Bu noktada anlatmamız gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardı. Jean Valjean, bedensel olarak öylesine sağlam bir yapıya sahipti ki hükümlüler arasında hiçbirinin kendisine yaklaşamadığı büyük bir fiziksel gücü vardı. Kaldıramayacağı hiçbir şey yoktu, en ağır yükleri bile taşıyabilirdi. Gücü neredeyse dört iri yarı adama eş değerdi. Hapishanedeki arkadaşları inanılmaz ağırlıkları kaldırabilmesinden dolayı ona “Vinç Jean” lakabını takmışlardı. Bir seferinde Toulon’daki belediye binasının balkonu tamir edildiği sırada, balkonu destekleyen kolonlardan biri gevşemiş ve Valjean o kolonun yerine geçerek işçiler gelene kadar balkonu desteklemişti.
İri ve güçlü olmak, bulunduğu yerde en büyük üstünlüktü. Çünkü mahkûmlar arasında böylesine büyük bir güce sahip olan kişilerin zindandan kaçması çok kolaydı. Bu tür mahkûmlar bedenlerini kuvvetlendirmek için her gün idman yaparlardı. Dikey bir yüzeye tırmanmak ve neredeyse hiçbir iz düşümünde görünmeyen destek noktaları bulmak, Jean Valjean için çocuk oyunuydu. Sırtının ve bacaklarının gerginliği sayesinde, dirsek ve topuklarıyla pürüzsüz taşın üzerinde duvara belli bir açı vererek sanki sihirli bir şekilde üçüncü kata kadar yükselebilirdi. Hatta bazen hapishanenin çatısına bile bu şekilde ulaşabiliyordu.
Çok konuşkan biri değildi, çok nadiren gülerdi. Yılda bir veya iki kez, o mahkûmun bir iblisin kahkahasının yankısı gibi olan o hüzünlü kahkahasını kendisinden koparmak için aşırı bir duygu yüklemesi gerekiyordu. Sürekli olarak düşüncelere dalar, sanki korkunç bir şeyin sürekli olarak tefekkür edilmesiyle meşgul gibi görünürdü.
Eksik bir doğanın ve ezilmiş bir zekânın sağlıksız algılarına karşı korkunç bir şeyin üzerinde durduğunun, kafası karışmış bir şekilde bilincindeydi. İçinde süründüğü o karanlık ve solgun gölgede, boynunu her çevirdiğinde ve bakışını kaldırmaya çalıştığında, bir şeyden müthiş derecede korkuyor; dehşet ve öfke karışımı bir duyguya kapılıyordu. Bu duygu onun uykularını kaçırıyor, üzerine kâbus gibi çöküyor ya da tepesinde yükseliyordu. Ana hatları gözünden kaçan ve onu dehşete düşüren şey, uygarlık dediğimiz o harikulade piramitten başka bir şey değildi. Yasalar, ön yargılar, insanlar ve eylemler; tüm bunların üzerinde onu, insanlara karşı büyük bir haksızlık olarak görüyordu. Onu kaynayan ve biçimsiz bir yığının içinde, kimi zaman yakınında kimi zaman çok uzaklarda, bazen erişemeyeceği sofralarda, canlı biçimde aydınlatılmış bir grubun içinde, tek bir ayrıntı olarak görüyordu. Bu tür konuları öylesine çok düşünüyordu ki düşünceler onu büsbütün eziyor, hayal ile gerçek arasında bir yere sürükleniyordu. Olası tüm talihsizliklerin dibine düşmüş ruhlar, artık kimsenin bakmadığı o arafların en diplerinde kaybolmuş mutsuz insanlar, yasanın azarladığı bu insan toplumunun tüm ağırlığını üzerlerinde hissederlerdi. İşte o da bu insan toplumunun tüm ağırlığını çok ürkütücü biçimde üzerinde hissediyordu. Bu durumlarda Jean Valjean, etrafındaki her şeyi unutarak sadece düşüncelere dalıyordu. Değirmen taşının altındaki darı tanesinin düşünceleri olsaydı, kuşkusuz Jean Valjean’ın düşündüğüyle aynı şeyi düşünürdü.
Tüm bu yaşadıklarının sonunda hayaletlerle dolu gerçekler, gerçeklerle dolu hayaller neredeyse tarif edilemez bir tür içsel durum yaratmıştı. Zaman zaman mahkûm olduğu fikrinden tamamen uzaklaşır, etrafındaki her şeyi unutarak düşüncelere dalardı. Aynı anda hem eskisinden daha olgun hem de sıkıntılı olan mantığına isyan ettiği zamanlar da olurdu. Başına gelen her şey ona saçma geliyordu, onu çevreleyen her şey ise imkânsız görünüyordu. Kendi kendine bunun bir rüya olabileceğini söylüyordu. Ondan birkaç adım uzaktaki gardiyanlara baktığında onları sanki bir hayaletmiş gibi tasvir ediyordu. Sanki o hayaletler, kendisine gelmesi için sopasıyla dürterek onu uyandırıyordu.
Görünür anlamdaki gerçek doğanın varlığı, onun açısından sanki yok gibiydi. Jean Valjean açısından ne güneş ne güzel yaz günleri ne parlak gökyüzü ne de taze nisan sabahları sanki yokmuş gibiydi. Onun ruhunu aydınlatabilmek için gerekli olan temiz havayı nereden bulduğunu gerçekten bilmiyordum.
Sonuç olarak durumu özetlememiz gerekirse az önce özet hâlinde bahsettiğimiz ve kimi zaman olumlu sonuçlara sebebiyet verebilecek şeyler; Toulon’un heybetli mahkûmu, Faverolles’ün zararsız ağaç budayıcısı Jean Valjean’ın on dokuz yıl boyunca, zindanlarda kendisini farklı açılardan şekillendirmesine neden olmuş, böylece iki tür kötü eyleme muktedir hâle gelmişti. İlk olarak, maruz kaldığı kötülüğe karşı misilleme niteliğinde sergilediği plansız, atılgan, tamamen içgüdüsel kötülük benliğini sarmış; ikinci olarak ise yaşamış olduğu tüm bu talihsizliklerin sonunda bilinçli olarak tartışılan ve önceden tasarlanmış kötücül eylemlerini yanlış fikirlere kapılarak kabullenmişti. Kasıtlı olarak tüm benliğiyle benimsediği kötücül eylemleri; akıl yürütme, irade ve azim duygularıyla üç ardışık aşamadan geçiyordu. Her an harekete geçirmek için hazır durumda olan nefreti, nefsinin yaşadığı acılardan doğan öfkesi, yıllar boyunca yaşadığı derin aşağılanma duygusu; onun iyilere, masumlara ve adalete karşı tepki göstermesine neden oluyordu. Tüm düşüncelerinin çıkış noktası, tıpkı varış noktasında olduğu gibi insanoğluna karşı beslediği büyük nefretti. Tanrısal inançlarının tümüyle zayıflamış olması nedeniyle, bunca yılın ardından kim olursa olsun bazı canlılara zarar vermek için aralıksız ve acımasız bir arzu duyuyor; topluma, insanlığa ve yaratılışa karşı büyük nefretini bu arzularıyla besliyordu. İşte bütün bunların sonunda, Jean Valjean’ın pasaportuna işlenen “Çok tehlikeli bir adamdır.” yaftası; onun, içi kin ve kötülük dolu bir varlık olarak yeniden doğmasına neden olmuştu. Geçirdiği on dokuz yılın ardından içindeki iyilik duyguları tamamen kurumuştu. Kalp kuruduğunda insanın tüm duygularını belirgin hâle getiren gözler de kururdu. Hapishaneden ayrıldığında gözyaşı dökmeyeli on dokuz yıl olmuştu.
VIII
Dev Dalgalar ve Gölgeler
Denizde bir adam var!
Bunun ne önemi var ki? Geminin durmaya hiç niyeti yok. Rüzgâr esiyor. O kasvetli geminin takip etmek zorunda olduğu bir rotası var, gelip geçiyor.
Denize düşen adam kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor, dalıyor, tekrar yüzeye çıkıyor; boğulmamak için çabalarken bağırıyor, kollarını uzatıyor ama kimse onun sesini duymuyordu. Kasırga altında titreyen gemi tamamen kendi işine odaklanmış, yolculuğuna devam ediyordu. Yolcular, denizde boğulmak üzere olan adamı görmüyorlardı bile; zavallının kafası, engin denizin ortasında, korkunç dalgaların arasında bir su damlasından başka bir şey değildi. Derinlerden gelen çaresiz imdat çığlıkları kesiliyordu. Bu geçen gemi, bir hayal olabilir miydi? Çılgına dönmüş gözlerle gemiye bakıyordu. Gemi sanki geri çekiliyor, kararıyor, küçülüyordu. Şimdi denizin tam ortasındaydı, başı dönüp denize düşene kadar o da geminin yolcularından biriydi ve diğerleriyle birlikte o geminin güvertesindeydi. Tıpkı diğer yolcuların olduğu gibi o da aynı haklara sahip yaşayan bir adamdı. Peki, şimdi ne olmuştu? Kaymış, düşmüş ve her şey sona ermişti.
O muazzam denizin içindeydi. Ayaklarının altından kayıp gidecek bir toprak parçası dahi kalmamıştı. Rüzgârın parçalayıp savurduğu dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatmıştı, gücü giderek azalıyordu. Devasa dalgalar onu sürekli olarak yutmaya çalışıyordu. Ne zaman denizin derinliklerine batsa gecenin karanlık uçurumlarını görüyordu. Korkunç ve bilinmeyen bitkiler onu yakalıyor, ayaklarına dolanarak sanki onu kendilerine doğru çekiyordu. Artık denizin derin bir uçuruma dönüştüğünün, köpüklü dalgaların bir parçası olduğunun bilincindeydi. Dalgalar onu birinden alıp diğerine doğru fırlatırken acı dolu bir çabayla nefes almaya çalışıyordu. Korkunç okyanus onu boğmak için hiddetle saldırıyor, sanki amansız bir düşmana dönüşüyordu. Buna rağmen yine de mücadele etmeye devam ediyordu. Kendisini o azgın sulara karşı savunmaya çalışıyor, sürükleniyor, batıyor, çıkıyor ve her şeye rağmen yüzmeye çalışıyordu. Çok korkuyordu ancak bu engin denize karşı kim tek başına savaşabilirdi ki?
Peki ama gemi neredeydi? Çok uzaklarda, ufkun soluk gölgelerinde zar zor görünüyordu.
Rüzgâr bütün şiddetiyle esmeye devam ediyor ve köpüklü dalgalar bütün takatini bedeninden çekip alıyordu. Gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında görebildiği yalnızca kopkoyu bir karanlık oluyordu. Ölüm sancılarının ortasında, denizin muazzam çılgınlığına tanık oluyordu. Deniz sanki kudurmuş bir canavarı andırıyordu; dünyanın sınırlarının ötesinden geliyormuş gibi garip sesler duyuyor, kulakları uğulduyor ve nasıl korkunç bir bilinmezliğe doğru ilerlediğinin bilincine varıyordu.
Gökyüzünde süzülen kuşları görebiliyordu. Sanki tüm dertlerinden kurtulmuş melekler gibi uçuyorlardı. Kuşlardan ona nasıl bir zarar gelebilirdi ki? Onlar sadece uçar, ölenlerin ardından leşleri parçalamak için aşağılara inerlerdi.
O iki sonsuzluğun içinde, okyanusun ve gökyüzünün arasına aynı anda gömüldüğünü hissediyordu; biri onun mezarı, diğeri ise kefeni olacaktı.
Gece çökmüştü, saatlerdir yüzüyordu ve gücü artık tükenmek üzereydi. İçinde insanların dolu olduğu o gemi gözden kaybolalı çok uzun zaman olmuştu, bu korkunç alaca karanlığın içerisinde yapayalnız kalmıştı. Batıyor, çıkıyor, sertleşen ve kramplar giren bedenini suyun üzerinde tutmaya çalışıyor; korkunç dalgaların altında onu bekleyen karanlığın giderek yaklaştığını hissediyordu.
Artık etrafında insanlar yoktu. Peki ama Tanrı neredeydi?
Bağırıyordu: “İmdat! İmdat!”
Hâlâ çaresizlikle bağırmaya devam ediyordu.
Ne gökyüzünde ne engin denizde, hiçbir şey yoktu.
Sonsuz deniz, korkunç dalgalar, yosunlar, kaya parçaları, sanki etrafındaki tüm dünya onun sesine karşı sağır olmuştu. Bitmesi için fırtınaya yalvarıyordu ancak Tanrı’nın belirlediği sarsılmaz fırtına yalnızca sonsuz olana itaat ederdi.
Karanlık, sis, o büyük yalnızlık, fırtınalı ve anlamsız kargaşalı deniz, o vahşi suların belirsiz kıvrımları dört bir yanını sarmıştı. Korku ve yorgunluktan nefesi kesiliyordu. Merhametsiz ve duygusuz bir karanlık etrafını sarıyordu. Öldükten sonra cesedini o karanlık denizde hangi balıkların yiyeceğini düşünüyordu. Dipsiz soğuk sanki onu felç ediyordu. Elleri kasılıyor, kapanıyor ve sonra sanki hiçliği kavramaya çalışıyormuş gibi yukarı uzanıyordu. Rüzgâr, bulutlar, kasırga ve şu işe yaramaz yıldızlar! Ne işe yararlardı ki? Çaresiz adam artık pes ediyordu. O kadar yorulmuştu ki ona seslenen ölümün çağrısına kulak veriyor ve direnmiyordu. Kendisini ve tutunmaya çalıştığı hayatı bıraktı, sonra sonsuza dek yutulacağı karanlık suların derinliklerine inmeye başladı.
Ah, merhametsiz ve amansız, katı yürekli toplum! Ah, kaybedilen insanlar ve onlar gibi kaybolan ruhları! Kanunların akmasına izin verdiği her şeyin içine düştüğü okyanus! Yardım elinin uzanmamasının korkunçluğu! Ah, o ahlaki ölüm!
Ah, o korkunç ahlaki deniz; suçsuz, temiz ve masum kimseleri nasıl da amansız karanlıklarına çekiyorsun! Sefaletin enginliği olan deniz…
Ruh da tıpkı o denizin dibine yutulan insan gibi bir cesede dönüşüyor. Peki, kaybolan bu ahlak ve adaleti kim yeniden canlandıracak?
IX
Yeni Sorunlar
Hapishaneden ayrılacağı sırada, “Artık özgürsün!” dediklerinde Jean Valjean, işittiği bu sözlerin imkânsız olduğunu düşünerek duyduklarına inanamadı. Sonra içini aydınlatan bir ışığın, yaşayanların gerçek ışığının bir anlığına kendisini sardığını hissederek heyecanlandı. Ancak içindeki bu umut ışığının sönmesi pek uzun sürmedi. Jean Valjean’ın gözleri özgürlük fikriyle kamaşmıştı. Yeni bir hayatın kapılarının açılacağına inanıyordu. Ancak eline tutuşturulan sarı pasaportun ne tür bir özgürlük sağladığını çok çabuk öğrendi.
Büyük bir acıyla kuşatıldı. Zindanlarda kaldığı süre boyunca kazancının sadece yüz yetmiş bir frank olduğu hesaplanmıştı. Yani hayatında yeni hiçbir şey olmayacağını çok hızlı kavramış; ona lütfedilen bu özgürlüğün de yamalı bir özgürlük olduğunu kısa sürede anlamıştı. On dokuz yıl boyunca, pazar günleri ve bayramlarda mecburen dinlenmesi gerektiğinden gelirinden yaklaşık seksen frank kesilmiş; hak ettiğinden çok daha az bir ödeme yapılmıştı kendisine. Tüm hesaplamalar yapılıp vergiler düştükten sonra alacağının yüz dokuz frank, on beş santim olduğu tespit edilmişti. Nasıl bir hesaplama yapıldığını anlayamayan Jean Valjean bir kez daha haksızlığa uğratılmış, kelimenin tam anlamıyla soyulmuştu diyebiliriz.
Özgürlüğünün ertesi günü, yürüyerek Grasse’a geldiğinde portakal çiçeği parfümü üreten bir fabrikanın önünden geçerken balyaları boşaltan bazı işçiler gördü. Çalışmak istediğini söyledi. Sıkıntılı bir iş olmasına rağmen onu işe aldılar. Hemen çalışmaya koyuldu. Zekiydi, sağlam yapılıydı, hünerliydi, elinden gelenin en iyisini yapıyordu; ustası ondan gayet memnundu. Tam bu sırada oralardan geçen bir jandarma, onun dış görünüşünü beğenmediğinden evraklarını istedi. Ona sarı pasaportunu göstermek zorunda kaldı. Bunu yaptıktan sonra da Jean Valjean işini yapmaya devam etti. Kısa bir süre önce, orada çalışan işçilerden birine günlük yevmiyenin ne kadar olduğunu sormuş, otuz sent olduğunu öğrenmişti. Akşam olduğunda ertesi gün yeniden yola koyulması gerektiğinden parfüm fabrikasının sahibinden günlük hakkını ödemesini istedi. Fabrika sahibi ona tek kelime dahi etmeden sadece on beş sent ödedi. Bu duruma hemen itiraz etti.
“Sana bu kadar yeter.” dedi fabrika sahibi. Jean Valjean’ın hakkını bırakmaya niyeti yoktu, ısrarla hakkını istedi.
“Yeniden hapishaneye dönmek mi istersin?” diye karşılık verdi adam, öfkeli biçimde ona bakarak.
İşte, hayat ona yine adil davranmamıştı; yine soyulduğunu hissediyordu.
Belli etmedi ama çok öfkelendi. Toplum, devlet ve insanlar el birliği ederek onun hakkını yemeye kararlıydı belli ki. Onun sadece bir kez hırsızlık etmiş olmasına karşın, etrafındaki tüm insanlar onu defalarca soyuyordu.
Özgürlük, kurtuluş değildi. İnsan zindanlardan kurtulabilirdi ancak toplumun prangalarından kurtulması mümkün olamazdı.
Grasse’de başına işte bunlar gelmişti. Digne’ye geldiğinde de insanların onu nasıl karşıladıklarını gördük zaten.
X
Uyanan Adam
Katedralin saati gece yarısı saat ikiyi gösterdiğinde Jean Valjean uyandı.
Onu uyandıran şey ise yatağının çok rahat olmasıydı. En son rahat bir yatakta uyumasının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmişti ve üzerini değiştirmemiş olmasına rağmen gayet rahat ve huzurlu bir uyku çekebilmişti.
Dört saatten fazla uyumuş, bütün günün yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Dinlenmeye saatler ayırmayı bırakalı çok uzun yıllar olmuştu.
Gözlerini açarak etrafını saran karanlığa baktı, sonra tekrar uyumak niyetiyle gözlerini yeniden kapattı.
Gün içerisinde birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşayan ve zihni düşüncelerle dolu bir kişi, bir kez uyandı mı daha da uyuyamazdı. Uyku böylesi insanlar açısından, geldiğinden çok daha kolay kaçardı. İşte, Jean Valjean’a olan da buydu. Tekrar uykuya dalması mümkün olmayınca yeniden düşünmeye başladı.
Gecenin bu saatinde, yorgun adam; daldığı düşüncelerden bunalmaya başlamıştı. Zihninde tam anlamıyla karanlık bir kafa karışıklığı vardı. Bütün geçmişini gözünün önünden geçirdi. Bu zavallı adamın başına neler gelmiş, ne ağır felaketlerden çıkmıştı. İçinde bütün duyguları orantısız biçimde büyüyor, kendisini sanki bu çamurlu ve tehlikeli düşünce havuzunun içerisinde kaybolmuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Aklına birçok düşünce geliyordu ancak onu bütün duygularından arındıran ve sürekli olarak diğer düşüncelerden uzaklaştırarak baskın çıkan tek bir düşünce, beynini bir kurt gibi kemiriyordu. Sizi merakta bırakmadan hemen bu düşünceyi aktaracağız: Madam Magloire’ın o gece masaya yerleştirmiş olduğu altı takım gümüş çatal ve kaşık…
Bu altı takım gümüş parçası onu resmen ele geçirmişti. Oradaydılar. Hemen birkaç adım ötesinde. Bulunduğu odaya ulaşmak için yan odadan geçtiği sırada, yaşlı hizmetçi kadının onları yatağın başucundaki küçük dolaba yerleştirdiğini görmüştü. Bu dolabı dikkatlice hafızasına kaydetmişti: Yemek odasından girerken hemen sağda. Çok sağlam ve değerli görünüyorlardı. Ve hepsi antika gümüş parçalardı. Satmaya kalksa en az iki yüz frank ederlerdi: On dokuz yıl boyunca biriktirdiğinin iki katı. Elbette devlet onu bu şekilde soymamış olsaydı, daha fazla kazanacağı da doğruydu.
Bir saat boyunca, yattığı yerde zihni ile vicdanı arasında büyük bir savaş verdi. Saat üçü vurduğunda gözlerini yeniden açtı, birden yattığı yerden doğrularak ve kolunu odanın köşesine doğru uzatarak, el yordamıyla sırt çantasını aldı. Sonra usulca bacaklarını yatağın kenarından sallandırıp neredeyse hiç farkında olmadan doğrulup oturdu.
Bir süre bu hâlde oturarak düşüncelere daldı. Herkesin derin bir uykuya dalmış olduğu o evde, karanlıkta bu şekilde düşünen birini gören kişi, onun kesinlikle iyi bir şeyler planlamadığını anlardı. Hızla eğildi, ayakkabılarını çıkardı ve yatağın yanındaki hasır sandalyenin üzerine usulca koydu; sonra yine uzunca bir süre hareketsiz hâlde oturarak düşünmeye devam etti.
Yukarıda belirttiğimiz o korkunç düşünceler beyninde durmadan dönüp duruyor, yapmakla yapmamak arasında bocalıyordu. Sonra nedenini bilmeden birdenbire aklına zindandaki başka bir mahkûm olan, pamuklu askılı pantolonu, ekose gömleğiyle Brevet geldi.
Bu şekilde düşüncelere dalmış hâlde bir yarım saat daha oturdu, şayet saatin sesini duymamış olsaydı belki de gün ağarana kadar bu hâlde oturup kalabilirdi. Saatin vuruşu ona “Hadi bakalım!” der gibi gelmişti.
Kalktı, bir an yine tereddüt ederek etrafı dinledi; evde tam bir sessizlik hâkimdi, sonra usulca dümdüz yürüdü ve pencereye doğru bir bakış attı. Rüzgârın sürüklemiş olduğu büyük bulutlar yok olmuş, dolunay tüm görkemiyle ortaya çıktığından gecenin karanlığını kırmıştı. Bu elbette ki onun işine de çok yarayacaktı çünkü kör karanlıkta hareket etmesi çok zordu. Bir insanın yolunu görmesini sağlamaya yetecek kadar ışık sağlayan dolunay, kimi zaman gelip geçen bulutlarla karanlığa gömülse de onun içeride rahatça hareket etmesini sağlamaya yetiyordu. Jean Valjean, pencerenin kenarına vardığında etrafı yeniden inceledi. Parmaklıklar yoktu, pencere doğrudan bahçeye açılıyordu ve sadece basit bir kancayla kapatılmıştı. Usulca pencereyi açtı ancak soğuk ve keskin bir hava aniden odaya dolunca hemen tekrar kapattı. Pencerenin arkasından dikkatlice bahçeyi inceledi. Tırmanması oldukça kolay, alçak, beyaz bir duvarla çevriliydi. Bahçenin uzak köşesinde, düzenli aralıklarla yerleştirilmiş ağaçların tepelerini algıladı; bu da duvarın bahçeyi ağaçlarla kaplı bir caddeden veya patikadan ayırdığını gösteriyordu.
Tüm bu incelemeleri yaptıktan sonra, kararlı adımlarla yatağına geri dönerek sırt çantasını açtı; içini karıştırarak bir şeyler çıkarıp yatağın üzerine koydu. Ayakkabılarını çantanın gözlerinden birine yerleştirdi, her şeyi yeniden toparlayarak çantasını omuzuna attı, şapkasını takarak siperliğini gözlerinin üzerine indirdi, sopasını alarak usulca onu pencerenin kenarına dayadı. Sonra yatağa geri dönerek oraya bırakmış olduğu nesneyi kararlılıkla eline aldı. Elindeki şey, bir ucu mızrak gibi sivriltilmiş kısa demir bir çubuğu andırıyordu. Gecenin o karanlığında, elinde tutmuş olduğu o demir parçasının ne için tasarlanmış olduğunu tahmin etmek pek de güç olmamalıydı.
Gündüz vakti olsa onun madencilerin kullandığı bir tür kazma olduğunu fark etmek mümkündü. O dönemlerde hükümlüler Toulon’u çevreleyen yüksek tepelerden taş çıkarmak için bu aletleri kullanırlardı. Bu alet genellikle masif demirden yapılır ve alt uç kısmında bir topuz ile sonlanır, bu sayede kayaları kırmaları kolaylaşırdı.
Demir parçasını sağ eline aldı; nefesini tutarak usulca, bildiğiniz üzere hemen yan taraftaki Piskopos’un yattığı bitişik odanın kapısına yöneldi. Bu kapıya vardığında onu aralık buldu; Piskopos, kapıyı kapatmamıştı.
XI
Neler Yaptı?
Jean Valjean etrafı dinledi. Tek bir ses dahi yoktu.
Kapıyı itti.
Parmaklarının ucunda yürüyerek hafifçe, içeri girmek isteyen bir kedinin sinsi ve huzursuz yumuşaklığıyla ilerledi.
İtmiş olduğu kapı usulca açıldı, kapı aralığını biraz daha genişletti; sessizce hareket ediyordu.
Kısa bir anlığına bekledi, sonra kapıyı tam olarak açtı.
Sessizce ilerlemeye devam etti. Kapı artık onun geçmesine müsaade edecek kadar açıktı. Ancak hemen kapının arkasında bulunan masa, rahat hareket etmesine engel olacak bir açıyla orada duruyordu.
Jean Valjean ne pahasına olursa olsun, açıklığı daha da genişletmesi gerektiğinin farkındaydı.
Hareket etmeye karar vererek kapıya bir öncekinden daha güçlü biçimde yüklendi. Ancak bu sefer kötü yağlanmış olan kapının menteşesinden, sessizliğin ortasında aniden boğuk ve uzun bir gıcırtı patladı. Jean Valjean bu gıcırtıdan ürktü. Menteşenin gıcırtısı, kıyamet günü üflenecek olan borunun keskin ve ürkütücü sesi gibi kulaklarında çınladı. Bu ses ona öylesine şiddetli gelmişti ki menteşenin canlandığını, birdenbire evdeki herkesi uyandıracak korkunç bir varlığa dönüşerek âdeta köpek gibi havladığını canlandırdı gözünde. Olduğu yerde titreyerek donup kaldı ve ayak parmaklarının ucundan, duruşunu değiştirerek topuklarının üzerine bastı. Şakaklarındaki atardamarların iki demir çekiç gibi attığını duyabiliyor ve nefesi, sanki göğsünden bir mağaradan çıkan rüzgârın kükremesiyle çıkıyormuş gibi geliyordu. O sinir bozucu menteşenin korkunç gürültüsünün, bir depremin şoku gibi tüm haneyi rahatsız etmemesi ona imkânsız görünüyordu; şimdi gıcırtıyı duymuş olan yaşlı adam ayağa fırlayacak, iki yaşlı kadın çığlıklar atarak aşağıya inecek, gürültüleri duyan etraftaki insanlar yardıma koşacak, en fazla on beş dakika içerisinde kasabada büyük bir kargaşa kopacak ve jandarma duruma el koyacaktı. Bir anda aklının başından gittiğini düşündü.
Olduğu yerde tıpkı bir tuzdan heykel gibi donup kalmıştı, hareket etmeye cesaret dahi edemiyordu. Aradan birkaç dakika geçti. Kapı artık ardına kadar açılmıştı. Sonunda yandaki odaya bakmaya cesaret edebildi. Yaşlı adam hiç kıpırdamamıştı. Usulca içeriyi dinledi. Evin içerisinde de tek bir hareket yoktu. Paslı menteşenin çıkardığı ses kimseyi uyandırmamıştı.
İlk tehlike anını sorunsuz atlatmıştı ancak içinde korkunç bir kargaşa hüküm sürmeye devam ediyordu. Buna rağmen geri adım atmadı. Kaybettiğini düşündüğü anlarda bile asla geri adım atmamıştı. Artık tek düşüncesi, bir an önce aklındaki eylemi bitirmekti. Bir adım daha atarak odadan içeri girdi.
Muhteşem bir sükûnete sahip olan odada, ay ışığının altında masanın üzerine saçılmış kâğıtlar, kapağı açık ve taburenin üzerine yığılmış ciltli kitaplar, giysilerle dolu bir koltuk, gölgeli köşeler ve beyazımsı noktalar açıkça seçilebiliyordu. Jean Valjean, mobilyalara çarpmamaya özen göstererek ihtiyatla ilerledi. Odanın diğer ucunda uyuyan Piskopos’un düzenli ve sakin nefesini duyabiliyordu.
Bir anda olduğu yerde durmak zorunda kaldı çünkü yatağın yanına düşündüğünden çok daha hızlı ulaşmıştı.
Doğa, kimi zaman sanki aklımızı başımıza toplamak istermiş gibi etkilerini ve güçlerini üzerimize yönlendirerek eylemlerimizi gerçekleştirmemize engel olmaya çalışırdı. İşte şimdi de böyle bir an yaşanıyordu, son yarım saat içerisinde gökyüzünü büyük bir bulut kütlesi kaplamıştı. Jean Valjean yatağın önünde durduğu anda, bu bulut kütlesi sanki kasıtlı biçimde aralanmış ve uzun pencereden içeriye düşen bir ışık hüzmesi Piskopos’un solgun yüzünü aydınlatmıştı. Yaşlı adam büyük bir huzur içerisinde uyuyordu. Alplerin soğuğundan dolayı, kollarını bileklerine kadar kaplayan kahverengi yünden bir giysi içinde, neredeyse tamamen giyinik hâlde yatağında yatıyordu. Yüzük şeklinde piskoposluk mührünü taşıyan sağ eli yorganın üzerinde duruyor; sakin yüzünü, rahat ve huşu dolu bir tebessüm süslüyordu. Bütün yüzü belli belirsiz bir tatmin, tevazu ve iç huzurla aydınlanıyordu. Bu bir tebessümden çok daha fazlası, ilahi bir ışıltıydı sanki. Görünmez bir ışığın tarif edilemez yansımasını alnının üzerinde taşıyordu. Adil olanın ruhu, uykuda sanki gizemli bir cenneti seyrediyor gibiydi. Ve o cennetin yansıması, Piskopos’un bütün bedenine çökmüştü. Orada yatan yaşlı adam, adil ve vicdanlı olmasından dolayı huşu içinde uyuyordu.
Ay ışığı hüzmesi, deyim yerindeyse bu içsel parlaklığın üzerine bindiği anda, uyuyan Piskopos büyük bir ihtişam içinde görünüyordu. Gökyüzündeki o ay, o uyuyan doğa, o titremeyen bahçe, o kadar sakin olan ev, o saat, an, sessizlik; bu adamın saygıdeğer huzuruna ağırbaşlı ve anlatılmaz bir nitelik katıyordu ve o beyaz saçlar, o kapalı gözler, her şeyin umut ve güvenden ibaret olduğu o yüz, o yaşlı adamın başı, sahip olduğu huzurlu bebek uykusu, etrafa bir nevi dingin ve görkemli hava veriyordu. Orada bu şekilde, huşu içerisinde uyuyan bu yaşlı adamda; kendisinin bile farkında olmadığı, gerçek anlamda ilahi bir etki vardı.