlıklar tamamlanmış görünüyordu. Koridordaki şemsiyeler arkadaki salonun kapısının dibindeki küçük köşeye tıkıştırılmış, ev sahibesinin şapkası ve şalı tırabzandan alınmış, kapının önündeki paspasın üstünde iki çiftten fazla takunya bırakılmamış ve çok uzun bir fitili olan mutfak kandili yakılıp hoş bir biçimde merdiven penceresinin pervazına yerleştirilmişti. Mr. Bob Sawyer şarapları bizzat kendisi gidip şarap dükkânından almış, hatta olur da teslimat yanlış eve yapılır diye kendi elleriyle eve getirmişti. Panç yatak odasındaki kırmızı tencerede çoktan hazırlanmış, üstünde yeşil keçe kumaştan bir örtü olan ufak masa da iskambil oynanır diye salondan getirilmiş, evin tüm bardakları ve bu davet için birahaneden ödünç alınmış bardaklar kapının arkasındaki sahanlıkta duran tepsiye dizilmişti.
Bu düzenlemelerin memnun edici tabiatına rağmen ateşin başında oturmakta olan Mr. Bob Sawyer’ın yüzünde bir bulut vardı. Kömürlere anlamlı bir ifadeyle bakmakta olan Mr. Ben Allen’ın yüzünde de benzer bir ifade ve uzun bir sessizlikten sonra, “Yani huysuzlanmak için bugünü bulması şanssızlık. En azından yarını bekleyebilirdi.” diyen sesinde bir hüzün vardı.
“Kötü niyetinden, kötü niyetinden.” diye karşılık verdi Mr. Bob Sawyer, hararetle. “Bir de tutmuş bana diyor ki eğer parti vermeye gücüm yetiyorsa onun o lanet ‘ufak hesabını’ da kapatabilirmişim.” “Ne kadar süredir ödenmiyordu?” diye sordu Mr. Ben Allen. Bu arada, hesap denilen şey de insan dehasının icat ettiği en olağan dışı lokomotiftir. Aklına durmak gelmeden en uzun ömürden daha uzun süre boyunca işler durur.
“Herhâlde üç-dört ay kadar olmuştur.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.
Ben Allen umutsuzca öksürdü ve ocağın üstündeki iki rafın arasına bir şey aramış gibi baktı.
“Eğer aklına koyup da herkes buradayken söyleyiverirse lanet bir şey olur, değil mi?” dedi Mr. Ben Allen sonunda.
“Korkunç.” diye yanıtladı Bob Sawyer. “Korkunç.” Bir tıkırtı duyuldu ve Mr. Bob Sawyer arkadaşına manalı biçimde bakarak kapıyı tıklatan kişinin girmesini rica etti. Bunun üzerine pis, pasaklı, üzerinde siyah pamuklu külotlu çorap olan, daha kötü koşullarda karşılaşılmış olsa miadı dolmuş bir çöpçünün bir köşede unutulmuş kızı sanılabilecek bir kız başını kapıdan sokup:
“İzninizle Mister Sawyer, Mrs. Raddle sizinle konuşmak istiyor.” dedi.
Mr. Bob Sawyer cevap veremeden kız, sanki biri ardından hızla çekmişçesine gözden kayboldu. Bu gizemli ortadan kayboluş daha henüz gerçekleşmişken kapı sanki “Ben buradayım ve içeri giriyorum.” demek isteyen, kendinden emin bir tıkırtıyla yeniden çalındı.
Mr. Bob Sawyer arkadaşına sefil bir endişeyle baktı ve bir kez daha seslendi: “İçeri girin.”
Bu izne gerek yoktu zira Mr. Bob Sawyer bu kelimeleri sarf etmeden ufak, hiddetli bir kadın hırsla titreyen ve öfkeden bembeyaz kesilmiş bir hâlde içeri girdi.
“Hadi bakalım Mr. Sawyer.” dedi ufak, hiddetli kadın. “Eğer benim şu hesabı kapatma nezaketini gösterebilirseniz size müteşekkir kalacağım çünkü kiramı bu akşam ödemem gerekiyor. Ev sahibim şu anda aşağıda bekliyor.” Bu noktada ufak kadın ellerini ovuşturdu ve ısrarla Mr. Bob Sawyer’ın başının üstündeki duvara baktı.
“Sizi sıkıntıya soktuğum için çok üzgünüm Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer, hürmetle. “Ama…”
“Ah, sıkıntı değil.” diye yanıtladı ufak kadın, tiz bir kıkırtı eşliğine. “Ben mahsus daha önce istemedim; böylece doğrudan ev sahibimin cebine girecek, benim için parayı saklamanız iyi oldu. Bana bu akşamüstü bir söz verdiniz Mr. Sawyer ve burada yaşamış olan bütün beyefendiler sözlerini tutmuşlardır. Elbette bu kendine beyefendi diyenler için geçerli.” Mrs. Raddle başını geriye attı, dudağını ısırdı, ellerini daha da ovuşturdu ve arkadaki duvara daha da ısrarlı bakmaya başladı. Mr. Bob Sawyer’ın daha sonraki bir olayda Şark türü bir benzetmeyle anlattığı üzere, “fokurduyordu.”
“Çok üzgünüm, Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer akla hayale gelebilecek en yüksek tevazuyla. “Ancak işin aslı ben de bugün bana şehirde borçlu olunan parayı alamadım. Bilirsiniz, orada çok fazla kişi hayal kırıklığına uğrar zaten.”
“İyi de Mr. Sawyer.” dedi Mrs. Raddle, Kidderminster halısındaki mor karnabahara sertçe basarak. “Bundan bana ne efendim?”
“Hiç, hiç şüphem yok ki Mrs. Raddle.” dedi Bob Sawyer, bu son soruya yönelik olarak. “Önümüzdeki haftanın ortasında hesaplaşacağız ve sonrasında da daha iyi bir ödeme düzeni oturtacağız.”
Zaten Mrs. Raddle’ın da istediği buydu. Zavallı Bob Sawyer’ın dairesine sinir krizi geçirmeye öyle meyilli girmişti ki zaten muhtemelen parasını almak onu hayal kırıklığına uğratırdı. Mr. R’yle ön mutfakta biraz hoşbeş ettikten sonra böyle bir rahatlamaya müthiş ihtiyacı vardı.
“Siz sanıyor musunuz ki Mr. Sawyer…” dedi Mrs. Raddle, komşular duysun diye sesini yükselterek. “Ben günbegün kirasını ödemek aklının ucundan bile geçmeyen, hatta her sabah kahvaltısında getirilen taze tereyağı ve şekerin kullandığı, kapının önüne kadar getirilen sütün parasını ödemeyi akıl etmeyen bir adamın evimi işgal etmesine izin vereceğim? Sanıyor musun ki bu sokakta yirmi sene yaşamış (karşı tarafta on yıl ve tam da bu evde dokuz sene artı 9 ay) bir kadının, hesaplarını ödemelerine yardım edecek her şeye avuç açmaları gerekirken sürekli tütün tüttürüp içen ve yayılıp kalan iki tembel teneke yüzünden ölene kadar ter dökecek? Siz sanı…”
“Değerli üstat.” diye lafa girdi Mr. Benjamin Allen, sakinleştirircesine.
“Siz görüşlerinizi kendinize saklayın, efendim, çok rica ediyorum.” dedi Mrs. Raddle, bir anda konuşmasının hızını düşürüp üçüncü tarafa şaşırtıcı bir sakinlik ve sükûnetle karşılık vererek. “Bana hitap etme hakkınız olduğundan haberim yoktu beyefendi, ben bu daireyi size kiralamadım, efendim.”
“Hayır, kesinlikle kiralamadınız.” dedi Mr. Benjamin Allen.
“İşte o kadar efendim.” diye yanıtladı Mrs. Raddle kibirli bir kibarlıkla. “O yüzden hastanelerde garibanların kollarını bacaklarını kırmakla meşgul olun ve kendi işinize bakın efendim. Yoksa sizi zorla işinize baktıracaklar çıkar.”
“Ama siz çok insafsız bir kadınsınız.” diye itiraz etti Mr. Benjamin Allen.
“Affedersin genç beyefendi.” dedi Mrs. Raddle, öfkeden buz kesilmiş hâlde. “Az önce bana dediğiniz o lafı bir daha tekrar eder misiniz rica etsem?”
“Kırıcı olmak için söylemedim, hanımefendi.” diye yanıtladı Mr. Benjamin Allen, kendi adına biraz huzursuz olarak.
“Pardon da genç beyefendi.” diye ısrar etti Mrs. Raddle, daha yüksek ve buyurucu bir ses tonunda. “Siz kime kadın diyorsunuz? Siz bana öyle mi dediniz, beyefendi?”
“Ay üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Siz bana öyle mi hitap ettiniz, efendi, size soruyorum? diye araya girdi Mrs. Raddle yoğun bir hiddetle, kapıyı sonuna kadar açarak.
“Yani elbette dedim, ne var ki bunda.” diye yanıt verdi Mr. Benjamin Allen.
“Ne mi var?” dedi Mrs. Raddle, yavaş yavaş kapıya doğru gidip mutfaktaki Mr. Raddle duysun diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlayarak. “Ne mi var! Tabii canım zaten herkes kocam aşağıda uyuklarken kendi evimde sanki sokaktaki öylesine bir köpekmişim gibi bana hakaret edebileceğini biliyor! Canlı insanların vücudunu kesip biçmekten anlayan bir avuç genç bozuntusunun karısına böyle davranmalarına (bu noktada Mrs. Raddle hıçkırıklara boğuldu), evinin böylesine bir saygısızlığa sahne olmasına (bir hıçkırık daha) ve onu her türlü hakarete maruz bırakılmasına izin verdiği için kendisinden utanmalı; o yukarı çıkıp da şu zorba yaratıklarla yüzleşmeye korkan aşağılık, buraya gelmekten korkan o aşağılık, o buraya gelmekten korkan, yüreksiz, pısırık herif!” Mrs. Raddle mütemadiyen tekrar ettiği azarların hayat arkadaşını ayağa kaldırıp kaldırmadığını duymak için dinledi ve bunu başaramadığını anlayınca abartılı bir ağlama eşliğinde aşağı indi. Tam bu sırada sokak kapısının abartılı biçimde çalınmasıyla birlikte kadın sinir krizi geçirmeye ve kederle inlemeye başladı. Bu hâl, kapı altı kere çalınana kadar devam etti ve sonunda kadın, kontrol edilmesi imkânsız bir sinir krizi eşliğinde bütün şemsiyeleri yere fırlatıp arka salona girdi ve korkunç bir şiddetle kapısını kapattı.
“Mr. Sawyer burada mı yaşıyor?” diye sordu Mr. Pickwick, kapı açıldığında.
“Evet.” dedi kız. “Birinci katta. Merdivenden çıktığınızda hemen karşınızda olan kapı.” Southwark’ın yerlilerinin arasında yetişmiş olan hizmetçi bunları söyledikten sonra koşullar elverdiğince elinden gelen her şeyi yapmış olmanın verdiği müthiş tatmin hissiyle ortadan kayboldu.
İçeri en son giren Mr. Snodgrass kapıyı kapatmaya yönelik gerçekleştirdiği birkaç başarısız denemenin sonucunda zinciri takarak güvenliği sağlamayı başardı ve arkadaşlar hep birlikte merdivenleri tırmanarak karşısına Mrs. Raddle çıkar korkusuyla aşağı inmekten korkmuş olan Mr. Bob Sawyer’la karşılaştılar.
“Nasılsınız?” dedi yenilgiye uğramış öğrenci. “Sizi gördüğüme sevindim, bardaklara dikkat edin.” Bu uyarı az önce şapkasını tepsiye koymuş olan Mr. Pickwick’e yönlendirilmişti.
“Olacak şey mi şimdi bu.” dedi Mr. Pickwick. “Affedersiniz.”
“Rica ederim, rica ederim.” dedi Bob Sawyer. “Burada yerim biraz dar ancak genç bir bekârı ziyarete geliyorsanız buna katlanmanız gerekir. İçeri girin.” Mr. Pickwick, Mr. Benjamin Allen’la el sıkıştı ve arkadaşları da onu takip etti. Daha yerlerine henüz oturmuşlardı ki kapı yeniden çaldı.
“Gelen umarım Jack Hopkins’tir!” dedi Mr. Bob Sawyer. “Du’ bakiyim. Evet, bu o. Yukarı gel Jack, yukarı gel.”
Merdivenlerden gelen güçlü ayak seslerinin ardından Jack Hopkins ortaya çıktı. Üzerinde cafcaflı düğmeleri olan siyah kadifeden bir yelek ve beyaz yakalıklı mavi çizgili gömlek vardı.
“Geç kaldın ama Jack.” dedi Mr. Benjamin Allen.
“Bartholomew’de2 oyaladılar.” diye yanıtladı Hopkins.
“Yeni bir şeyler var mı?”
“Hayır, özel bir şey yok. Acile fena bir kaza geldi.”
“Nasıl bir kazaydı, efendim?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Adamın biri camdan dört ayak üstüne düşmüş sadece ama bayağı iyi vakaydı.”
“İyi derken hasta iyileşecek mi demek istiyorsunuz?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Hayır.” diye yanıtladı Mr. Hopkins, umursamaz bir tavırla. “Bana kalırsa iyileşmez. Yarın dehşet bir ameliyat olacak ama… Eğer Slasher yaparsa muhteşem olur.”
“Mr. Slasher’ın iyi bir cerrah olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi Mr. Pickwick.
“Yaşayan en iyi cerrah.” diye yanıtladı Hopkins. “Geçen hafta bir oğlanın bacağını yerinden çıkardı. Her şey bittikten tam olarak iki dakika sonra oğlan beş elma bir de zencefilli kek yedi, sonra da buraya alaya alınmak için gelmediğini söyleyip annesine daha başlamadılar mı diye sordu.”
“Üstüme iyilik sağlık!” dedi şaşkın Mr. Pickwick.
“Aman! Bu da bir şey mi canım.” dedi Jack Hopkins. “Öyle değil mi Bob?”
“Hem de hiçbir şey.” diye yanıtladı Mr. Bob Sawyer.
“Bu arada Bob.” dedi Hopkins, Mr. Pickwick’in ilgili yüzüne belli belirsiz bir bakış atarak. “Geçen gece tuhaf bir kaza yaşadık. Kolye yutmuş bir çocuk getirdiler.”
“Ne yutmuş dediniz efendim?” diye lafa girdi Mr. Pickwick.
“Bir kolye.” diye yanıtladı Jack Hopkins.
“Ama hepsini bir anda yutmamış, o da fazla olurdu. Siz bile tamamını yutamazdınız, çocuk nasıl yutsun değil mi Mr. Pickwick? Ha, ha!” Mr. Hopkins kendi esprisinden dolayı epey eğlenmiş görünüyordu. Devam etti: “Hayır, şöyle olmuş. Çocuğun ailesi meydanda bir yerde yaşayan fakir kimselermiş. Bir gün en büyük ablası bir kolye almış. Bu, kocaman ahşap boncuklardan yapılma, sıradan bir kolyeymiş. Çocuk da n’apsın, oyuncak sevdiği için almış bu kolyeyi bir yere saklayıp gizli gizli oynamış. Sonra ipi kesmiş, bir tane boncuk yutmuş. Ne eğlenceli oyun bu diye düşünmüş ve ertesi gün bir tanesini daha yutmuş.”
“Üstüme iyilik sağlık.” dedi Mr. Pickwick. “Ne korkunç bir şey bu! Affedersiniz beyefendi, lütfen devam edin.”
“Çocuk ertesi gün iki boncuk yutmuş, ondan sonra üç tanesiyle ziyafet çekmiş. Hafta ve kolye bitene kadar bunu yapmış durmuş. Toplamda yirmi beş boncuk yutmuş. Çalışkan bir kız olan ve kendine çok nadiren bir güzellik yapan abla gözleri kuruyana kadar ağlamış, evin altını üstüne getirmiş ama elbette ki kolyeyi bulamamış. Birkaç gün sonra aile akşam yemeği yiyormuş -fırında kuzu but ve patates- karnı aç olmayan çocuk da odada oynuyormuş ki dolu fırtınası gibi şeytani bir ses duyulmuş. ‘Yapma canım oğlum.’ demiş baba. ‘Ben bir şey yapmadım ki.’ demiş çocuk. ‘Neyse yapma dedim işte.’ demiş baba. Kısa bir sessizlik olmuş ve sesler bu sefer daha kuvvetli olacak şekilde yeniden başlamış. ‘Sözümü dinlemezsen oğlum…’ demiş baba. ‘Ne olduğunu anlamadan kendini yatakta bulursun.’ Çocuk laf dinlesin diye şöyle bir sallayıvermiş ve öyle bir tıkırtı sesi duyulmuş ki böyle bir şey hiç duyulmamıştır. ‘Başımıza gelenler, ses çocuğun içinden geliyor!’ demiş baba. ‘Çıngırak olmuş oğlan!’ ‘Hayır olmadım baba.’ demiş çocuk ağlamaya başlayarak. ‘Kolyeden geliyor ses, kolyeyi yuttum baba.’ Baba çocuğu kaptığı gibi hastaneye koşmuş, tabii bu sırada midesi yol boyunca takır tukur etmiş. İnsanlar da bir yere bir göğe bakmış bu tuhaf ses nereden geliyor diye düşünmüşler. Çocuk şimdi hastanede.” dedi Jack Hopkins. “Yürürken öyle tuhaf bir ses çıkarıyor ki hastaları uyandırmasın diye onu bir battaniyeye sarmak zorunda kalıyoruz.”
“Bu hayatımda duyduğum en olağan dışı vaka.” dedi Mr. Pickwick, sözlerini vurgularcasına masaya vurarak.
“Bu da bir şey mi!” dedi Jack Hopkins. “Öyle değil mi Bob?”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Bob Sawyer.
“Sizi temin ederim ki bizim meslekte çok tuhaf şeyler olur efendim.” dedi Hopkins.
“Ancak hayal edebilirim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
Kapının bir kez daha çalınması koca kafalı, siyah peruklu, yanında uzun atkılı, iskorbüt hastalığından muzdarip bir genç olan adamın gelişinin habercisiydi. Sonra gelen de üstünde pembe çapa desenli bir gömlek olan adamla, hemen ardından gelen kaplamalı saat kösteği olan solgun yüzlü adamdı. Temiz gömlekli ve bez ayakkabılı, resmî görünümlü şahsiyetin de gelmesiyle birlikte ekip tamamlandı. Üzerinde yeşil örtü olan ufak masa kenara çekildi, beyaz bir sürahinin içindeki ilk parti panç içeri getirildi ve sonraki üç saat, el başı altı peniye yirmi bir oynamaya adandı. Oyunu tek bölen şey iskorbüt hastası gençle pembe çapa desenli gömlekli adam arasındaki anlaşmazlık oldu. Tartışma sırasında iskorbütlü genç, umut amblemleriyle bezeli adamın burnunu çekmesiyle ilgili olarak karşı koyamadığı bir arzu hissetti ve bunun karşılığında o adam da ne bu çabuk öfkelenen iskorbütlü gencin ne de gözünün üstünde kaşı olan herhangi birinin arsızlığına katlanma isteği içinde olmadığını kesin bir dille anlattı.
En son “kazanan” ilan edildikten ve herkesi memnun edecek şekilde alacak verecek meselesi kapandıktan sonra Mr. Bob Sawyer yemek için zili çaldı, bütün ziyaretçiler de yemek hazırlanırken kendilerini bir köşeye yerleştiriverdiler.
Yemek kimilerinin düşündüğü kadar kolay hazırlanmamıştı. Öncelikle yüzünü masaya koyup uyuyakalmış olan kızı uyandırmak gerekiyordu. Bu zaten biraz zaman almıştı. En sonunda zile yanıt verdiğindeyse onun zihninde bir mantık ışığı uyandırmaya yönelik nafile çabayla bir yarım saat daha geçmişti. İstiridyelerin sipariş edildiği adama öncesinde istiridyelerin kabuklarını ayırması söylenmemişti ve istiridyeleri kör bıçak ve iki dişli çatalla açmak çok zor iş olduğundan böyle çok az ilerleme kaydedilebilmişti. Et de pişmemişti ve pastırma (köşede Alman usulü sosis yapan yerden alınmıştı) konusunda da vaziyet benzerdi. Ancak teneke kutuda fazlasıyla bira vardı ve çok sert bir yapısı olduğundan peynir de epey idare ederdi. Yani bir bütün olarak, genelde bu tür durumlarda âdet olduğu üzere yemek gayet güzeldi.
Yemekten sonra bir sürahi pancın yanında birkaç şişe likör, bir dizi puro kondu masaya. Korkunç bir sessizlik oldu ve bu sessizlik böyle yerlerde çok sık görülen bir olayın sonucuydu ancak sık görülmesi utanç verici olmadığı anlamına gelmiyordu.
Olan şuydu, kız bardakları yıkıyordu. Evin toplamda dört bardağı vardı: Bunu Mrs. Raddle’ı aşağılamak için söylemiyoruz, zaten bugüne kadar eksik bardağı olmayan bir kiralık konut görülmemiştir. Ev sahibesinin bardakları ince, el yapımı ufak bardaklardı ve birahaneden alınmış olanlarsa büyük, şişkin, her biri kocaman saplı bardaklardı. Misafirlerin işin içyüzünü anlamaları için bu yeterli bir sebepti ancak genç kadın beyefendilerin aklındakileri şüpheleri de her biri henüz içkisini bitirmemişken elindeki bardağı zorla çekerek ve Mr. Bob Sawyer’ın göz kırpmaları ve araya girmelerine rağmen duyulabilecek bir sesle, bunların derhâl aşağı götürülüp yıkanması gerektiğini söylemesiyle birlikte kesin olarak sildi.
Olumsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Oyun sırasında sürekli başarısız espri girişimlerinde bulunmuş olan bez ayakkabılı, resmî görünümlü adam, fırsat yakaladığını düşündü ve sonunda koyverdi gitti. Bardaklar kaybolduğu anda ismini hatırlayamadığı önemli bir ünlü şahsiyetin, kim olduğunu asla çözemediği tanınmış ve görkemli başka bir şahsiyetle olan neşeli konuşmasını uzun uzun anlatmaya başladı. Anlatmakta olduğu hikâyeyle uzaktan yakından alakası olan her türlü önemsiz detayı büyük bir özenle anlattı ancak aynı hikâyeyi belki on senedir anlatıp her seferinde övgü toplamış olmasına rağmen tam anlatması gereken kısım, ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın aklına gelmedi.