Gençlik döneminde oldukça yakışıklı olan Louis Philippe, yaşlandığında da oldukça kibar ve ağırbaşlı bir beyefendiydi. Halka kendisini her zaman sevdirmeyi bildi. Aslında bir eksiği vardı, o da ihtişam. Kral olmasına rağmen hiçbir zaman taç giymediği gibi yaşlı bir adam olduğunda da beyaz saçlarla hiçbir zaman ortalarda görünmedi. Hâl ve hareketleri eski yönetimden yana olmasına karşın, alışkanlıkları yeni yönetimi yansıtırdı; genel anlamda 1830 yılına uygun bir karışımdan oluşan karakterdeydi. Louis Philippe, o dönem halkına sadece saltanatlı bir ara dönem oldu; her zaman için kullanılan eski imla ve konuşma şeklini korumayı bildi. Macaristan’la Polonya’yı epey severdi fakat “Palan-yalılar” diye yazar ve “Mocorlar” diye telaffuz ederdi. X. Charles gibi ordu üniforması giyer ve Napolyon gibi Legion d’Honneur nişanı taşırdı. Kiliseye nadiren uğrar, hiç ava çıkmaz, operaya da adım atmazdı. Papazlardan, at uşaklarından ve güzel dansözlerden hiç hoşlanmazdı. Çevresine saraylıları asla toplamazdı. Dışarı çıktığında şemsiyesini hep kolunun altında taşırdı. İçinde her meslekten bir şeyler taşırdı; biraz duvarcı, biraz bahçıvan, biraz da doktordu. Attan düşen bir seyisten kan almayı bilirdi. III. Henri nasıl kamasını almadan saray dışına çıkmazsa Louis Philippe de neşterini almadan dışarı çıkmazdı. Bugüne kadar birilerini iyileştirmek için kan akıtan bir kral hiç duymadıklarından, kral yancıları bu tuhaf kralı kendilerine alay meselesi yapmışlardı. Krallığı, hükümranlığı ve kendisini suçlayan unsurları olmak üzere tarihin Louis Philippe’de bulduğu kusurlardan üçünü saf dışı bırakmamız gerekir. Zorla el atılan demokratik hak, ikincil düzeyde bir değer hâline gelen ilerleme, kanla bastırılan sokak isyanları, ayaklanmaların askerî olarak cezalandırılması, kurşuna dizilen asiler, Transnonain Sokağı, askerî mahkemeler, gerçek ülkenin yasal ülke tarafından yok edilmesi, üç yüz bin ayrıcalıklıyla kazancı paylaşan hükûmet; bütün bunlar krallığın bu döneme kadar yürütmüş olduğu süreçlerdi. Geri çevrilen Belçika, kanla fethedilen Cezayir, tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptıkları gibi uygarlıkla ilgisiz bir barbarlığın vücut bulmuş hâlleriydi. Abdülkadir’e güvensizlik, satın alınan Deutz ve intikamı alınan Pritchard, bunlar da saltanatın elinin olduğu işlerdendi.
Aslında onun hakkında belki de bazı hususlarda eksik kaldığımız yönler olmasına rağmen belirttiklerimiz doğrultusunda Kral’ın bariz olarak bazı suçları hafifletilebilirdi. Onun en büyük hatası Fransa adına fazlasıyla kibir yoksunu bir tavır benimsemesiydi. Peki bu durum nereden kaynaklanmaktaydı? Biraz da bu konudan bahsedelim şimdi. Louis Philippe bir kraldan çok, baba gibi davranan bir devlet adamıydı. Hanedan kurmak isteyen biri, her şeyden çekinir ve tedirgin edilmek istemez. Geçmişinde 14 Temmuz gibi talihli bir geleneği ve yine Austerlitz gibi şanlı bir zaferi olan halk, onun bu çekingenliğini işte bu yapısından dolayı küçümsüyordu. Bununla birlikte ilk kati görevi olan ulusuna sahip çıkmayı, genel anlamda halkına borçlu olduğu ödevleri gerçekleştirmek yerine; daha çok ailesine bağlı olması ve onlara olan düşkünlüğü, halk tarafından asla bağışlanamıyordu. Elbette ki ailesi onun bu sevgisine layık insanlardı; aralarında oldukça erdemli ve bilgili insanlar vardı, hatta öyle ki kimi zaman akrabalar arasında erdemler ve yetenekler bile yarıştırılıyor denilebilirdi. Louis Philippe’in kızlarından biri Prenses Marie d’Orléans, ailenin adını sanatçılar defterine yazdırmıştı. Tıpkı yıllar öncesinde yaşayan atalarından Charles d’Orléans’ın adını ozanlar arasına yazdırması gibi. Genç Prenses, ruhunu mermer bir heykele yansıtmış ve buna Jeanne D’arc ismini vermişti. Kral’ın oğullarından ikisi de o kadar üstün kimselerdi ki ünlü diplomat Metternich onlar için: “Bu prensler çok nadir yetenekleri olan, olağanüstü prenslerdir.” demişti.
Okuyucularımıza hiçbir şeyi abartmadan veya göz ardı etmeden, yalın bir dille Louis Philippe’in asıl karakterini yansıtmak istedik ve onu ne övmeye ne de yermeye gerek duyduk. İşte 1830 yılında bu özelliklerinin tümü, Louis Philippe için bir talih oldu. Hiçbir zaman bir bireyle bir olay arasında böyle bir uyum kurulmamıştır, biri diğerinin içine girmiş gibiydi ve cisimleşme gerçekleşti. Louis Philippe demek, insan biçimini alan 1830 yılı demekti. Üstelik, onu tahta yakıştıran bir özelliği daha vardı: Sürgün. O yurdunun dışına atılmış, yoksul ve serseri biri gibi yaşamış, geçimini emeğiyle sağlamıştı. Fransa’nın lüks içerisinde yaşayan zenginlerinden olan bu zat, sürgün edildiği dönemlerde İsviçre’de atını dahi satmak zorunda kalmıştı. Reichenau’da geçimini sağlamak için matematik dersleri vermiş; kız kardeşi Adélaide terzilik etmiş, nakışlarını satmıştı. Dumouriez’nin yoldaşı, Lafayette’in arkadaşı olmuştu. Jakoben Kulübünün üyesiydi. Mirabeau onun omuzlarını okşamış, Danton kendisine: “Genç adam!” diye seslenmişti. 93 yılında, henüz Mösyö de Chartres ismini taşıdığı günlerde, Konvansiyonun karanlık bir locasında oturmuş ve XVI. Louis’nin yargılanmasına seyirci olmuştu. Devrimin kahrolası öngörüleri hanedanlığını seçtiği Kral’la, Kral’ı ise kendisinin yönettiği hanedanlığıyla mahvettiğinden insanlık bu noktada tamamen göz ardı edilmişti. Meclis mahkemesinin o büyük fırtınasında, öfkeli halkın Kral’a yönelttiği sorular ve suçlamalar, ne diyeceğini bilemeyen Capet’nin perişanlığı, kraliyetin başının bu karanlık solukta sallanışı, suçlayanların ve suçlananın masumiyeti hiçbir suretle umursanmamıştı. Louis Philippe bütün bu yıkıntıları bir seyirci gibi izlemiş ve sonunda Tanrı’nın adaleti kadar şaşmaz olan halkın adaletine tanık olmuştu. İhtilalden edindiği izlenim unutulmayacak ölçüde etkili olmuş, bu sonsuz adaletin günün birinde gerçekleşmesi kendisinde saygıyla karışık bir korku duygusu yaratmıştı; bu durumdan öylesine etkilenmişti ki sürgün edilmeden önce bir tanık huzurunda Meclisin alfabetik listesindeki kurucu azaların isimlerini ezberinden okumayı bile başarmıştı.
Louis Philippe, karanlık tarafı olmayan bir “aydınlıklar kralı” oldu. Onun egemenlik sürdüğü yıllarda basın özgürlüğü olduğu gibi parlamento özgürlüğü, vicdan ve konuşma özgürlüğü vardı; Eylül Yasaları gayet açık ve anlaşılırdı. Aydınlığın ayrıcalıklar üzerindeki olumsuz etkilerini bilmesine rağmen tahtını sürekli aydınlıkta tuttu. İşte sırf bu yüzden tarih onun bu yönünü hiç unutmayacaktır. Sahneye çıkan bütün tarihî isimler gibi Louis Philippe de bugün insani vicdan tarafından yargılanmaktadır. Ancak henüz başlangıç aşamasında olan duruşmasının nihayetlendirilmesi için çok erkendir. Katı bir eleştirmen olan tarihçi Louis Blanc bile ilk yargısını bu konuda yumuşatarak ifade etmiştir. Louis Philippe aslında 221’ler ve 1830 yılı tarafından seçilmiş bir kraldı. Yani yarım bir Parlamento ile yarım bir devrim tarafından göreve getirilmişti. Yine de felsefenin ileri görüşüyle, biz onu mutlak demokrasi ile yargılamayı kendisine bir borç biliyoruz ve bu konuda dikkatli davranılması gerektiğini önemsiyoruz. Bu konuda ilk olarak kişisel hak gözetilmeli, sonra halkın hakkı mutlak suretle göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan sonra Louis Philippe’i bir insan olarak inceleyecek olursak, onun tarihteki en iyi krallardan biri olduğunu da söylemek zorundayız. Onun tek suçu kral olmaktı aslında. Louis Philippe’den krallığını çekip alacak olursak, ondan geriye sadece insan kalacaktır. Ve gerçekten de hiç kimse onun insanlığı hususunda olumsuz bir şey söylemeyecektir.
Görevi başındayken çoğu zaman büyük sıkıntılar içerisinde Avrupa diplomatlarıyla tartıştığı uzun toplantı saatlerinin sonunda odasına çekildiğinde dinlenmek yerine kendisini yine dosyalara verir, dinlenmeyi ya da biraz uyumayı dahi düşünmeden çalışmaya devam ederdi. Elindeki dosyaları inceleyerek bir cinayet davasını araştırmakla, masum birini ipten kurtarmanın, Avrupalı diplomatlara meydan okumaktan daha iyi bir iş olduğuna inanırdı. Bir suçsuzu celladın elinden kurtarmak için Adalet Bakanı’yla tartışmadan çekinmez, kurbanlarını çekip almak için savcılarla sert biçimde kavga ederdi. Kral, savcılar için “hukuk soytarıları” derdi. Öyle anlar gelirdi ki kimi zaman incelediği dosyalar masasının üzerini doldurup taşırırdı. Hiçbirini ihmal etmez, önemli ya da önemsiz diye ayırmadan hepsini sırayla incelerdi. Mutsuzların canlarının kendi elinde olduğunu düşünmek onun için azaptı. Günün birinde, yine sözüne güvenilir ve az önce söz ettiğimiz o tanığa şöyle demişti: “Bu gece yedi can kurtardım.” Tahta gelmesinin ardından ilk yıllarda idam cezasını kaldırmış; onun ardından tekrar kurulan darağacı, Kral’a karşı gösterilen ilk terör eylemi niteliğini taşımıştı. İdamların infaz edildiği o Grève Meydanı yok olunca bu kez soylulara uygun olabilecek yeni bir idam meydanı kurulmuş, buna da “Saint-Jacques Kapısı” ismi verilmişti. Basit görüşlere sahip olan siyasi adamlar hemen yasal bir giyotine ihtiyaç duymuşlar, bunu şehirli soylularının tutucu tarafında olan Casimir Périer’nin bir tutkusunun gerçekleştirilmesi olarak kabullenmişlerdi. Louis Philippe, Beccaria’yı şöyle yorumlamıştı: “Keşke yara alsaydım, onu affederdim!” Bir seferinde ise bakanlarının isyanından bahsederek “O bağışlandı, bana sadece bunu dillendirmek kaldı.” demiş, tarihimizin en büyük kişilerinden biri olan politik bir tutuklu hakkında görüşünü bildirmişti. Louis Philippe; tıpkı bir aziz olarak nitelendirilen IX. Louis gibi uysal, halkına tutkuyla bağlı olan IV. Henri gibi vatansever ve gerçek anlamda çok iyi kalpli bir kraldı. İyiliğin değerinin bir inci kadar az görüldüğü o tarihte, iyi olmak gerçek anlamda büyük bir erdemdi. Louis Philippe kimi zaman oldukça sert bir dille eleştirilmiş ve suçlanmıştı ancak günümüzde artık toprağın bağrında yatan ve ruhlar âlemine katılan bu Kral’dan söz ederken adil davranmayı kendimize bir görev biliyoruz. Bu Kral’ı yakından tanımış birinin, hakkında tarih önünde tanıklık etmesi ve bu tanıklığın, ne olursa olsun tarafsız olması gerekir. Bir ölünün mezar taşına yazdığı yazı kesinlikle samimi olmalıdır, sürgündeki iki mezar için “Bu, diğerini pohpohladı.” denilmesinden pek de korkmamak gerekir.
IV
Temelin Altındaki Çatlaklar
Anlatmakta olduğumuz dram, Louis Philippe’in saltanatının başlangıcını saran trajik bulutlardan birinin derinliklerine nüfuz etme noktasındayken hiçbir belirsizliğin kalmaması gerektiğine inandığımızdan bu kitabın bu Kral’la ilgili bazı açıklamalar sunması zorunlu hâle gelmiştir. Louis Philippe devrimin gerçek amacından besbelli oldukça sapmış ancak o, Orléans Dükü, kişisel inisiyatif kullanmamıştır. Prens olarak doğmuştu ve kendisinin Kral seçildiğine inanıyordu. Bu görevi kendisine o vermemiş, onu zorla almamıştı; sadece şahsına teklif edilmiş ve o da kabul etmişti; yine de teklifin gerçeğe uygunluğuna ve kabulünün de göreve uygun olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla onun mülkiyeti iyi niyetliydi. Şimdi vicdanen rahat bir şekilde söylüyoruz ki Louis Philippe tam bir iyi niyetle topraklarını sahiplenmiş ve demokrasi saldırılarında iyi niyetli olduğundan toplumsal çatışmaların boşalttığı terörün miktarı ne Kral’a ne de demokrasiye yükletilmiştir. İlkelerin çatışması, ögelerin çatışmasına benzer. Okyanus suyu, kasırga havayı, kral krallığı, demokrasi halkı korur; değişken olan monarşi mutlak olana, yani cumhuriyete direnir; toplum bu çatışmada kanar ama bugün onun acısını oluşturan şey daha sonra güvenliğini de oluşturacaktır ve her hâlükârda, savaşanlar suçlanmamalıdır; iki taraftan biri açıkça yanılıyordur; hak, Rodos Heykeli gibi aynı anda iki kıyıda bulunmaz, bir ayağı cumhuriyette diğeri krallıkta değildir çünkü bölünemez ve hepsi bir taraftadır fakat sapkınlık içinde olanlar öyle içtendirler ki kör bir adam, bir Vendéelinin kabadayı olmaması gibi bir suçlu olarak değerlendirilmez. O hâlde bu çetin çarpışmaları yalnızca olayların yazgısına yükleyebiliriz. Bu fırtınaların doğası ne olursa olsun, insan sorumsuzluğu bu konuda ana faktördür. Bu manzarayı sizler için tamamlayalım.
1830 hükûmeti çok zor bir hayat sürmüştür. Dün doğmuş, bugün savaşmak zorunda kalmıştır. Direnç hemen ertesi gün doğmuş, hatta belki de önceki akşam ortaya çıkmıştır. Aydan aya düşmanlık artmış ve gizlenmekten aşikâr hâle gelmiştir. Fransa dışında krallar tarafından pek kabul görmemiş olan Temmuz Devrimi, daha önce de söylediğimiz gibi, Fransa’da çeşitli şekillerde yorumlanmıştı. Tanrı, olaylardaki görünür iradesini insanlara gizemli bir dilde yazılmış karanlık bir metin olarak teslim etmiştir. İnsanlar hemen bunun tercümesini yapmış; çeviriler aceleci, yanlış, hatalarla, boşluklarla ve saçmalıklarla dolmuştur. Çok az akıl ilahi dili anlayabilir çünkü. En bilgesi, en sakini, en derini yavaş yavaş deşifre eder ve metinleriyle geldiklerinde görev çoktan tamamlanmış olur; halk, ortaya konan yirmi farklı çeviri arasında afallar. Geriye kalan her bir yorumdan bir parti, her yanlış yorumlamadan bir fraksiyon doğar ve her bir taraf tek başına doğru metne sahip olduğunu düşünür, her grup ışığa sahip olduğuna inanır. Gücün kendisi genellikle bir hiziptir. Devrimlerde akıntıya karşı çıkan yüzücüler vardır, onlar eski partilerdir. Tanrı’nın lütfuyla verasete sarılan eski partiler için devrimlerin başkaldırı hakkından doğduklarından, onlara karşı başkaldırmaya hakkı olduğunu düşünürler. Büyük hatadır. Çünkü bu devrimlerde isyan eden halk değil, kraldır. Devrim, isyanın tam tersidir. Zaman zaman bu hak, sahte devrimciler tarafından lekelenir ancak kirlenmiş de olsa, kanlanmış da olsa var olmayı sürdürür. Devrimler bir rastlantıdan değil de bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. Bir devrim aslında heveslerin gerçekleşmesi demektir. Olması gerektiği için olmuştur. Eski yasal partiler, hatalı bir düşünce yürütme yüzünden 1830 Devrimi’ne karşı çıkmışlardı. Zırhın kusurundan ve ondaki mantık eksikliğinden devrimi en cılız yerinden vurmuşlardır. Onlar bu devrimde kraliyete saldırmış ve şöyle bağırmışlardır: “Devrim tamam ama krala ne gerek var?”
Aslında bu fitneciler hayli isabetli nişan alan körlerdir.
Bu çığlığı cumhuriyetçiler de yükseltmiştir ve onların bu çığlığı isyan niteliği taşıdığından anlamlıdır. Kralcılarda körlük sayılan şey, demokratlarda bir ileri görüş olarak görülmektedir. 1830 Devrimi halka verdiği sözde durmamış, buna öfkelenen demokrasi ona hesap sormuştur. Geçmişin saldırısıyla geleceğin saldırısı arasında Temmuz, can çekişmiştir. Bir yandan asırlık monarşiyle, diğer taraftan sonsuz hakla başı belada olan anı simgelemiştir bu can çekişme. Dışarıda artık devrim sayılmayan, bir monarşi hâline gelen 1830; Avrupa’ya ayak uydurmak ve barışı da savunmak zorundaydı. Aklıselime aykırı bir uyum, çoğu zaman bir savaştan bile daha pahalıya mal olmuştur. İşte bu yüzden de konuşmayan ancak sürekli kendi kendine söylenen bu gizli geçimsizlikten silahlı bir barış doğmuş, bu da uygarlığın en pahalı sahtekârlığı olmuştur. İlerleme aracılığıyla Fransa’ya itilen devrim, Avrupa’daki monarşileri tartaklamış; kendisinin ikinci kademede görülmesine sebebiyet vermişti. Bu arada ülkede halkın yoksulluğu, emekçilik, ücretler, eğitim, ceza, fuhuş, kadının kaderi, zenginlik, yoksulluk, üretim, tüketim, dağıtım, alım satım, para, kredi, sermaye hakkı, çalışma hakkı; bütün bu sorunlar artmış, birkaç kat yoğunlaşıp ağırlaşarak toplumu tehdit eder hâle gelmişti. Siyasi partilerin yanı sıra bir hareket daha belirmişti; seçkinler de halk gibi huzursuz olduğundan farklı biçimde ama onun ölçüsünde demokratik ve felsefi kaynaşma meydana geliyor, karışıklık oluşmasına neden oluyordu. Âlimler derin derin düşünürken alt katmanlar, devrimci akımların etkisiyle hastalıklı gibi titriyordu. Bu düşünürlerden bazıları kendi başlarına bazıları aileleriyle beraber ya da toplu hâlde, sakince ama derin derin toplumsal sorunları inceliyorlardı. Bu sakin madenciler sessizce yeraltı galerilerini bir volkanın temeline kazıyorlardı. Sarsıntılardan ve kimi zaman gördükleri alevli fırınlardan huzursuz bile olmuyorlardı. Bu adamlar sadece kendi mutluluklarıyla ilgilenerek haklar hakkındaki siyasi sorunları politikacılara bırakmışlardı. Para, ziraat, endüstri sorunlarını bir din yüceliğine çıkartmışlar; kısmen de olsa Tanrı’nın yardımıyla ancak genel anlamda insan eliyle kurulan uygarlıkta çıkarlar, canlı bir yasa yoluyla sıralanıp, topaklanıp, kaya gibi sert bir biçimde düzene sokulur hâle getirilebilmişti. Bu canlı yasa, ekonomistlerin sabırla inceledikleri bilimdi. Farklı isimler altında bir araya gelen bu insanlara genellikle “sosyalist” denilmektedir. Bu adamlar, bu taşı delip bundan insan eliyle insan huzurunun kaynaklarını ortaya çıkarmak için çalışırlar. Fransız İhtilali’nin duyurduğu insan hakkına, onlar kadının ve çocuğun hakkını da ekleyerek giyotinden savaş sorununa kadar çalışmaları sürekli aynı şekilde hallederlerdi. Farklı nedenlerle teorik açıdan sosyalizmin uyandırdığı sorunları şimdi burada tartışmanın yersiz olacağını düşünerek sadece sizlere göstermek istiyoruz. Sosyalistlerin önerdiği iktisadi fikirler, hayaller ve mistisizm bir kenara atılırsa iki önemli soruna odaklanılmıştır:
İlk sorun: Zenginlik oluşturmaktır.
İkincisi: Paylaşmaktır.
İlk sorun, çalışmayı kapsar.
İkincisi, ücreti.
İlk sorunda güçlerin kullanımı söz konusudur.
İkincisinde, zevklerin bölüşülmesi.
Güçlerin iyi kullanımından halk iktidarı doğar.
Zevklerin paylaşılmasından, bireysel mutluluk.
İyi bir dağıtım derken eşit dağıtım değil de haklı bir dağıtım demek istiyoruz aslında. Eşitlik ve adalet olarak bu iki özellik birleşince dışarıda halkın iktidarı ve içeride de bireysel mutluluk olunca, toplumsal refah zaten ortaya çıkmaktadır. Toplumsal refah demek, insanın mutluluğu demektir. Yurttaş özgür, ulus yüce olur. İngiltere bu iki meseleden birini çözmüştür. Olağanüstü biçimde zenginlik yaratmış ancak bunun dağılımını yapmayı pek iyi becerememiştir. Sadece tek yanlı olan bu çözüm, ülkeyi kaçınılmaz bir zıtlığa sürüklemiştir. Böylece bir tarafta muazzam bir zenginlik, diğer tarafta korkunç bir sefalet ortaya çıkmıştır: bazıları için bütün zevkler bazıları için bütün azaplar… Bazılarının zevklerinden diğerlerinin yoksulluğu doğmuş, halk yoksullaşmıştır. Ayrıcalık, tekel, feodalite, emekten kaynaklanır. Bu hatalı ve riskli durum, halk iktidarını, kamu gücünü yoksulluğun üzerine oturtur ve kişinin acılarından devletin büyüklüğünü oluşturur. Bu kötü kurulmuş büyüklük; içinde hiçbir ahlaki unsur taşımayan, somut unsurların toplamıdır. Komünizm ve ziraat yasaları sayesinde, ikinci sorunu çözebileceklerini düşünürler. Ancak orada da hataya düşer ve burada hem dağıtımı hem de üretimi öldürürler. Eşit bir paylaşım, çabayı yok eder yani artık kimse çalışmak istemez. Zenginliği öldürmek, onu paylaştırmak sayılmaz. Bu iki meselenin kesinlikle bir arada ele alınması ve ortak biçimde çözümlenmesi gerekir. Her iki çözüm birleştirilerek tek bir çözüm hâline getirilmelidir.
Bu iki sorundan sadece birini çözecek olursanız, Venedik gibi sahte bir gücünüz veya İngiltere gibi maddi bir iktidarınız olur. İşte o zaman, siz de kötü varlıklı bir ülke konumuna düşersiniz. Venedik’in yıkılması gibi ya bir şiddet eylemiyle mahvolur ya da İngiltere gibi batarsınız. Dünya da sizin düşmenizi ve ölmenizi hiç umursamaz çünkü dünya sadece bencillik olan, insanlık için bir erdemi ya da bir düşünceyi kapsamayan her şeyin düşüp ölmesine tepkisiz kalacak kadar umursamazdır. Bu noktada şu yorumu da yapmak isterim: Biz burada Venedik ya da İngiltere demekle ulusları değil, sadece toplumsal yapıları yargılamaya çalışıyoruz. Uluslar üzerine kurulu oligarşilerden söz etmek istiyoruz, burada kastettiğimiz kesinlikle ulusların kendileri değildir. Uluslara her zaman sevgi ve saygı duyarız. Venedik bir ulus olarak baştan dirilecek, tekrar doğacaktır. İngiltere aristokrasisi belki düşer ama ulus olarak İngiltere de ölümsüzdür, o da tekrar canlanacaktır. Bu açıklamadan sonra artık yeniden konumuza dönebiliriz.
Bu iki meseleyi çözmek için zengine cesaret verin ve yoksulu gözetin, yoksulluğu bitirin. Güçlünün güçsüzü ezmesini yasaklayın. Başaranı kıskanan, daha yolun yarısında olan kişilerin kıskançlığını dizginleyin. Ücreti işe göre, matematiksel ve adaletli şekilde düzenleyin. Eğitimi parasız ve zorunlu hâle getirip çocuğun yetişmesine katkıda bulunun. Bilimin insanlığın özü olmasına çalışın; kollar çalışırken zekâlar da boş durmasın, gelişsin. Aynı zamanda hem güçlü bir ulus hem de mutlu insanlardan mutlu aileler oluşturun. Mülkiyeti yıkarak değil, evrenselleştirip halka dağıtın; böylece her vatandaş mülk sahibi olabilsin. Çok kolaydır aslında bu durum, hatta iki kelimeyle dahi özetlenebilir; zenginliği de üretmeyi de paylaştırmayı bilmek gerekir. İşte o zaman, hem maddi hem de manevi yüceliğe erişip Fransa adını taşımaya hak kazanırsınız. Aldanan birkaç topluluk dışında sosyalizm böyle ifade etmiş kendisini; olaylara bu çözümü aramış, beyinlere bu düşünceleri vermek istemiştir. Bu fikirler, bu teoriler, bu listelemeler, devlet adamının filozofa önem verme ihtiyacı, fark edilen belirsiz gerçekler, hem eski dünyaya uygun hem de devrimci ilkelerle bağdaşan yeni bir politikanın yaratılması, Polignac’ı savunmak için Lafayette’in kullanıldığı bir durum, kaosun altında gelişimin ilerlemesini sezmek; odalar ve sokakları kişinin çevresinde dengelemek durumunda olduğu istekli yarışmalar, devrime duyulan inanç, bunlar tek bir yerde birleştirilmişti. Kesin ve üstün bir hakkın kabulü, ırkına bağlı kalma isteği, aile anlayışı, halka duyduğu gerçek saygı, kendi öznesi; bütün bunlar Louis Philippe’i düşündürürken aynı zamanda kaygılandırmıştır. Güçlü ve cesur olmasına rağmen zaman zaman omuzlarına yüklenen bu kral unvanının altında çoğu zaman ezildiği olmuş, bu durumu kaldıramadığı zamanlar yaşamıştır.
Ayaklarının altında bir parçalanma, bir dağılma hissetmiş ama yıkılmamıştır çünkü onun dönemi, Fransa’nın her zamankinden daha fazla Fransa olduğu dönemdir.
Temmuz İhtilali’nin üzerinden yirmi ay geçmiş, 1832 yılı gözdağı veren görüntüsüyle başlamıştı. Gölgeler arasında kaybolan halkın sıkıntısı, aç işçiler, son Condé Prensi, Parislilerin Bourbon-ları kovması gibi Nassauları kovan Brüksel, bir Fransa prensine önerilen fakat bir İngiliz prensine verilen Belçika, Nicolas’nın Rus öfkesi, arkamızda güneyin iki iblisi sayılan İspanya’da Ferdinand ve Portekiz’de Miguel, İtalya’da deprem, Bologna’ya el uzatan Metternich, Avusturya’yı Ancône’da zora düşüren Fransa, kuzeyde Polonya’yı tabutuna çivileyen lanet bir keser sesi, bütün Avrupa’da iki müttefik olan Fransa ile İngiltere’yi gözeten şüpheli görüşler; aslında her an ihanete hazır, eğileni itmeyi ve düşenin üzerine atılmayı bekleyen güvenilmez müttefik İngiltere; mahkemeye dört kelle vermemek için, Beccaria’nın ardına gizlenen Fransa Yüce Meclisi; Kral arabasında karalanan zambaklar; Notre Dame Kilisesi’nden alınan haç; değeri düşürülen Lafayette, sefil bir şekilde ölen Benjamin Constant; yönetimde güç kaybedip can veren Casimir Périer; krallığın her iki başşehrinde ortaya çıkan toplumsal, sosyal hastalık; Paris’te ve Lyon’da çıkan rezilce bir iç savaş; güneyde bağnazlık, batıda kargaşa; Vendée’deki Berry Düşesi, komplolar, isyanlar ve bütün bunlar sanki yeterli değilmiş gibi bir de kolera; işte düşüncelerin büyük bir kaos yaşadığı o büyük dünya…
V
Tarihi Oluşturan ve Tarihin Göstermediği Gerçekler
Nisan ayının sonlarına doğru her şey ağırlaşmıştı. Fermantasyon kaynama durumuna girdi. 1830’dan beri, burada ve orada çabucak bastırılan ancak her zaman yeniden patlak veren küçük kısmi isyanlar oluyordu, altta yatan büyük bir yangının işaretiydi hep bunlar. Korkunç bir şey hazırlanıyordu. Olası bir devrimin hâlâ belirsiz ve kusurlu bir şekilde aydınlatılmış olan özellikleri bir an içinde yakalanabilirdi. Fransa gözünü Paris’e dikmiş; Paris, Saint-Antoine Mahallesi’ne göz kulak oluyordu. Donuk bir parıltı içinde olan Saint-Antoine, patlamaya başlıyordu. Charonne Sokağı’ndaki şarap dükkânları, şarap dükkânlarına uygulandığında iki sıfatın birleşimi tekil görünse de ciddi ve fırtınalıydı. Hükûmet orada saf ve basit bir şekilde sorgulanıyordu. Orada insanlar savaşma ya da susma sorununu alenen tartışıyorlardı. Arka dükkânlarda işçilere ilk alarm sesiyle sokağa fırlayacaklarına ve “düşmanın sayısını saymadan savaşacaklarına” yemin ettiriliyordu. Bu nişana girince meyhanenin köşesinde oturan bir adam yüksek sesle, “Anladın mı? Yemin ettin!” diyordu. Bazen merdivenleri çıkıp birinci kattaki özel bir odaya gidiyorlar ve orada neredeyse masonik sahneler oynuyorlardı. Aralarına yeni katılanlara, hem kendilerine hem de aile babalarına hizmet etmeleri için yemin ettiriyorlardı. Formül buydu. Tuvaletlerde “yıkıcı” broşürler okunuyordu. O zamanın gizli bir raporuna göre, hükûmeti hor görüyorlardı. Aşağıdaki gibi sözler orada duyulabilir:
“Liderlerin isimlerini bilmiyorum. Biz insanlar iki saat öncesine kadar günü bilemeyeceğiz.”
Bir işçi de şöyle diyordu: “Üç yüz kişiyiz, her birimiz yarım frank bağışlayalım, bu da barut ve kurşun temin etmek için yüz elli frank yapar.” Bir diğeri, “Altı ay istemiyorum, iki ay bile istemiyorum. İki haftadan kısa bir süre içinde hükûmetle çatışacağız. Yirmi beş bin adamımızla onlarla yüzleşebiliriz.” Bir diğeri, “Geceleri uyumuyorum çünkü bütün gece mermi hazırlıyorum.” diyordu. Zaman zaman, “burjuva görünüşlü ve iyi paltolu” adamlar gelip utanç verici ve emredici edalarla en önemlileriyle el sıkışıp gidiyorlardı. Asla on dakikadan fazla kalmıyorlardı. Alçak sesle önemli açıklamalar yapılıyordu: “Konu olgunlaştı, mesele ayarlandı.” Orada bulunanlardan birinin ifadesini ödünç alırsak: “Orada bulunan herkes tarafından aynı şey mırıldanılıyordu.” Bir gün bir işçi bütün şaraphanenin önünde şöyle haykırmıştı: “Bizim silahımız yok!” Yoldaşlarından biri cevap verdi: “Askerler var!” Bir habere göre Bonaparte’ın İtalya’daki orduya yaptığı duyuru, gerçeğin farkında olmadan parodisini yapıyordu: “Ellerinde daha gizli nitelikte bir şey varken bunu birbirlerine iletmediler.” Söylediklerinden sonra gizlediklerini anlamak elbette kolay değildi. Bu buluşmalar bazen periyodik oluyordu. Bazılarında hiçbir zaman sekiz veya ondan fazla kişi mevcut değildi ve her zaman aynılardı. Diğerlerine dileyen herkes girer ve oda o kadar dolardı ki ayakta durmak zorunda kalırlardı. Bazıları oraya coşku ve tutkuyla giderdi, diğerleri işlerine doğru yola çıktıkları için uğrardı. Devrim sırasında olduğu gibi bu şarap dükkânlarının bazılarında yeni gelenleri kucaklayan vatansever kadınlar vardı.