Diğer etkileyici gerçekler gün ışığına çıkardı. Bir adam bir dükkâna girer, içer ve şu sözlerle yoluna devam ederdi: “Şarap tüccarı, devrim sana olan borcunu ödeyecek.”
Devrimci ajanlar, Charonne Sokağı’na bakan bir şarap dükkânına atandı. Oylama kepleriyle devam etti. İşçiler, Cotte Sokağı’nda ders veren bir eskrim ustasının evinde bir araya geldi. Tahta kılıçlar, bastonlar, sopalar ve flörelerden oluşan bir silah deposu oluşturuldu. Bir gün, flöreler kutularından çıkarıldı. Bir işçi: “Yirmi beş kişiyiz ama bana güvenmiyorlar çünkü bana bir makine gözüyle bakılıyor.” dedi. Daha sonra bu makine Quénisset oldu.
Planlanan şeyler giderek yayılıyor, her yeri sarıyordu. Kapısının önünü süpüren bir kadın, komşusuna şöyle diyordu: “Kaç gecedir mermi hazırlıyoruz.” Kent muhafızlarına seslenen bildirileri sokaklarda bağıra çağıra okuyorlardı. Bir bildiri şöyle imzalanmıştı: Burtot, şarap satıcısı.
Bir gün Lenoir Çarşısı’ndaki bir içki dükkânının karşısında, kapkara sakallı ve İtalyan ağzıyla konuşan bir adam, bir taşın üstüne çıkmış elindeki yazıyı coşkuyla okuyordu. Orada toplananlar alkışlıyorlardı. Halkı en fazla heyecanlandıran bölümler şöyleydi:
…Teorimiz engellendi, bildirilerimiz yırtıldı, ilancı arkadaşlarımız tutuklandılar. Pamuk üreticilerinin başına gelenler, çok sayıda kişinin aramıza katılmasını sağladı. Ulusların geleceği, karanlık saflarımızda hazırlanıyor. İşte şartlar: Etki ya da tepki, devrim ya da karşı devrim. Çünkü artık çağımızda miskinliğe ve uyuşukluğa yer yok. Ya ulus için ya da ulusa karşı, işte mesele bu. Bizi beğenmiyorsanız yıkın fakat o güne kadar ilerlememize yardım edin.
Bütün bunlar açıkça ve sesli olarak ifade ediliyordu. Daha da cesurca eylemlerden halk bile kuşkulanıyordu. 1832’nin 4 Nisan gününde oradan geçen bir yaya, bir taşın üstüne çıkmış ve avazı çıktığınca, “Ben Babeuf taraftarıyım!” diye haykırmıştı. Fakat bu, ahaliyi kuşkulandırmıştı çünkü Babeuf’ün ardından Gisquet’nin kokusu geliyordu. Oradan geçen biri: “Aşağılık mülkiyet! Solun muhalefeti korkak ve hain! Sağda olmak istediğinde devrim vaaz eder; yenilmekten kurtulmak için demokratik, savaşmak zorunda kalmasın diye Kralcıdır. Cumhuriyetçiler tüylü canavarlardır. Cumhuriyetçilere, emekçi sınıfların vatandaşlarına güvenmeyin.” Bir işçi: “Sus, casus yurttaş!” diye bağırdı. Bu ses çenesini kapatmaya yetti. Sır yüklü olaylar yaşanıyordu. Gün batımına doğru bir işçi kanal boyunda, şık giyimli birine rastlardı. O adam kendisine:
“Yurttaş, nereye böyle?” diye sorardı.
İşçi: “Mösyö, sizinle tanışma onuruna sahip olamadım henüz.” diye karşılık verirdi.
İyi giyimli adam ona şöyle derdi: “Evet ama ben seni çok iyi tanıyorum.” Sonra eklerdi: “Kaygılanma, ben komitenin adamıyım. Senin güvenilir biri olmadığını düşünüyorlar, dikkatli ol. Bir şey söyleyecek olursan, gözümüz üzerinde.” Daha sonra işçiyle el sıkışıp oradan ayrılırdı. Köşebaşlarında alesta duran polis sadece meyhanelerde değil, sokaklarda da alışılmadık konuşmaları not ediyordu. Bir dokumacı, ince işler yapan bir marangoza: “Listeye adını hemen yazdır.” diyordu.
“Neden?”
“Çünkü silahlar patlayacak bugünlerde.”
Sersefil kıyafetler içindeki iki yolcu, zenginlere olan düşmanlıklarını açıkça belirtiyorlardı:
“Bizi kim yönetiyor?”
“Mösyö Philippe.”
“Hayır, soylular.”
Onları “Elbette ki…” diyerek küçümsemek istemiyoruz; onlar sadece yoksullardı, açların da bazı hakları vardır. Bir başka gün, iki kişinin birbirleriyle şöyle konuştukları duyuluyordu. Biri diğerine: “Saldırı planımız kusursuz.” diyordu.
Trône Kapısı’nın sapağına çömelmiş dört kişi şöyle konuşuyordu: “Onun Paris’e bir daha girmemesi için her şeyi yapacağız.” Peki o kimdi? Korkutucu bir sır. Mahalledeki dedikodulardan anlaşıldığı kadarıyla, önemli liderler arka saflarda bekliyorlardı. Onların kararlara varmak için Saint-Eustache Sokağı’ndaki bir meyhanede buluştuklarından kuşkulanılıyordu. Mondétour Sokağı’nda yaşayan ve Terziler Yardımlaşma Derneği Başkanı olan Aug. isimli biri; diğer liderlerle Saint-Antoine arasında aracıydı. Fakat bu şefler hakkında fazla bilgi yoktu. Dahası, bu konuda söylenilen şu sözlerin etkisi hâlâ canlıdır. Sanıklardan biri, daha sonraları Mecliste kendisine sorulanlara, şu onurlu karşılığı vermişti:
“Liderleriniz kimler?”
“Kimseyi tanımıyorum, aslında kimseyi bir lider olarak görmedim.”
Bu kadar anlamlı fakat yine de belirsiz sözler, söylentiler dilden dile dolaşıyordu. Reuilly Caddesi’nde çalışan bir marangoz, yeni yapılan bir evin çevresindeki arsaya tahta paravanlar çakarken yerde bir mektup görmüştü. Üzerindeki sözler okunabiliyordu:
Değişik derneklere şubelerde yazılmaların önüne geçmek için komitenin önlem alması gerekir.
Ve not olarak şunlar eklenmişti:
Faubourg-Poissonniére Sokağı’nın 5 numaralı evinde, bir silahçının avlusunda beş-altı tüfek olduğunu öğrendik. Bizim bölümde hiç silah yok.
Bu yazıları bulan marangoz telaşlanmış ve mektubu komşularına göstermişti. Birkaç adım ileride, eline yine yırtık ve daha da manidar bir kâğıt geçti. Bu tuhaf belgelerin tarihî değerini düşünüp bunu aşağıda yayımlıyoruz:
Q/C/D/E
Bu listeyi yüreğinizle ezberleyin. Bunu yaptıktan sonra onu yırtın. Kabul edilen adamlara emirleri ilettiğinizde onlar da aynı şeyi yapacaklardır.
u og a' fe
Sağlık ve Kardeşlikle, LBu keşfin sırrına vâkıf olan kişiler, bu dört büyük harfin önemini ancak daha sonra öğrendiler. O dört harf Quinturions, Centurionlar, Décurionlar, Éclaireurs kelimelerine ve “u og a' fe” harflerinin anlamı bir tarih olarak 15 Nisan 1832 karşılık geliyordu. Her büyük harfin altında, çok karakteristik notların takip ettiği isimler yazılıydı:
Q. Bannerel. 8 tabanca, 83 fişek. Güvenli bir adam.
C. Boubiere. 1 tabanca, 40 fişek.
D. Rollet. 1 flöre, 1 tabanca, yarım kilo barut.
E. Tessier. 1 kılıç, 1 kargılık. Dakiktir.
Terreur. 8 silah. Cesurdur vb.
Aynı marangoz o boş arsada, üstü kurşun kalemle ama okunaklı biçimde şunların yazılı olduğu, yine gizemli bir liste bulmuştu:
Birlik. Blanchard: Abre-sec. 6.
Barra. Soize. Salle-au-Comte.
Kosciusko. Kasap-Aubry.
J. J. R.
Caius Gracchus.
Gözden geçirme hakkı. Dufond. Four.
Girondenlerin düşüşü. Derbac. Maubuée.
Washington. Pinson. 1 tüfek. 86 fişek.
Marseillaise.
Halkın egemenliği. Michel. Quincampoix. Kılıç.
Hoche.
Marceau. Platon. Arbre-sec.
Varşova. Tilly, “Populaire” çığırtkanı.
Bu listeyi bulan namuslu adam, hemen bunun anlamını çözdü: Bu liste, İnsan Hakları Örgütü’nün dördüncü yönetim dairesindeki üyelerinin listesiydi. Listede bölüm liderlerinin ad ve adresleri de vardı. Bugün artık bütün bu olaylar gece karanlığıyla kaplı olduğundan ve tarihe mal olduklarından, bunları yayımlamakta sakınca görmüyoruz. Bu arada, İnsan Hakları Örgütü’nün kuruluş tarihinin çok daha sonra olduğunu dikkate alırsak, bu bir taslak da olabilirdi. Bu arada kararlardan, sözlerden, yazılı belgelerden asıl yapılacaklar anlaşılmaya da başlanmıştı. Popincourt Sokağı’nda bir eskicide, bir dolabın çekmecesinde, yine aynı gri renkli yedi kâğıt parçası bulunmuştu. Bu kâğıtlar aynı renkli, dört köşeli kâğıtlardı. Bunlar da dörde katlanmıştı. Bu küçük kâğıtların üstündeki mermi biçimli bir kartta şunlar vardı:
Güherçile................................12 ons. 5
Kükürt.....................................2 ons.
Kömür.....................................21/2 ons.
Su...........................................2 ons.
Dolaba el konulduğunda çekmeceden ağır bir barut kokusu yükselmişti. Günlük çalışmasını bitirip evine dönen bir duvarcı, Austerlitz Köprüsü’ndeki bir bankta ufak bir paket unutmuştu. Bu paket karakola götürüldü, içinde iki bildiri bulundu. Bu bildiride Lahutiére imzası vardı, İşçiler Birleşin! isimli bir marş ve içi fişek dolu bir teneke kutu bulunmuştu. İçkilerini yudumlayan iki işçiden biri diğerine ne kadar terlediğini göstermek için elini ceketinin altına sokmasını istemişti. Arkadaşını yoklayan işçi, onun ceketinin içinde bir tabanca taşıdığını anladı. Père-Lachaise Mezarlığı’yla Trône Kapısı arasındaki tenha bir hendekte oynayan çocuklar, talaşlar ve çöpler arasında bir çuval bulmuşlardı. Çuvalda mermi kalıbı ve fişek yapmak için tahta bir torna, içinde barut tozları bulunan bir kutu ve eritilmiş kurşun izlerini taşıyan küçük bir tencere vardı. Bir sabah saat beşte, Pardon isimli bir yurttaş evinde fişek hazırlarken görüldü. Aynı adam, Barricade-Merry bölümüne üye olmuş, 1834 kalkışmasında öldürülmüştü. İşçilerin dinlendikleri vakitte, Picpus Kapısı ile Charenton Kapısı arasında, nöbetçilerin bulunduğu bir yolda, bir meyhane kapısının yanındaki iki duvar arasında iki adamın randevusu dikkati çekmişti. Onlardan biri ceketinin altından çıkardığı tabancayı arkadaşına veriyordu, tabancanın ıslandığını fark etti ve tabancayı tekrar doldurdu; kuru barut kattıktan sonra, birbirlerinden ayrıldılar. Daha sonraları Beaurbourg Sokağı’ndaki bir kalkışmada öldürülen Gallais isimli biri, evinde yedi yüz fişek ve yirmi dört tüfek mermisi bulunduğunu anlatarak caka satıyordu. Hükûmet günün birinde eline geçen bir bildiriden, bir mahallenin silahlandırıldığını ve iki yüz bin de fişekleri olduğunu öğrendi. Bir hafta sonra, otuz bin fişek dağıtıldı. İşin en tuhaf tarafı polisin bunlardan birine bile el koyamaması oldu. Ele geçirilen bir mektupta şunu okumuşlardı: Vakit yaklaştı, dört saat içinde seksen bin yurtsever silahlanacak.
Bütün bu politik isyanın yine de sakin geçeceğini söyleyebiliriz. Kaçınılmaz olan fırtına patlak vermek üzereydi. Henüz yer altında olan bu kalkışmada birçok tuhaflık vardı. Yaklaşan fırtınadan söz ediyordu herkes. Soylular bunu işçilerle tartışıyorlardı. Şu tür sözler ediliyordu: “Nasıl gidiyor gelmekte olan?” Bunu çok sıradan bir şey gibi soruyorlardı, tıpkı “Karınız nasıl?” der gibi. Moreau Sokağı’nda, bir mobilya taciri soruyordu: “Saldırı ne zaman?” Başka bir esnaf şöyle diyordu: “Çok yakında saldıracaklar, eminim. Bir ay önce on beş bin kişiydiniz, bugünse yirmi beş bin kişi oldunuz.” Esnaf tüfeğini veriyordu ve komşusu da hediye olarak yedi franga satmak istediği bir tabancayı isyancılardan birine uzatıyordu. Aslında ihtilal ateşi giderek harlanıyordu. Fransa’nın ve Paris’in her yerini sarmıştı bu ateş. Her yerde tek yürek atıyordu. Tıpkı insan bedeninde oluşan ve bazı iltihapların meydana getirdiği zarlar gibi gizli dernekler ülkenin her yerindeydi. Hem legal hem illegal olan, Halkın Dostları Örgütü’nden İnsan Hakları Derneği kurulmuştu. Bu dernek, bildirilerinden birine “Cumhuriyetin 40. Yılının Pluviôsa Ayı” tarihini atmıştı. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararlarına karşı çıkarak şubelerine daha sonra iptal edilecek isimleri vermekten çekinmiyorlardı. Şubelere şu isimleri vermişlerdi:
Mızraklar
Tehlike Çanı
Tehlike Topu
Frigyalı Başlığı
21 Ocak
Haytalar
Dilenciler
İleri Yürüyüş Robespierre
Seviye
Muvaffak Olacağız
İnsan Hakları Derneğinden, Hareket Derneğinin kurulması sağlanacaktı. Bunlar dernekten ayrılıp öne fırlayan sabırsız heveslilerden oluşan diğer birliklere yani asıl örgütlere katılmayı istiyorlardı. Üyeler, oraya buraya çekiştirilmekten şikâyet ediyorlardı. Örneğin, Galli Derneği ve Belediyelerin Örgütlenme Komitesi; Yayın İçin Özgürlük, Yayın ve Bireysel Özgürlük Derneği, Dolaylı Vergilere Karşı Halkın Eğitimi için örgütler… Daha sonra Eşit İşçiler Derneği de üç kısma ayrılıyordu: Eşitlikçiler, Komünistler ve Reformcular. Daha sonra Bastille Ordusu, bir onbaşının idaresindeki dört adam, bir çavuşun yönettiği on adam, bir teğmenin buyruğundaki yirmi kişi ve bir teğmenin emrindeki kırk kişiden oluşturuldu; orduda birbirlerini yakından tanıyan belki sadece on kişi çıkardı. Baştaki komitenin iki kolu vardı: Hareket Derneği ve Bastille Ordusu. Paris’teki dernekler diğer kentlerde kök salmışlardı. Lyon, Nantes, Lille ve Marsilya’nın da “İnsan Hakları” dernekleri vardı: Charbonnière ve Özgür Bireyler adlı dernekler; Aix’de de Congourde isimli bir dernek kurulmuştu, bu dernekten sizlere daha önce de bahsetmiştik.
Paris’te Saint Marceau Mahallesi de neredeyse Saint-Antoine Mahallesi kadar karışmış durumdaydı, okullar da mahalleler kadar karışıktı. Saint-Hyacinthe Sokağı’nda bir kahve, MathurinsSaint-Jacques Sokağı’ndaki Sept-Billards Meyhanesi, öğrencilerin lokalleri hâline gelmişti. Angers ve Aix’in Congourde’daki üyeleri ile birleşen ABC Dostları, değindiğimiz Kafe Musain’de toplanıyorlardı; bu gençler, zaman zaman da daha önce belirttiğimiz gibi Mondétour Sokağı’ndaki bir restoran olan Corinthe’de toplanırlar ancak bu toplantıları her zaman gizli yaparlardı. Diğer toplantılar herkese açıktı. Bir kovuşturmadan alınan şu diyalogdan, onların ne kadar cesur olduklarını görebilirsiniz:
“Bu toplantılar nerede yapılıyor?”
“Paix Caddesi’nde.”
“Kimin evinde?”
“Sokakta.”
“Orada hangi birimler vardı?”
“Sadece bir tanesi.”
“Hangisi?”
“Manuel birimi.”
“Lider kim?”
“Ben.”
“Siz hükûmete karşı çıkmak için çok gençsiniz, emirleri kimden alıyordunuz?”
“Merkez komiteden.”
Béford, Lunéville ve Epinal kalkışmalarından anlaşılacağı üzere, ordu da halk gibi karışmaya başlamıştı. Elli ikinci, beşinci, sekizinci, otuz yedinci ve yirminci süvari birliklerine güven duyuluyordu. Burgonya’da, güneydeki şehirlerde “Özgürlük Ağacı” dikiliyordu; bunlar aslında kırmızı başlıkları olan fenerlerdi. İşte durum böyleydi.
Konuyu anlatmaya başlarken söylediğimiz gibi, Saint-Antoine Mahallesi, içlerinde bu ayaklanmaya sabırsızlananların başında geliyordu; diğerlerine kılavuzluk edebilecek konumdaydı. Bir arı kovanı gibi kalabalık, karıncalar gibi çalışkan, cesur ve öfkeli bu mahalle, bir deprem heyecanıyla bekliyordu. Fakat bütün bu karmaşanın içerisinde bile herkes çalışmaya devam ediyordu. Evlerin çatı katlarında saklanan öyle acılar, öyle mahrumiyetler vardı ki bunları kelimelerle ifade etmek mümkün değildi. Bu tavan aralarında, aslında zekâ ile mahrumiyetin birbirlerine yaklaşmalarından felaketlerin doğabileceği nitelikte nadiren görülen dâhiler de yaşıyordu. Saint-Antoine Mahallesi’nin, ihtilallerin doğal olarak ortaya çıkardığı şekilde ticari krizin, iflasların, grevlerin ve işsizliklerin sonuçlarının hedefi olmasından dolayı başka sorunları da vardı.
Kalkışmalarda vurduğu darbenin dönüp kendisine gelebilme olasılığı olduğundan yoksulluk gerekçe ve etkiler oluştururdu. Gururlandıran özelliklerle dolu, içten içe kaynayan, hep çarpışmayı bekleyen, patlamalara hazır, daima öfkeli bir halk; parlamak için bir kıvılcım bekliyordu. Saint-Antoine Mahallesi, Paris kapılarındaki sıkıntıların ve düşüncelerin cephaneliğidir aslında. Daha önce okuduğumuz satırlarda da belirttiğimiz gibi, Saint-Antoine Mahallesi’nin meyhaneleri, tarihî bakımdan çok tanınan yerlerdir. Bu isyan günlerinde, sözler insanı şaraptan daha fazla sarhoş eder. Orada sanki geleceği gören ruhlar ve gelecek sezilir. Saint-Antoine Mahallesi’ndeki meyhaneler, tıpkı Roma’nın yedi tepesinden biri olan Mont-Aventin’de, büyücü kadının ini üzerinde yükselen ve gelenlere o derin nefesleri saçan meyhanelere benzer. Orada Ennius’un bahsettiği büyücünün meyinden içilir, yani Saint-Antoine Mahallesi aslında halkın bir nevi deposu gibidir. Devrimci sarsıntının açtığı çatlaklardan halkın egemenliği sızar. Belki bu egemenlik de arada bir hatalı davranır, herhangi bir kuruluş gibi yanılabilir ama bunlara karşın yüceliğinden hiçbir şey kaybetmez. Halkın egemenliği için Yunan mitolojisindeki o tek gözlü devden söz ederken kullanılan “lngens” adı da kullanılabilirdi. 93 yılında bile düşünülen tek şey vardı, o da Saint-Antoine Mahallesi’nden ya yabancı lejyonlar ya da cesur bir ordunun çıkmasıydı. Yabancı derken aslında bu kelimenin özünü de açıklamak gerekir. İhtilal kargaşasının ilk günlerinde, perişan olan o eski Paris’in üstüne yürüyen, öfkeli, vahşi, bağıran halk, elinde bir topuz ya da bir mızrakla her tarafa saldırıyordu; bu insanlar sadece baskının ve zulmün sona ermesini, kılıçların kınlarına sokulmasını, erkek için iş, çocuk için eğitim, kadın için sosyal anlayış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, herkese ekmek, herkese düşünme hakkı tanınmasını, dünyanın cennete dönüşmesini ve gelişmesini, insanlığın yükselmesini istiyorlardı. Bu kutsal kavramı, iyi ve güzeli, ilerlemeyi, gelişmeyi yürekten istiyorlardı. Ellerinde balta, yarı çıplak, paçavralar içerisinde darmadağın adamlar; resmen kükreyerek isteklerini dile getiriyorlardı. İşte onlara yabancı, belki de yadsınamaz biçimde vahşiler diyebilirdiniz. Barbarlara benzeseler de kurtarıcı olan bu kişiler; bu hakkı saldırarak, şiddetle insanoğlunun gözünü korkutarak, şiddetle tehdit ederek elde etmeye çalışıyorlardı. Yüzlerinde gecelerin maskesi vardı fakat ışıkla dileniyorlardı. Bir de onların karşılarında duran başka bir grup daha vardı: Saten işlemeli ve dantelli elbiseler içinde, beyaz tüylerle süslü, ellerinde sarı eldivenler, ipek çorap ve rugan pabuçlar giyinmiş bu kişiler mermer bir ocağın korunması için uysal bir sesle direnirlerdi. Bunlar Orta Çağ prensiplerinin, ilahi hakkın, cehaletin, tutsaklığın, idam cezalarının sürmesi için üsteliyorlardı ve kılıçtan, insanların diri diri yakılmalarından ve darağacından yanaydılar. Bize gelince seçme hakkımız olsa bu uygarlık vahşileriyle, barbarların uygarları arasında, muhtemelen bu barbar olan grubu tercih ederdik. Neyse ki insanoğlunun ne ileri ne de geri dönüşü mecburi olmadığından ne zorbalığı ne de şiddeti içerir, Tanrı’ya başka bir alternatif daha bulunmaktadır. Bizler elbette ki ilerlemeye taraftarız ancak bunu sükûnetle yapmayı istiyoruz. Ve düşünülecek olursa Tanrı da bunu sağlamaktadır zaten… Ne zorbalık ne de şiddet.
İlerleme yanlısıyız ama uysalca.
VI
Enjolras ve Teğmenleri
Enjolras, o günlerde muhtemel bir isyanı dikkate alarak gizlice bir araştırma girişiminde bulundu ve Kafe Musain’e gitti. Enjolras, konuşmasına gizemli bazı metaforlar yerleştirerek konuştu:
“Nerede durduğumuzu ve kime güvenebileceğimizi bilmemiz yerindedir. Savaşçılar gerekliyse sağlanmalıdır. Vuracak bir şeye sahip olmamız kimseye zarar veremez. Yolda boğalar varken yoldan geçenlerin boynuzlanma olasılığı, boğaların olmadığı zamana göre her zaman daha fazladır. Bu nedenle, sürü üzerinde biraz düşünelim. Kaç kişiyiz? Bu görevi yarına ertelemek söz konusu değil. Devrimciler her zaman acele etmelidir, ilerlemenin kaybedecek zamanı yoktur. Beklenmedik şeylere güvenmeyelim. Hazırlıksız yakalanmayalım. Yaptığımız tüm dikişlerin üzerinden geçmeli ve sağlam olup olmadıklarına bakmalıyız. Bu iş, bugün sonuçlanmalı. Courfeyrac, Politeknik Okulu öğrencilerini göreceksin. Dışarı çıkmak için onların günüdür. Bugün çarşamba. Feuilly; sen de Glacière’dekileri göreceksin, değil mi? Combeferre bana Picpus’a gideceğine söz verdi. Orada mükemmel birçok grup olacak. Bahorel, Estrapade’ı ziyaret edecek. Prouvaire, duvarcılarla konuşacak; bize Grenelle-Saint-Honoré Caddesi locasından haberler getireceksin. Joly, Dupuytren’in klinik dersine gidecek ve tıp fakültesinin nabzını tutacak. Bossuet mahkemede biraz dolaşacak ve genç hukukçularla konuşacak. Cougourde’un sorumluluğunu kendim alacağım.”
Courfeyrac: “Her şey tamam o zaman.” dedi.
“Hayır.”
“Başka ne var?”
“Çok önemli bir şey.”
“Nedir?” Courfeyrac sordu.
“Maine Kapısı.” diye yanıtladı Enjolras. Enjolras bir an derin düşüncelere dalmış gibi kaldı, sonra devam etti:
“Maine Kapısı’nda heykeltıraşların atölyelerinde mermerciler, ressamlar ve kalfalar var. Hevesli bir ailedir ancak soğumaya da eğilimlilerdir. Bir süredir onlara ne olduğunu bilmiyorum. Başka bir şey düşünüyorlar. Azimlerini kaybetmiş gibiler. Zamanlarını domino oynayarak geçiriyorlar. Birinin gidip onlarla biraz konuşmasına acilen ihtiyaç var ama kararlılıkla. Richefeu’de buluşuyorlar. Saat on iki ile bir arasında orada bulunacaklar. Bu küller bir parıltıya dönüşmelidir. Bu iş için genel olarak iyi bir adam olan o dalgın Marius’e güvenmiştim ama artık bize gelmiyor. Maine Kapısı için birine ihtiyacım var. Hiç kimsem yok.”
“Ya ben?” dedi Grantaire. “Ben varım.”
“Sen mi?”
“Ben.”
“Sen cumhuriyetçileri bilinçlendireceksin! İlke adına soğuyan yürekleri ısıtacaksın!”
“Neden?”
“Bunu yapabilir misin?”
Grantaire, “Bu yönde de becerilerim var.” dedi.
“Hiçbir şeye inanmıyorsun.”
“Sana inanıyorum.”
“Grantaire, bana bir hizmette bulunacak mısın?”
“Herhangi bir şey. Botlarını boyayayım mı? Ne istersen!”
“Pekâlâ, işlerimize karışma. Ayık kal sadece.”
“Sen bir nankörsün, Enjolras.”
“Maine’e gidecek adam sen misin? Yapabilirsin, öyle mi!”
“Ben Grès Sokağı’ndan inebilir, Saint-Michel Meydanı’nı geçebilir, Monsieur-le-Prince Sokağı’ndan sapıp Vaugirard Sokağı’na girebilir, Carmes Manastırı’nı geçebilir, Assas Sokağı’ndan dönebilirim. Cherche-Midi Sokağı’na ulaşmak, arkamda Conseil de Guerre’yi bırakmak, Vieilles-Tuileries Sokağı’ndan yürümek, bulvarı uzun adımlarla geçmek, Chaussee du Maine’i takip etmek, kapıyı geçmek ve Richefeu’ye girmek için yeterince bilgim var. Ben bunu hallederim. Ayakkabılarım buna müsait.”
“Richefeu’de buluşan şu yoldaşlar hakkında bir şey biliyor musun?”
“Pek değil. Biz birbirimize sadece senin gibi hitap ediyoruz.”
“Onlara ne söyleyeceksin?”
“Onlara Robespierre’den, Danton’dan bahsedeceğim. İlkelerden söz edeceğim.”
“Sen mi?”
“Ben. Ama buna pek güvenemiyorum. Başladığımda çok kötüydüm. Prudhomme okudum, Toplum Sözleşmesi’ni biliyorum. İkinci yılın anayasasını ezbere biliyorum. ‘Bir yurttaşın özgürlüğü, başka bir yurttaşın özgürlüğünün başladığı yerde biter.’ Beni vahşi mi sanıyorsun? Çekmecemde cumhuriyetin eski bir kâğıt parası var. İnsan hakları, halkın egemenliği, elbette! Hatta biraz Hébertist’im. Altı saat boyunca en mükemmel gevezeliği yapabilirim, izleyip gör.”
“Ciddi ol.” dedi Enjolras.
“Ben müthişim.” diye yanıtladı Grantaire.
Enjolras birkaç dakika düşündükten sonra kararlı bir işaret vererek: “Grantaire.” dedi ciddi bir tavırla. “Seni denemeye razıyım. Maine’e gideceksin.”
Grantaire, Kafe Musain’in çok yakınındaki mobilyalı pansiyonlarda yaşıyordu. Dışarı çıktı ve beş dakika sonra geri döndü. Eve Robespierre yeleği giymek için gitmişti. İçeri girerken “Kırmızı!” dedi ve dikkatle Enjolras’a baktı. Sonra enerjik avucuyla yeleğin iki kırmızı ucunu göğsünün üzerine koydu.
Ve Enjolras’a yaklaşarak kulağına fısıldadı:
“Rahatla.”
Kararlı bir şekilde şapkasını taktı ve gitti.
On beş dakika sonra, Kafe Musain’in arka salonu boşalmıştı. ABC Dostlarının hepsi Enjolras’ın kendilerine verdiği görevi yapmak için ayrılmışlardı. Kendisine en zor görev olan Cougourde’yu ayıran delikanlı, en son çıktı. Aix şehrinin Cougourde Topluluğu’ndakiler Paris’te olduklarında, şehir dışındaki tenha taş ocaklarında toplanırlardı. Enjolras, Issy Çayırı’na doğru gitti. Bu randevu yerine giderken Enjolras, durumu aklında inceliyordu. Olan bitenin ciddiliği apaçık ortadaydı. Bir tür toplumsal salgının belirtileri olan olaylar el altından ilerlerse en küçük bir kargaşa onlara engel olur, ilerlemelerini önlerdi. İşte böylesi şaşılacak olaylar harabeleri ve yeniden doğuşları oluşturur. Enjolras yaklaşan aydınlığın umut ışıklarını görebiliyordu, belki de bekledikleri vakit çoktan gelmişti. Halkın hakkına kavuşması ne kusursuz bir şey olurdu! Devrim, muhteşem bir şekilde Fransa’yı tekrar ele geçirecek ve dünyaya şöyle diyecekti: “Arkası yarın!” Enjolras her tarafta kaynayan kazanlardan mutluydu, artık Paris’in sokaklarına dağılmış hâlde bir sürü dostu vardı. Enjolras aklında Combeferre’in keskin felsefi konuşması, Feuilly’nin kozmopolit heyecanı, Courfeyrac’ın zindeliği, Bahorel’in acıtan alaylarıyla aynı zamanda her yerde tutuşacak bir kıvılcımı tasarlıyordu. Herkes işbaşındaydı, bu yüzden de emeklerinin mahsulünü kısa sürede alacaklarını da biliyorlardı. Sonra aklına bir anda Grantaire geldi. “Nasıl olsa Maine Kapısı yolumun üstünde, oradan birazdan geçeceğim. Richefeu’ye kadar uzanıp bakalım, Grantaire neler yapıyor. Buradan ayrıldığında çok iddialıydı, dilerim başarılı olur.” diye aklından geçiriyordu, yürümeye başladığında. Vaugirard Kilisesi’nin çan kulesinde saat biri çaldığında Richefeu’nün yerine geldi. Kapıyı iterek içeri girdi, her yer dumanlıydı, masalar sigara içenlerle doluydu. Tütünden kaynaklanan bu koyu duman altında, birbiriyle tartışan iki ses yükseliyordu. Grantaire’le, onun görüşlerini düşmanca gören birinin sesiydi bu. Grantaire lekeli ve dominolarla kaplı mermer bir masada oturuyordu. Kimi zaman yumruğunu mermere indiriyordu. Enjolras şu konuşulanları dinledi: