Книга Sefiller II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller II. Cilt
Sefiller II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller II. Cilt

Haydutların tutsak olarak bağladığı, Thénardier’nin hayırsever velinimeti, Mösyö Urbain Fabre, Ursule’ün ya da kızın babası, bir anda ortadan kaybolmuştu. Kapıda nöbetçiler vardı fakat pencere boştu. Javert tutanağı yazarken adam kargaşadan faydalanıp pencereden dışarı atlamıştı. Polislerden biri koştu, dışarıda kimseleri göremedi. İp merdiven hâlâ sarkıyordu. Javert dişleri arasından söylendi: “Lanet olsun! Bu partinin en değerlisi o olmalı!”

XXII

İkinci Ciltte Ağlayan Küçük Çocuk

Hôpital Bulvarı’ndaki evde bu olayların meydana gelmesinin ertesi günü, Austerlitz Köprüsü yönünden geliyormuş gibi görünen bir çocuk; yolun sağındaki yan sokaktan çıkıyor, Fontainebleau Kapısı yönüne doğru ilerliyordu. Karanlık bastırmak üzereydi. Zayıf ve solgun yüzlü çocuk; kışın bu en üşütücü gününde, paçavralar içerisinde, ayağında incecik bir pantolonla şarkı söylüyordu. Petit-Banquier Sokağı köşesinde bir çöp yığınına eğilmiş olan yaşlı bir kadın gördü ve köşedeki sokak fenerinin önünde ona çarparak homurdandı: “Merhaba! Ben de bunun çok ama çok büyük bir köpek olduğunu sanmıştım!” Bu son sözleri üstüne basarak söylemişti, kadın doğruldu ve öfke dolu bir sesle: “Lanet olası köpek!” diye homurdandı.

“Eğer eğilmemiş olsaydım şimdi senin tepene binerdim!”

“Ha! Ha! Bundan sonra yanılacağımı sanmıyorum!” diye bağırdı çocuk uzaklaşırken.

Öfkeden boğulan yaşlı kadın şimdi tamamen doğrulmuş ve fenerin kırmızı parıltısı, morarmış yüzünü tamamen aydınlatmıştı. Kırışıklıklara oyulmuş yüzü ve ağzının köşeleriyle buluşan kaz ayakları ile korkunç derecede yaşlı görünen bir kadındı. Vücudu karanlıkta kaybolmuştu ve sadece başı görünüyordu. Biri onun geceden gelen bir ışıkla oyulmuş bir çaresizlik maskesi olduğunu söyleyebilirdi. Çocuk onu inceledi.

“Madam.” dedi. “Beni memnun eden güzellik tarzına sahip değilsiniz.”

Sonra yoluna ve şarkısına devam etti:

Kral CoupedesabotAvda,Karga avında…

Bu üç dizenin sonunda durakladı. 50-52 numaranın önüne gelmiş ve kapının kilitli olduğunu fark edince çocuk, ayaklarından çok, giydiği yetişkin bir adamın ayakkabılarının hüneri ve kahramanca tekmelerle kapıya vurmaya başlamıştı. Bu arada Petit-Banquier Sokağı’nın köşesinde karşılaştığı çok yaşlı kadın; gürültülü çığlıklar atarak, abartılı hareketler yaparak hızla arkasından gelmişti.

“Bu ne? Bu ne? Tanrı’m! Kapıyı kırıyor! Evi yıkıyor.”

Tekmeler devam ediyordu. Yaşlı kadın ciğerlerini patlatırcasına bağırıyordu.

“Bugünlerde binalara böyle mi davranılıyor?”

Bir anda durakladı. Çocuğu tanımıştı. “Nasıl olur! Demek o küçük şeytan!” diye söylendi.

“Ah, bu bizim yaşlı kadın.” dedi çocuk. “İyi günler Bougon Ana. Büyüklerimi görmeye geldim.”

Yaşlı kadın yüzünü buruşturarak ve ne yazık ki karanlıkta boşa harcanan zayıflık ile çirkinlikten kaynaklanan harika bir nefret doğaçlamasıyla karşılık verdi:

“Burada kimse yok.”

“Peh!” dedi çocuk. “Babam nerede?” diye sordu.

“Force Cezaevinde.”

“Haydi ama! Ya annem?”

“Saint-Lazare Hapishanesinde.”

“Peki! Ya kız kardeşlerim?”

“Madelonettes Islahevinde.”

Çocuk başını, kulağının arkasını kaşıdı; Bougon Ana’ya baktı ve sadece “Ah!” diye hayıflanarak topuğunun üzerinde döndü; bir an sonra kapının eşiğinde kalmış olan yaşlı kadın onun duru, genç sesiyle şarkı söylediğini duydu. Kış rüzgârında karaağaçların altına daldığında ses hâlâ mırıldanıyordu:

Kral Coupedesabot avda,Karga avında.Ayaklığın altından geçenler,Yarım frank ödediler ona.

SAINT-DENIS

PLUMET SOKAĞI’NDAKİ İDİL VE SAINT-DENIS SOKAĞI’NDAKİ EPİK

Birinci Kitap

Tarihe Dair Birkaç Sayfa

I

Güzel Kesim

Temmuz Devrimi ile doğrudan bağlantılı iki yıl olan 1831 ve 1832, tarihin en tuhaf ve çarpıcı devirlerinden birini oluşturur. Bu iki yıl, kendinden öncekiler ve sonrakiler arasında iki dağ gibi yükselir. Devrimci bir büyüklükleri vardır. Uçurumlar orada ayırt edilmelidir. Toplumsal kitleler, uygarlığın en büyükleri, üst üste binmiş ve birbirine bağlı çıkarların bir arada tuttuğu sağlam çıkar grubu, eski Fransız oluşumunun asırlık profilleri ve teoriler her an içlerinde belirip kaybolur. Bu görünümler ve kaybolmalar, hareket ve direniş olarak belirlenmiştir. Zaman zaman hakikatin, insan ruhunun o gün ışığının orada parıldadığı söylenebilir.

Alabildiğine kısıtlı ve bizden günbegün uzaklaşan bu önemli çağın karakteristik çizgilerini çekebilmek o kadar kolay olmayacaktır ancak bizler yine de bunu yaşayarak deneyimleyeceğiz.

Restorasyon; yorgunluğun, vızıltıların, uğultuların, uykunun, kargaşanın olduğu ve büyük bir ulusun bir duraklama yerine varmasından başka bir şey olmayan, tanımlanması zor ara evrelerden biriydi. Bu dönemler kendine özgüdür ve onları kâra dönüştürmek isteyen politikacıları yanıltmaktadır. Başlangıçta ulus, dinlenmekten başka bir şey istemez; tek bir şeye susamıştır: Barış. Tek bir amacı vardır: Küçük olmak. Bunun anlamı sükûnet isteğidir. Büyük olaylardan, büyük tehlikelerden, büyük maceralardan, büyük adamlardan; Tanrı’ya şükür, yeterince gördük, başımızın üstünde taşıdık. Sezar’ı Prusias ile ve Napolyon’u Yvetot Kralı ile değiştirdik. “Ne kadar iyi bir küçük kraldı!” Şafaktan beri yürüdük, uzun ve meşakkatli bir günün akşamına ulaştık; ilk değişikliğimizi Mirabeau ile ikinci değişikliğimizi Robespierre ile üçüncü değişikliğimizi ise Bonaparte ile yaptık, yıprandık. Her biri bir taht talep etti. Yorgun adanmışlık, yaşlanmış kahramanlık, doygun hırslar, yapılan servetler; arayan, talep eden, yalvaran kimseler neler istedi? Sığınak. Tek istedikleri buydu! Huzura, sükûnete, boş zamana sahip olmak; mutlu olmak. Ancak aynı zamanda bazı gerçekler ortaya çıktı, tanınmayı zorladı ve sırayla kapıları çaldı. Bu gerçekler devrimlerin ve savaşların ürünüdür; varlar, hep var olmuşlardır, kendilerini topluma yerleştirme hakları mevcuttur ve kendilerini oraya yerleştirirler; çoğu zaman gerçekler, hane halkının vekilharçları ve ilkeler için barınak hazırlamaktan başka bir şey yapmayan köleleri olur. Öyleyse siyaset felsefecilerine görünen şudur: Aynı zamanda yorgun insanlar dinlenmeyi talep ederken gerçekler de garanti talep eder. Teminatlar, gerçekler için aynıdır; insanlar için de geçerlidir. İngiltere’nin Stuartlardan istediği şey buydu; Fransa’nın da imparatorluktan sonra Bourbonlardan istediği şey buydu. Bu garantiler çağın gereğidir. Bunlara uyulmalıdır.

Prensler onlara bu gücü “verir” ama gerçekte onlara verilen imkânların gücüdür bu. Stuartların 1662’de şüphelenmediği ve Bourbonların 1814’te bir an bile göremedikleri derin ve bilinmesi yararlı bir gerçektir. Napolyon düştüğünde Fransa’ya dönen önceden belirlenmiş aile, ihsan edenin kendisinin olduğuna ve ihsan ettiğini tekrar geri alabileceğine inanmak gibi ölümcül bir basitliğe sahiptir; Bourbon Hanedanı’nın ilahi hakka sahip olduğu, Fransa’nın hiçbir şeye sahip olmadığı ve XVIII. Louis Tüzüğü’nde kabul edilen siyasi hakkın sadece ilahi haktan olduğu, Bourbon Hanedanı tarafından ayrıldığı ve nezaketle halka verildiği, Kral’ın yeniden kabul edeceği güne kadar hükmünün sürmesi gereken bir durum. Yine de Bourbon Hanedanı hediyenin yarattığı hoşnutsuzluktan, hediyenin ondan gelmediğini hissetmeliydi.

Bu ev on dokuzuncu yüzyıla kadar olduğu hâliyle kaldı. Ulusun her gelişimine huysuz bir bakış attı. Basit bir kelimeyle, yani popüler ve halkın gerçek üslubuyla dile getirirsek; somurttu. Halk bunu gördü. İmparatorluk bir tiyatro sahnesi gibi önünde sürüklendiği için güçlü olduğunu düşündü. Kendisinin aynı şekilde getirildiğini de Napolyon’u ortadan kaldıran o elde de yattığını algılayamadı. Kökleri olduğunu düşündü çünkü o geçmişti. Yanlıştı, geçmişin bir parçasını oluşturuyordu ama tüm geçmiş Fransa’ydı. Fransız toplumunun kökleri Bourbonlarda değil, uluslarda sabitlendi. Bu karanlık ve canlı kökler bir ailenin hakkını değil, bir halkın tarihini oluşturuyordu. Tahtın altı hariç her yerdelerdi.

Bourbon Hanedanı; Fransa tarihinin ünlü, şanlı ve kanlı bir düğümüydü ama artık kaderinin en önemli ögesi ve siyasetin temeli değildi. Bourbonlardan vazgeçilebilirdi, onlarsız da yaşanırdı, sonuç olarak tam yirmi iki yıl onlarsız yaşanmıştı. Bir ara bir kopuş olmuştu fakat Bourbonlar bunun ayrımında değillerdi. Bundan nasıl kuşkulanırlardı? Onlar zaten XVII. Louis’nin, 9 Thermidor’da ve XVIII. Louis’nin de Marengo Savaşı’nda ülkeyi idare ettiklerini sanıyorlardı. Tarihin başlangıcından bu yana hiçbir zaman prensler böylesine aymaz davranmamışlar, gerçekleri bu kadar ahmakça yok saymamışlardı. Bu önemli yanılgı, hanedanı, 1814’te kendi deyimiyle “bağışladığı” ayrıcalıklara bulaşmaya zorladı. Onların ayrıcalık dediği şeyin yengilerimiz olması ne acıydı, bizim çiğnediğimizi öne sürdükleriyse bizim kanuni hakkımızdı. Vaktin geldiğini sanan Restorasyon, kendisini Bonaparte’tan yukarıda bulup ülkede kökleri olduğuna inandı; daha doğrusu kendisini güçlü ve erişilmez bularak kararını verip darbeyi indirdi. Bir sabah Fransa’nın karşısına dikildi ve bağırıp çağırarak ulusun hakkını ve bireysel hakkı tanımadı. Ulusal egemenliğini ve yurttaşın özgürlük haklarını gasbetti. Diğer bir deyimle ulustan, ulusu oluşturan özelliği aldı ve yurttaşın yurttaşlık hakkını çiğnedi. “Temmuz Tüzükleri” denilen o ünlü yasaların temelleri işte böyle atıldı ve böylece Restorasyon’un çöküşü sağlandı. Tam vaktinde ve haklı olarak yıkıldı, bununla birlikte gelişime büsbütün karşı çıkmış sayılmayacağını da eklemeliyiz. Bu arada sayısız gelişmelere meydan verildi. Restorasyon’da ulus ılımlı tartışmalara girmeye ve barış içindeki bütünlüğe alıştı, bunu cumhuriyet zamanında yapamadığı gibi imparatorlukta da yapamamıştı. Özgür ve güçlü bir Fransa, Avrupa’nın diğer ülkeleri için korkutucu bir manzara oluşturdu. Robespierre’in döneminde ihtilal, Bonaparte döneminde top söz sahibi oldu. XVIII. Louis ile X. Charles döneminde ise söz sahibi olma sırası zekâdaydı. Rüzgâr dinmiş, meşale tekrar yakılmıştı. Huzurlu tepelerin zirvelerinde, zekâların arınmış ışığı yeniden parladı. On beş yıl, barış içinde ve ulusal alanlarda bu yüce ilkelerin hazırlıkları görüldü. 1830’a kadar dayanan bilgeler için çok eski, devlet adamları için çok yeni sayılan ilkeler; yasa karşısında eşitlik, vicdan özgürlüğü, konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, hünerli kişilerin her türlü göreve atanma kolaylıkları bu dönemde sağlandı. Bourbonlar, kaderlerinin çarkından yeni bir uygarlık yaratmıştı. Bourbonların çöküşü, kendi yönlerinden değil ama ulus yönünden muhteşem bir yücelikle gelişti. Onların silinişleri, tarihe karanlık bir heyecan ekleyen o muhteşem yok oluşlardan değildi. Burada, ne I. Charles’ın görülmeye değer huzuru ne de Napolyon’un kartal gibi keskin görüşleri vardı. Taçlarını bıraktılar ve pırıltısını da ellerinde tutamadan hepsi çekip gitti. Bir bakıma felaketlerinin ihtişamını gösterme olanağını ellerinden kaçırdılar. Cherbourg yolunda X. Charles, yuvarlak bir masayı dörtgen biçiminde kestirirken devrilen krallığından çok, protokole önem verdiğini gösterdi. Bu davranış kendilerini seven ağırbaşlı adamları ve soylarını sayan sadık kişileri üzdü. O dönemin olağanüstü halkı en doğru hareketi yaptı. Bir sabah, bir krallık isyanıyla saldırıya uğrayan ulus; o kadar metanetle davrandı ki öfkelenecek zamanı bulamadı. Kendisini savundu, denetledi, her şeyi kendi yerine koydu; hükûmeti yasalara, Bourbonları da sürgüne yöneltti. Bütün karmaşalara bu şekilde son verildi. Bir zamanlar XIV. Louis’yi barındıran taht, ihtiyar Kral X. Charles’ın altından hiç fark ettirilmeden çekip alındı. Bir kişi değil, birkaç kişi de değil; Fransa, Fransa’nın tamamı, yenen ve yengisinden sarhoşa dönen bir Fransa, barikatlar gününden sonra, Guillaume du Vair’in şu sözlerini hatırlayıp ona göre harekete geçti: “Her zaman büyüklerin nimetlerinden faydalanmaya alışık, her şeyi kolay yoldan elde etmeye alıştırılan zavallı başarısız prenslerin yüzüne bakılmaması ne yazıktır! Krallarımın, özellikle de en zavallı olanlarının kaderi, benim tarafımdan her zaman büyük saygıyla yâd edilecektir.” Bourbonlar da giderken yanlarında saygınlıklarını götürdüler ama onlar için kimse üzülmedi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi onların felaketleri de kendilerinden yüce tutuldu.

Temmuz Devrimi’nin ardından tüm dünyada dostları ve düşmanları oldu. Birincisi sevinç ve coşkuyla ona doğru koştu; diğerleri, her biri doğasına göre sırtını döndü. İlk bakışta Avrupa prensleri, bu şafağın baykuşları; gözlerini kapadılar, yaralandılar, şaşkına döndüler ve gözlerini sadece tehdit etmek için açtılar. Anlaşılabilir bir korku, affedilebilir bir gazaptı bu. Bu garip devrim pek bir şok yaratmamıştı, yenilmiş krallığa ona düşman gibi davranma ve kanını dökme onurunu bile ödememişti. Her zaman özgürlüğün kendisine iftira etmesiyle ilgilenen despotik hükûmetlerin gözünde Temmuz Devrimi, zorlu olma ve yumuşak kalma hatasını üstlendi. Bununla birlikte buna karşı hiçbir şey denenmedi veya planlanmadı. En hoşnutsuzlar, en sinirliler, en titrekler onu selamladılar; bencilliğimiz ve kinimiz ne olursa olsun, insanın üzerinde çalışan birinin iş birliğine duyarlı olduğumuz olaylardan gizemli bir saygı doğar. Temmuz Devrimi, gerçeği deviren sağın zaferi oldu. Görkemle dolu bir dönemdi bu. Gerçeği devirme hakkı. 1830 Devrimi’nin parlaklığı, dolayısıyla yumuşaklığı da buradan gelir. Sağ muzafferin şiddete ihtiyacı yoktur. Hak, adil ve doğru olandır. Hakkın özelliği, ebediyen güzel ve temiz kalmasıdır. Olgu; tüm görünüşler için gerekli olduğunda, çağdaşlar tarafından en kapsamlı şekilde kabul edildiğinde bile yalnızca bir olgu olarak var oluyorsa ve yalnızca çok az doğruluk içeriyorsa ya da hiçbir şey içermiyorsa şaşmaz bir biçimde, zamanın akışı içinde deforme olmuş, saf olmayan, belki de canavarca bir duruma dönüşebilir. Asırlarca uzaktan bakıldığında gerçeğin ne kadar iğrenç bir hâle gelebileceğini bir çırpıda öğrenmek istiyorsa insan, bırakın Machiavelli’ye baksın. Machiavelli ne kötü bir dâhi ne bir iblis ne de sefil ve korkak bir yazardı; o kendi gerçeğinden başka bir şeyi ifade etmedi. Ve o sadece İtalyan gerçeği değil, o Avrupa gerçeğiydi; on altıncı yüzyılın gerçeğiydi. Korkunç görünür ve on dokuzuncu yüzyılın ahlaki düşüncesinin huzurunda öyledir de aslında ama bu hak ve gerçek çatışması, toplumun başlangıcından beri devam etmektedir. Bu düelloyu sona erdirmek, saf düşünceyi insani gerçeklikle kaynaştırmak; hakkın barışçıl bir şekilde gerçeğe, gerçeğin de doğruya nüfuz etmesini sağlamak, işte bilgelerin görevi budur.

II

Kötü Yama

Ancak şu kesinlikle unutulmamalıdır: Bilgelerin çabaları başka, sahtekârların gösterdikleri çabalar başkadır. 1830 İhtilali de işte bu yüzden başladığı gibi bitmiştir. Yapılan tüm eylemler yerle bir olunca bazı kendini uyanık sananlar bu başarısızlığı talan etmiştir. Çağımızda bile böylesi sahtekârlar kendilerini devlet adamı kisvesi altında tanıtmışlar hatta bu kelimenin sırf onların tutumu yüzünden bayağılaşmasına neden olmuşlardır. Ancak unutmayınız ki kurnazlığın ve hilenin olduğu yerde aşağılanma vardır. Bu aslında bir sorumluluktur, bu yüzden sahtekârlar denildiğinde zihni küçük olan kurnaz geçinenler aşağılanmış olur. Aynı biçimde, “devlet adamları” derken zaman zaman da “hainler” anlamı kullanılır. Bu türden açıkgözlerin sözlerine bakılacak olursa sözüm ona Temmuz İhtilali’ne benzeyen ayaklanmalar, kesik atardamarlara benzer; bunları hemen dikmek, bağlamak gerekir. Fazlasıyla vadedilen hak, sarsıntılara neden olur. Bu nedenle öncelikle sözü verilen hakkı korumak için devleti güçlendirmek gerekir. Özgürlük sağlandıktan sonra, yönetimi düşünmek kaçınılmazdır.

Bu durumda da aslında bilgeler ve kurnazlar birbirlerinden ayırt edilemezler, aralarındaki tek fark bilgelerin şüpheci olmalarıdır. Peki, bu noktada iktidara ne demeli? Öncelikle iktidar ne demek, ne anlama geliyor bunu sorgulamak lazım aslında! İkinci mesele bu iktidarın nereden kaynaklandığı sorunudur. Sahtekârlar bu karşı çıkmaları duymazdan gelerek hamlelerini sürdürmeye çalışırlar. Onların tek yapmak istedikleri artan yapılaşmalara karşı bir ihtiyaç maskesi takarak, ünlenen siyasetçilerin hain fikirlerine yönelerek, ihtilalden sonra bir ulusun ihtiyacı olabilecek hanedanlığı sağlamaktır. Özellikle eğer ulus monarşik yapılı bir ülkedeyse bu daha büyük bir önem taşır. Onlara göre ihtilalden sonra bu yolla barış sağlanır, ulus yaralarını sarar ve hanedanını onarmaya vakit ayırır. Onların görüşlerine göre bu sancılı bir süreçtir çünkü bir hanedanlık kolay kurulmaz! Çok zora düştüğünde herhangi bir deha sahibi kral olabilir çoğu zaman, bu tesadüfen ortaya çıkan talihli biri de olabilir; buna iki örnek ise Bonaparte ve Iturbide gösterilebilir. Öyle sıradan seçilen bir aileden bir hanedan yaratılmaz, mutlak surette sülalenin kökünün eskilere dayanması gerekir ama yüzyıllarda beklenmedik hasarlar oluşturmak imkânsız bir şeydir. “Devlet adamları” açısından bakacak olursak, her defasında bir isyandan sonra ortaya çıkan kralın özelliklerinin neler olması gerektiği sorunu ile yüzleşmek durumunda kalırlar. İhtilalci olabilir ve aslında böyle olması faydalıdır da. Özetle kendisinin bir isyana katılmış, orada cesaret göstermiş, elindeki baltayı ya da kılıcı sallamış olması gerekir bu seçilen kişinin. Bir hanedanın özellikleri nelerdir? Millî olmalı yani uzaktan devrimci ama yaptıklarıyla değil, benimsettirdiği düşünceleriyle ön planda olmalıdır. Hanedan köklü bir geçmişe, tarihe sahip olmalıdır; gelecekten türemeli, aynı zamanda güler yüzlü olmalıdır. Zaten bu durum anlatıldığında gerçekler bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. İlk devrimler sadece üstün buldukları birini başlarına getirmekle kalmışlardır, Cromwell ya da Napolyon ile yetinenler ve ikinci devrimler üsteleyerek Brunswick ya da Bourbon Hanedanlığını istemiştir. Bu hanedanlar tıpkı her fidesi yerlere kadar sarkan ve toprakta köklenerek yeni filizler veren incir ağaçlarına benzer. Bu ağaçların her bir dalı kendi başına hanedan olabilir, tek önemli olan husus o dalların halkın seviyesine kadar inebilecek alçak gönüllülüğe sahip olmasında yatmaktadır; hainlerin teorilerinin temeli de budur.

O büyük sanat burada yatar: ondan yararlananlar da onunla titresin diye başarının sesini felaket tonuna dönüştürmek, atılan her adımı korkuyla tatlandırmak, ilerlemeyi geciktirme noktasına geçiş eğrisini artırmak, o mühim hadiseyi köreltmek, coşkunun sertliğini kınamak ve azaltmak, tüm köşeleri ve kıvrımları kesmek, zafere dalmak, boğmak, dev insanları kefenlere sarmak ve çok hızlı bir şekilde gömmek, bu aşırı sağlığa bir diyet dayatmak, Herkül’ü nekahet dönemindeki birinin tedavisine sokmak, olayı amaca uygun hâle getirmek, fazla başarıya karşı tedbir almak, devrimi bir gölge ile süslemek… 1830, 1688’de İngiltere’ye uygulanan teori de zaten buydu. 1830, yarı yolda durdurulan bir devrimdi. İlerleme yarım kaldı. Şimdi mantık “neredeyse”yi bilmiyor, mum ışığının bile farkında olmuyordu. Peki, devrimleri yarı yolda kim durdurdu? Burjuvazi mi? Neden? Niye? Çünkü burjuvazi doyuma ulaşmış bir çıkardı. Dün iştahlıydı; bugün bolluk, yarın tokluk olacak diye düşündü. Napolyon’dan sonraki 1814 olgusu, 1830’da X. Charles’tan sonra yeniden üretildi. Burjuvazinin bir sınıfını oluşturmak için yanlış bir girişimde bulunuldu. Burjuvazi, basitçe halkın hâlinden memnun olan kısmını kapsıyordu. Burjuva, artık oturmak için zamanı olan adamdı. Koltuk ancak çok erken oturma arzusuyla insan ırkının yürüyüşünü durdurabilirdi. Bu genellikle burjuvazinin hatası oldu. Kişi bir hata işlediği için sınıf olmaz. Bencillik, sosyal düzenin bölümlerinden biri değildir.

Ayrıca bu süreçte bizim sadece bencil olmamız gerekmektedir. 1830 şokundan sonra milletin burjuvazi denen o kesiminin arzuladığı durum, kayıtsızlık ve tembellikle karışık, biraz da utanç içeren atalet değildi; düşlerin erişebildiği bir anlık unutkanlığı varsayan uyku da değildi; bu sadece duraksamaydı. Durmak, iki ilginç ve neredeyse çelişkili anlamdan oluşan bir kelimedir: Yürüyüşte bir birlik yani hareket, bir duruş yani istirahattir. Durmak, kuvvetlerin yeniden kurulmasıdır; uyanık ve silahlı bir hâl, nöbet tutan ve tetikte bekleyen tamamlanmış bir gerçekliktir. Durmak, dünün ve yarının savaşını gerektirir. 1830 ve 1848 arasındaki bölümdür. Burada muharebe dediğimiz şey ilerleme olarak da adlandırılabilir. O hâlde devlet adamlarının yanı sıra burjuvazi de bu “durmak” kelimesini dile getirecek bir adama ihtiyaç duymuştur. “Her şeye rağmen” dedirtecek; başka bir deyişle, geçmişin gelecekle bariz uyumluluğuyla bugünü güçlendiren, devrimi ve istikrarı simgeleyen bileşik bir bireysellik ortaya çıkmıştır. İşte tam bu dönemde, adı Louis Philippe d’Orléans olan uygun adam bulundu ve hazır durumda bekliyordu. 221’ler, Louis Philippe’i tahta çıkardı. Lafayette taç giyme törenini üstlendi. Bu devri cumhuriyetlerin en iyisi olarak nitelendirdi. Paris Belediye Konağı, Reims Katedrali’nin yerini aldı. Bütün bir tahtın yerine bir yarım tahtın bu ikamesi tamamen “1830’un işi” idi. Usta işi bitirdiğinde çözümlerinin muazzam kusuru ortaya çıktı. Bütün bunlar mutlak hakkın sınırları dışında gerçekleştirilmişti. Mutlak sağ haykırdı: “İtiraz ediyorum!”

Sonra, söylemesi korkunç karanlığa çekildi.

III

Louis Philippe

İsyanların kolu korkunç ama eli isabetlidir; sert darbeler ve irade burada tam yerinde bir tercih yapar. 1830 gibi tamamlanmamış, yozlaşmış, bozulmuş ve tali düzeyde kalmış bir devrim hâline gelse bile, kötü düşmemek için içlerinde yeterince aydınlık olan kutsal bir sezgi bulunur. Onları güneş tutulmalarına benzetebiliriz, bu karanlık süreç pek uzun sürmez çünkü bu kişiler tekrar aydınlanma umudundan asla vazgeçmezler. Yine de büyük konuşmayalım, devrimler de insanlar gibi yanılırlar. Burada, gerçekten çok ağır yanılmalar görülmüştür. Biz tekrar 1830 yılına dönelim. 1830 yoldan çıktı fakat buna talih demek gerekir. Kısa kesilen devrimden sonraki düzende krallar, krallıktan daha değerli çıkmıştır. Louis Philippe az bulunur türden bir adamdı. Tarih, babası için hafifletici nedenler elbette ki bulacaktı ancak o kesinlikle babasına hiç benzemezdi. Babası her ne kadar utanılacak biri olsa da Louis Philippe de o kadar beğenilesi niteliklere sahip, saygıdeğer bir prensti. Özel ve genel niteliklerin birçoğuna sahipti. Sağlığını, servetini, dış görünüşünü korur; işlerini özenli yapardı. Her anın değerini bilir ama bir yılın değerini ölçemezdi. Karısını aldatmayan, ölçülü, dingin, sakin ve sabırlı biriydi; gerçek anlamda sevecen ve iyi bir prensti. Sarayındaki uşaklar, burjuvalara Kral ile Kraliçe’nin yatak odasını göstermekle görevlendirilmişlerdi. Ailesinin büyüklerinin gayrimeşru ilişkilerini dahi çekinmeden sergilemeleri gibi Louis Philippe de karısıyla olan ilişkisini halka göstermenin faydalı olacağını düşünmüştü. Avrupa’da konuşulan dillerin neredeyse tümünü bilirdi ve bu da az bulunur bir nitelikti. Soyuna değer vermenin yanı sıra onları cevherlerine göre değerlendirmesini bilir, Orléans olmakla gurur duyar, Bourbonluktan hiç bahsetmezdi. Prenslik günlerinde, kraliyet ailesinin en asil birinci prensine uygun bir yücelikle davranmış ancak kral olarak tahtın başına geçtiği andan itibaren tam bir soylu gibi davranmayı benimsemişti. Halkın karşısında dağınık, aile çevresinde oldukça kibar konuşurdu. Eli öylesine sıkıydı ki bunu kanıtlayabilen olmasa da fazlasıyla pinti olduğu söylenirdi. Gerçekten çok istediği bir şey söz konusu olduğunda kesenin ağzını açmayı bilir ancak tutumlu olmayı severdi. Kültürlü olmanın yanı sıra edebî eserlere düşkün değildi, beyefendiydi ama şövalye ruhlu sayılmazdı; sıradan, huzurlu ve güçlü bir karakteri vardı. Ailesi ve hizmetindekiler kendisini deli gibi severlerdi. Çok hoş konuşur, herkes onunla sohbet etmekten büyük zevk alırdı. Doğru yoldan çıkmayan bir kraldı; her zaman mesafeli davranarak soğuk görünmesine karşın, kendisinin ilgisini çeken konularda lafazana dönüşürdü. Öyle planlı programlı, geleceği düşünerek hareket eden biri değildi ve ülkeyi anı yaşarak yönetmeyi tercih ederdi. Kin tutmadığı gibi minnet de etmezdi. Tahtın altında bağıran şu sır dolu “oy birliklerini bastırmak” için parlamentoyu çok ustaca kullanırdı. Kimi zaman dilinin ayarı olmazdı, çok açık sözlüydü ve bazen çok tedbirsizce davranırdı ancak bunu bile olağanüstü bir başarıyla gerçekleştirirdi. Çare bulmakta, çeşitli maskelerle asıl yüzünü göstermemekte de ustaydı. Avrupa’nın Fransa’sını korkuttuğu gibi Fransa’nın Avrupa’sını da korkuturdu. Vatanseverdi fakat ailesini vatanından daha çok severdi. Özgürlüğüne çok önem verir, kısıtlamalardan nefret ederdi. Louis Philippe gerçek anlamda dikkatli, özverili, düzenli ve çalışmaktan yılmayan, yorgunluk nedir bilmeyen, güçlü bir karakterdi. Zaman zaman kendi sözlerini yalanlar, çelişkiye düşerdi. Ancône’da Avusturya’ya karşı ukalaca davranmış, İspanya’da İngiltere’ye karşı çıkmıştı. Anvers’i bombalatıp Pritchard’ın anısına saygı göstermişti. Marseillaise marşını yürekten bir heyecanla, yüksek sesle okurdu. Güçsüzlüğe, yorgunluklara, güzellik ve ideal ilkelerine, boşuna cömertliklere, boş hayallere, kibir ve yalanlara hiç önem vermez, umursamazdı. Her açıdan kişisel bir cesareti vardı. Valmy’de general, Jemmapes’ta askerdi. Tahta çıktıktan sonra sekiz suikast atlatmış, asla pes etmemiş, sürekli gülümsemişti. Avrupa’nın sarsıntılarıyla kaygılanır, aklının ermediği büyük siyasal risklere atılmaktan çekinirdi. Bununla birlikte canını tehlikeye atmaktan hiç çekinmez fakat hiçbir zaman eserlerini feda etmezdi. Usta bir gözlem yeteneği olmasına karşın asla büyüklük taslamazdı. Kendisi açısından doğru kişiyi seçmeyi gayet iyi bilirdi. Aslında kişiyi değerlendirmek için öncelikle onu tanımak isterdi. Güçlü bir sağduyusu olmasının yanı sıra pratik bir kavrayış ve olgunluğa da sahipti. Zorlanmadan konuşurdu, neredeyse hiçbir şeyi unutmazdı. Bu özelliği Sezar, Büyük İskender ve Napolyon’la olan yegâne benzerliğiydi. Olayları, ayrıntıları, tarihleri, kişileri, soyadlarını hiç unutmazdı. Üst sınıftaki kişiler tarafından kolaylıkla benimsense de Fransa’nın alt katmanı onu pek bağrına basmazdı. Özetle, üstün ve kendine özgü biri olarak Fransa’nın kaygısına ve Avrupa’nın kıskançlıklarına rağmen bir güç yaratarak muhteşem bir kral oldu. Eğer zaferi sevseydi, zamanın üstün kişileri arasında yer alabilirdi. Fakat o sadece yararlı olanı önemsedi, şan ve şerefi her zaman elinin tersiyle itti.