“Bu da kim?” diye sordu.
“O mu?” dedi sakince Jondrette. “Bir komşumuz, sorun yok efendim.”
Aslında bu komşunun suratı tekinsizdi fakat çok iyi kalpli bir adam olan ihtiyar, daha fazla uzatmadan ev sahibine döndü:
“Evet Mösyö Fabantou, ne diyordunuz?”
“Evet velinimetim ve yüce efendim, size diyordum ki…” diye karşılık verdi Jondrette dirseğini masaya dayayıp tıpkı yılan gibi bakan sinsi gözleriyle adamı süzerek. “Size, satılık olan tablomdan bahsediyordum.”
Kapıda bir ses oldu. İçeriye ikinci bir adam da girmişti ve Jondrette’nin yanına, yatağın kenarına oturdu. Adam sessizce girmeye çalışmış ama ihtiyar adam onu fark etmişti.
“Sorun yok.” dedi hemen Jondrette, ihtiyar adamı oyalamak için. “Onlar kiracılar, yan odalarda oturan işçi arkadaşlar, arada sırada uğrarlar. Evet ne diyordum, elimde kalan o eşsiz tablodan söz ediyordum. Durun hemen size göstereyim efendim, şuna bir bakın.”
Adam kalktı ve ters hâlde duvara dayadığı panoyu çevirdi. Bu loş aydınlıkta tabloya benziyordu. Jondrette resimle onun arasında dururken Marius bundan hiçbir şey çıkaramadı, sadece kaba bir leke ve yabancı tuvallerin, perde resimlerinin sert kabalığıyla boyanmış bir tür panayır afişine benzetti.
“Bu nedir?” diye sordu ihtiyar adam.
“Bir ustanın resmi, çok değerli bir tablo hayırseverim! İki kızıma ne kadar bağlıysam ona da o kadar bağlıyım, bana hatıraları çağrıştırıyor! Ama size söyledim, elimde tutamayacağım, o kadar zavallıyım ki ondan ayrılmak zorundayım.”
Belki tesadüf belki de tuhaf bir içgüdü diyelim, ihtiyar adam gözlerini odanın karanlık köşesine çevirdi. Orada dört adam daha gördü, içlerinden üçü yatağın üzerine oturmuştu. Hepsinin de kılıkları perişan, kolları çıplak, yüzleri kirden kapkaraydı. Yatağa uzanmış biri gözlerini kapatmış, uyuyor gibi yapıyordu. İçlerinden en ihtiyarıydı bu. Diğeri sakallıydı, ötekilerin de onlardan aşağı kalır yanı bulunmuyordu. Hiçbirinin ayağında ayakkabı yoktu, çorap giymişlerdi, bazıları da yalın ayaktı.
Jondrette, ihtiyarın onlara ilgiyle baktığını fark etti.
“Bunlar komşularım, bizim burada ateş yakıldığını duyup ısınmaya gelmişler. Efendim, bizimkiler gibi fakirhanelerde yardımlaşmak gereklidir; madenlerde çalıştıklarından yüzleri kapkara, siz umursamayın, hepsi de zararsız insanlardır. Hayırseverim siz buna bakın, şu tablomu satın alın. Sizden fazla istemem, siz ne kadar verirsiniz?”
İhtiyar, gözlerini Jondrette’in yüzüne çevirdi. Artık adamdan enikonu şüphelenmeye başlamıştı: “Evet ama bu meyhanelerin kapılarına asılan bir şey, belki yalnızca üç frank eder.”
“Cüzdanınız yanınızda mı? Bunun için bin frank vermeniz beni memnun ederdi.” dedi Jondrette, sevimli bir sesle konuşmaya çalışarak.
İhtiyar yerinden kalktı ve etrafını gözleriyle taradı. Soldaki pencerenin önünde Jondrette vardı. Jondrette, dört yabancıyla kapıyı tutuyordu. Adamlar yerlerinden bile oynamamışlar, sanki konuğu görmemişlerdi. Jondrette, yakınan bir sesle sürdürdü. Konuşurken sesi öyle acıklıydı ki bir ara ihtiyar, adamın yoksulluktan artık tamamen aklını kaçırmış olabileceğini düşündü.
“Eğer benim resmimi satın almazsanız, sevgili hayırseverim…” dedi Jondrette. “Çaresiz kalacağım, kendimi nehre atmaktan başka bir çözüm yolum da olmayacak. İki kızıma orta sınıf kâğıt kutu ticaretini, yeni yıl hediyeleri için kutu yapımını öğretmek istediğimi düşünüyorum da! Ah, ne zavallıyım! Bardakların düşmesini önlemek için ucunda tahta bulunan bir masa gerekli bu eve, bir sobaya da ihtiyacımız var, sonra o karton kutuların yapılabilmesi için farklı yapıştırıcılar, kâğıtlar, kartonu kesmek için makas ve bıçaklar, ayarlamak için bir kalıp, çelikleri çivilemek için bir çekiç, kerpeten; bunların hepsini ben nasıl alabilirim ki? Ve tüm bunlar günde dört santim kazanmak için! Günde on dört saat çalışmak zorundasınız üstüne üstlük! Ve her kutu, işçi kadının elinden on üç kez geçer kontrol amaçlı! Kâğıdın asla ıslak olmaması gerekiyor, üzerinde de tek bir leke dahi olmamalı. Yapışkanın düzgün sürülmesi için içerisinin sıcak olması lazım. Lanet olsun! Bütün bunları yapabilmek için para gerekiyor ve karşılığında sadece seksen santim alıyorsunuz. Bu parayla bir adam evini nasıl geçindirir?” Jondrette konuşurken kendisini gözlemleyen ihtiyar adama bakmıyordu bile. Mösyö Leblanc’ın gözü onun üzerinde, Jondrette’in gözü ise kapıdaydı. Marius, büyük bir dikkatle adamları izliyordu. İhtiyar adam, “Bu adam bir aptal mı?” diye geçirdi içinden.
Jondrette, sızlanma ve yalvarma düzeninin her türlü farklı tonlamasıyla iki ya da üç kez tekrarladı: “Bana kendimi nehre atmaktan başka bir şey kalmadı! Geçen gün bu amaçla Austerlitz Köprüsü’nün yanından nehre doğru üç basamak indim.”
Birden donuk gözleri korkunç bir parıltıyla aydınlandı, küçük adam kendisini topladı ve korkunç bir görünümle ihtiyar adamın üzerine yürüyerek gök gürültüsüne benzer bir sesle bağırdı: “Bunun konuyla alakası yok ama! Siz, beni tanıdınız mı?”
XX
Tuzak
Evin kapısı tekrar açıldı, mavi önlüklü ve yüzleri maskeli üç erkek daha içeri girdi. Siyah kâğıttan maskeler vardı yüzlerinde. Bunlardan biri zayıftı, elinde ucu demirli bir sopa tutuyordu; ikincisi iri yarı bir adamdı, o da sağ elinde demirden bir topuz tutuyordu; üçüncü adam ise ilki kadar zayıf olmasa da iri yarı, kasap gibi görünen adama nazaran daha zayıftı. O da elinde bir zindan kapısından alınma, büyük bir demir çubuk sallıyordu.
Görünüşe göre bu adamların gelişi Jondrette’in sabırsızlıkla beklediği bir durumdu. Onunla sopalı zayıf adam arasında hızlı bir diyalog başladı.
“Her şey hazır mı?” dedi Jondrette.
“Evet.” diye yanıtladı zayıf adam.
“Montparnasse nerede?”
“Yakışıklı başaktör, kızınızla sohbet etmek için durdu.”
“Hangisi?”
“En yaşlısı.”
“Kapıda bir araba var mı?”
“Evet.”
“Takım hazır mı?”
“Evet.”
“Atlar ne durumda?”
“Harika.”
“Sipariş ettiğim yerde mi bekliyor?”
“Evet.”
“İyi.” dedi Jondrette.
Mösyö Leblanc bir anda bembeyaz kesilmişti. Etrafına dikkatle bakmasına rağmen yine de korkmuş birine benzemiyordu. Durumu gözlemlediğinde sağlam bir tuzağın içine düşmüş olduğunu anlamış, masanın arkasına geçmişti. Az önce kendi hâlinde, hayırsever bir ihtiyar olan adam; bir anda sanki bir atlet gibi atik davranarak gardını almıştı. Sandalyesinin tahtasına elini gözdağı veren bir şekilde dayadı. Marius, böyle bir tehlike karşısında kılını oynatmayan bu yürekli ve güçlü ihtiyara tam anlamıyla büyük bir hayranlık duydu. Aslında sevdiğimiz kızın babası bizim için asla bir yabancı sayılmaz, öyle değil mi? Marius bu adamla bir taraftan da gurur duyduğunu hissediyordu. Jondrette’in maden işçileri diye tanıştırdığı üç adam köşedeki hırdavatlara eğilmiş, bir şeyler arıyordu. Biri eline bir kerpeten aldı, diğeri keser, üçüncüsü de bir kıskaç. Tek kelime etmeden kapıyı tuttular. Yatakta uyuklayan ihtiyar adam kısa bir süreliğine gözlerini açmış, Madam Jondrette ise sinerek onun yanına oturmuştu. Marius artık birkaç saniye sonra harekete geçme vaktinin geleceğini düşünüp sağ elini o deliğe doğru yükseltti, ateş etmeye hazır vaziyette beklemeye koyuldu. Jondrette yeni gelenle fısıldaşmasından sonra ziyaretçiye döndü ve iğrenç gülüşüyle sorusunu yineledi:
“Demek beni tanımadınız, öyle mi?”
Mösyö Leblanc öfkeli gözlerle doğrudan ona bakarak cevap verdi: “Hayır.”
O zaman Jondrette masaya yaklaştı, mumun üstüne eğilip o korkunç yüzünü ihtiyarın sakin yüzüne yaklaştırdı ve ısırmaya hazır bir yabani hayvan gibi şöyle bağırdı: “Adım Fabantou değil, Jondrette de gerçek adım değil. Benim adım Thénardier. Montfermeil’deki hanın sahibi. Anlıyor musun beni? Thénardier! Şimdi beni tanıdın mı?”
İhtiyar adamın alnından neredeyse belli belirsiz bir kızıllık geçti ve ne titreyen ne de normal seviyesinin üzerine çıkmayan bir sesle, alışılmış sakinliğiyle cevap verdi: “Hayır, öncesinden daha fazla tanımıyorum.”
Marius onun sözlerini duymadı. Onu o anda gören, ne kadar etkilendiğini anlardı. Genç adam bir anda yıkılmıştı. Jondrette, isminin Thénardier olduğunu söylediğinde Marius titremeye başlamış ve düşmemek için duvara dayanmıştı. O anda sanki gövdesinin bir kılıçla yarılmış gibi olduğunu hissetti. Daha sonra ateş açmaya hazır olan sağ kolunu yavaşça indirdi. Jondrette’in “Thénardier!” diye yinelemesinden sonra perişan olan Marius, az daha elindeki tabancayı düşürecekti. İhtiyar adamın tanımadığını söylediği Thénardier adını, Marius çok iyi tanıyordu. Bu isim babasının ona vasiyet olarak yazmış olduğu, bunca zamandır kendisi açısından kutsal kabul ettiği, o yazıyı günlerce yüreğinin üzerinde taşıdığı, çok önemli birisine aitti. Babasının son sözleri aklına geldi: “Thénardier isimli biri hayatımı kurtardı, oğlum onu bulsun ve ona elinden gelen iyiliği etsin.” Uzun zaman aradığı Montfermeil’deki o hancıyı nihayet bulmuştu. Ne yazık ki babasının kurtarıcısı bir yol kesiciden başka biri değildi. Marius’ün yıllarca aradığı, yardım etmek için uğraştığı adam; sadece bir hırsız değil, canavar ruhlu bir adamdı. Genç adam bu adamın şimdi bir cinayet planladığından kesinlikle emindi ve kaderinin ona oynadığı bu oyuna artık anlam veremiyordu. Babası ondan bu adama yardım etmesini istemişti. Oysaki zavallı Marius de dört yıldır bu borcu ödeyebilmek için sürekli olarak adamı aramıştı. Binbaşı Pontmercy’nin kurtarıcısı olan bu adam, işte bu son noktadaydı. Şimdi korkunç bir hazırlık içerisindeydi! Ve kime karşı, Ulu Tanrı’m! Ne ölüm! Kaderin ne acı bir darbesiydi bu böyle! Babası, tabutunun derinliklerinden ona bu Thénardier için elinden gelen tüm iyiliği yapmasını emretmişti ve Marius, dört yıl boyunca babasının bu borcunu ödemekten başka bir düşünceye kapılmamıştı; o sırada suç eyleminde olan bir haydudu adalete teslim etmek, yakalatmak üzereyken kader ona alaycı bir sesle, “Bu Thénardier!” diye bağırıyordu şimdi. Waterloo’da, mermiler arasında babasını sırtlayıp kurtaran bu adama Marius, tam borcunu ödeyeceği sırada onun ipe layık biri olduğunu öğreniyordu. Babasının borcunu böyle mi kapatacaktı? Marius allak bullak olmuş, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Korkunç düşüncelerle boğuşuyordu. Marius bu haksızlığa nasıl alet olabilir, nasıl sessiz kalabilirdi? Bununla birlikte hancıyı polise teslim etmekle babasının anısına saygısızlık yapacağını düşünüyordu. Marius yaşadığı karmaşadan titremeye başladı, bir karar vermek zorundaydı. Ya sevdiği “Ursule’ünün” babasını kurtaracak ya da kendi babasına verdiği sözü tutarak minnet borcunu ödeyecekti. Elindeki silahı ateşleyecek olsa ihtiyar adam kurtulmuş olacak ancak Thénardier’nin hayatı kararacaktı. Ateş açmasa zavallı ihtiyar adamın başına neler gelebileceğini kestiremiyordu. Bir an evvel bir karar vermesi gerekiyordu ve hiç zamanı kalmamıştı. Bu arada Thénardier ziyaretçinin önünde dolanıp durmaya başlamıştı. Mumu kaptı, öyle hızla şöminenin üstüne bıraktı ki neredeyse fitil sönecekti. Daha sonra korkunç bir ifadeyle ihtiyara döndü ve tısladı:
“Oh, neyse ki sizi buldum iyiliksever efendim.” dedi Thénardier ve yine dolanıp durmaya devam etti. Öfkeden sesi korkunç çıkıyordu. “Siz Mösyö, eski püskü milyoner! Mösyö oyuncak bebek veren! Ah! Demek beni tanımıyorsun? Hayır; sekiz yıl önce 1823 Noel arifesinde Montfermeil’e, hanıma gelen sen değildin öyle mi? Fantine’in çocuğunu benden alan sen değildin? Tarla Kuşu’nu? Sarı paltolu sen değildin! Hayır! Bu sabah buraya geldiğin gibi elinde bir paket de yoktu değil mi? Söyle karıcığım, evlere paketler hâlinde yün çorap taşımak onun alışkanlığı olmuş herhâlde! Yoksa siz bir çamaşırcı mısınız milyoner efendim? Yoksullara dükkânda satılmayan malları veriyorsunuz. Demek beni tanımadınız, ne iş ama! Evet lakin ben sizi çok iyi tanıdım. Hanlara yoksul kılıklarla gelip insanı kandırmanın, eli açık davranarak kişilerin ekmek paralarını çekip almanın ne demek olduğunu size gösteririm. İnsanı mahvettikten sonra ona büyük gelen bir ceketle iki battaniye verip paçayı kurtardım sanıyorsun, seni hain çocuk kaçırıcısı seni!” Bir ara kendi kendine konuştu, kinini dağıtmak ister gibi homurdandı, sonra hıncını masadan alır gibi yumruklar indirdi ve: “Hele bir hâline bakın şunun!” dedi. Sonra yine öfkeyle konuşmasını sürdürdü:
“Geçmişte benimle oyun oynadın sen! Tüm talihsizliklerimin sebebi sensin! Bin beş yüz franga, benim sahip olduğum ve kesinlikle zengin insanlara ait olan, şimdiden çok para kazandıran ve hayatım boyunca yaşayabilecek kadar para almış olabileceğim bir kızı aldın elimden! O iğrenç handa kaybettiğim her şeyi telafi edecek bir kızdı, orada sürekli tartışma dışında hiçbir şey yoktu ve bir aptal gibi son paramı da yedim! Ah! Keşke evimde içilen tüm şaraplar, içenlere zehir olsaydı! Kusura bakma, şimdi hesaplaşma zamanı! O zamanlar kesinlikle benimle dalga geçtin, değil mi? Ormanda sopan vardı. Sen daha güçlüydün. Ama intikam zamanı diye bir şey var. Bugün kozları elinde tutan benim! İşin bitti dostum! Şimdi gülebiliyorum! Gerçekten, gülüyorum! Nasıl tuzağa düşürdüm seni? Ona bir aktör olduğumu, adımın Fabantou olduğunu, Matmazel Mars ve Matmazel Muche ile komedi oynadığımı, ev sahibimin yarın, 4 Şubat’ta ödeme almakta ısrar ettiğini ve paramın olmadığını söyledim; o da söylediklerimin hepsini yuttu! Aptal, aptal! Ve bana getirdiği dört sefil altınla yardım edeceğini sandı! Alçak! Yüz frangı bile verecek yüreğin yok! Ah, bir de o basmakalıp sözlerimi nasıl yuttu! Bu beni gerçekten çok eğlendirdi. Kendi kendime dedim ki: ‘Aptal! Gel, seni yakaladım! Bu sabah ayaklarını yalıyorum ama akşam kalbini kemireceğim!’ ”
İhtiyar adam onu sonuna kadar dinledi ama sustuğunda şöyle dedi: “Ne demek istediğinizi anlayamadım. Ben de aslında yoksul biriyim, öyle sandığınız gibi milyoner falan değilim. Herhâlde beni bir başkasına benzettiniz!”
Thénardier, kaba bir kahkaha patlattı: “Hâlâ yalan söylemeye devam ediyorsun. Gerçekten bu oyunu devam ettirmeye mi niyetlisin? Bana bak ihtiyar, hâlâ beni tanımadın mı?”
İhtiyar adam bunca küstahlığa rağmen bir an olsun nezaketi elden bırakmadı ve tuhaf bir tonlamayla yanıtladı: “Kusura bakmayın Mösyö, ben sadece karşımda bir haydut durduğunu görebiliyorum.”
Tuhaftır ancak canavarların kendilerine göre bazı davranış alışkanlıkları vardır ve kendilerine gerçeklerin söylenmesini asla hazmedemezler. Bu sözleri duyar duymaz Thénardier’nin karısı uzun zamandır oturduğu yatağın üzerinden bir hışımla kalktı, bu sırada kocası sanki sandalyeyi kıracakmış gibi eline aldı ve karısına “Olduğun yerde kal!” diye emrederek yeniden yaşlı adama döndü:
“Elbette sizin gibi zengin insanlar bizlere her zaman böyle haydut derler. Ben param olduğunu söylemiyorum, battım, sıfırı tükettim. Şu anda ne bir lokma ekmek ne bir ateş yakmak için kömür alabilecek param var. Meteliğe kurşun atıyorum ve hırsızlık yapıyorum. Bana ister haydut de ister başka bir şey, umurumda değil; üç gündür açım ben! Sizin gibi ayaklarımızda sıcak ayakkabılarımız, üzerimizde kürklerimiz yok bizim. Biz sizler gibi evlerinde hizmetçileri olan, her gün etle beslenen insanlar değiliz. Siz havanın soğuk olup olmadığını içerideki derecenizden öğrenirsiniz, bizse onu iliklerimize kadar yaşarız. Sonra sizin gibiler evlerimize gelip bu şekilde davrandığımız için bize haydut der ve bizi aşağılar. Ben de bir zamanlar zengin ve saygıdeğer bir adamdım, soyluydum, şehirli bir beyefendiydim, itibarım vardı benim ama sizin geçmişinizin hiç de öyle olduğunu sanmıyorum.”
Öfkeden yüzü resmen mosmor kesilmişti, bir süre susup sonrasında kapının önünde duran adamlara doğru bakarak: “Görüyor musunuz, utanmadan bir de kendisini haklı çıkarıp bana hakaret etmeye çekinmiyor.” dedi.
Sonra tekrar ihtiyar adama dönerek daha da coşkuyla konuşmasına devam etti: “Beni iyi dinleyin, hayırsever velinimetim! Ben öyle kimliğini saklayan, ne olduğu belirsiz biri değilim. Ben evlere girip çocukları kaçıran bir hırsız değilim. Ben eski bir Fransız askeriyim. Waterloo’da savaştım, hatta baron olan bir generalin hayatını bile kurtardım. Adam gerçi bana adını söyledi ama o lanet olası sesi, o kadar fersiz çıkıyordu ki sadece ‘Teşekkürler!’ dediğini duydum. Oysa bana teşekkür edeceğine ismini söylese daha iyi ederdi. En azından onu bulmama yardımcı olurdu. Şu gördüğünüz tabloyu o yaptı. Tablodaki kim biliyor musunuz? Benim o kişi, işte o generali taşıyorum sırtımda. David o kadar duygulanmıştı ki benim o kahramanlığımı sonsuza kadar sabitlemek istedi. Gördüğünüz gibi mermilere karşı siper olup onu kurtarıyorum. İşte bütün hikâye. Oysa adam da işe yaramazın biriydi. Bana ne yapmıştı ki? Fakat yine de kendi canımı hiçe sayarak onu kurtardım. Neyse, yeter artık, çok konuştuk, işimize dönelim! Bana para lazım, hem de çok para lazım! Ya bana bu parayı verirsin ya da seni burada öldürürüm.”
Marius biraz olsun kendisini toparlayabilmişti. Artık hiç kuşkusu kalmamıştı; bu, babasının vasiyetnamesinde yazılı olan adamdı. Ama şimdi de büyük bir öfkeyle titriyordu Marius, bu adam nasıl oluyordu da babası hakkında böylesine saygısızca konuşmaya cüret edebiliyordu? Bu adam kesinlikle aşağılık ve korkunç bir canavardı. İhtiyara satmak istediği, o “harika” diye nitelendirdiği, güya değerli olduğunu söylediği Ressam David’in yaptığı tablo ise okurumuzun tanıdığı o meyhane levhasıydı. Bunu kendisi çizmişti. Montfermeil’deki handan ayrılırken yanında taşımıştı o çirkin şeyi.
Marius deliğin önünde kimse olmadığından resmi iyice görebiliyordu artık; tozu dumana karışmış bir savaş meydanında, adamın biri sırtında bir yaralıyı taşıyordu. Bu Thénardier ile Pontmercy’nin yer aldığı resimdi. Marius bu resimde babasını canlı görür gibi oldu, ona göre bu bir meyhane levhası değildi. Bu, tekrar canlanan babasıydı. Bir mezar aralanıyor, bir hortlak dışarı süzülüyordu. Marius kalbinin deli gibi attığını duydu. Waterloo topları kulaklarında gürledi. Tablodaki gibi ağır yaralı, kanlar içindeki babasının resmine baktı; sanki onun da kendisine baktığını düşünüyordu o anda.
Thénardier biraz dinlendikten sonra ihtiyara dikti gözlerini ve kısık bir sesle: “Söyleyecek son bir sözün var mı? Ölmeden önce son sözlerini duyayım!”
Mösyö Leblanc hâlâ sakinlik ve sessizliğini korumaya devam ediyordu. Bu sessizliğin ortasında, çatlak bir ses koridordan bu kasvetli ortamda çınladı:
“Odun kırmak gerekiyorsa buradayım.” Bu, şimdi elinde bir kasap baltası tutan o iri yarı adamdı. Aynı anda devasa, kıllı ve kirli bir yüz kapıda belirdi; pis dişlerini göstererek korkunç bir kahkaha attı.
“Maskeni neden çıkardın sen?” diye bağırdı öfkeyle Thénardier.
“Eğlence olsun diye!” dedi korkunç adam.
İhtiyar adam birkaç dakikadır Thénardier’nin tavırlarını ilgiyle izliyordu. Kendi öfkesinin huzursuzluğuyla adam odanın içerisinde sürekli dolaşıyordu. Kendisine yardımcı olacak haydutların bulunması, silahsız birini tuzağa düşürme mutluluğu, bire karşı dokuz kişi olmanın sarhoşluğuyla kendinden geçmiş bir zafer edası vardı yüzünde. Baltalı adamla konuşmak için arkasını döndüğünde ihtiyar adam onun bu dalgınlığından faydalanmak istedi, bir tekmeyle sandalyeyi devirdi ve atak bir hareketle pencereye tırmandı. Camı açmak, dışarı atlamak, bir bacağını dışarı çıkarmak sadece birkaç saniyesini almıştı ve tam aşağıya atlamak üzereydi ki madenciler güçlü elleriyle adamı geri çektiler. Thénardier’nin karısı yaşlı adamı saçlarından yakalarken koridordaki diğer haydutlar da içeri koştu, yataktaki yaşlı haydut bile elindeki keserle onların yanında yerini aldı. Madencilerden birinin yüzü mumla aydınlanmıştı. Marius, Panchaud’yu tanıdı. Adam elindeki bir topuzu ihtiyarın başına doğru salladı. Marius artık bu kadarına dayanamadı. İçinden şunları geçirdi:
“Babam, beni affet!”
Tam tetiğe basıyordu ki Thénardier’nin sesi geldi: “Sakın ona zarar vermeyin!”
Kurbanın bu umutsuz girişimi Thénardier’yi çileden çıkarmak şöyle dursun, sakinleştirmişti. İçinde iki adam vardı sanki: Biri vahşi, diğeri ise hünerli olan. O ana kadar kıpırdamayan avın karşısında vahşi adam galip gelmişti, kurban mücadele edip direnmeye çalıştığında becerikli adam yeniden ortaya çıktı ve üstünlüğü ele geçirdi.
“Sakın ona zarar vermeyin!”
Bu tavrı, Marius’ün biraz daha beklemesi gerektiğini düşünmesine neden oldu. Kim bilir; belki şansı yaver gider, “Ursule’ünün” babasını kurtarır ve aynı zamanda bunu kendi babasının kurtarıcısını yakalatmak suretiyle yapabilirdi. Müthiş bir çatışma başladı, ihtiyar adam tek yumrukla yaşlı serseriyi yere devirdi ve elinin tersiyle üstüne çullanmak isteyen iki hırsızı da geriletti. Fakat arkada bekleyen dört haydut onu kıskıvrak yakalamış; ihtiyar adam, bu haydut sürüsünün altında ezilip kalmıştı.
Aralarından biri, onu en yakın yatağa yatırdı ve hareket etmesini önlemek için eliyle bastırmayı denedi. Hancı kadın hâlâ saçlarını çekiştiriyordu. Thénardier, “Sakın sen bu işe karışma!” dedi. “Şalını yırtacaksın.”
Dişi kurdun erkek kurda itaat etmesi gibi, Thénardier homurdanarak itaat etti.
“Şimdi!” dedi Thénardier. “Üzerini arayın dostlar!”
Mösyö Leblanc direniş fikrinden vazgeçmiş gibiydi. Onun üzerini aradılar. Üzerinde altı franklık deri bir kese ve mendilden başka hiçbir şey yoktu. Thénardier mendili kendi cebine koydu.
“Ne! Üzerinde cüzdan yok mu?” diye sordu.
“Hayır, saat bile yok.” diye yanıtladı madencilerden biri. Büyük anahtarı taşıyan maskeli adam, bir vantrilok sesiyle “Boş ver.”
diye mırıldandı. “O, sert bir yaşlı adam.” Thénardier kapının yanındaki köşeye gitti, bir demet ip aldı ve adamlara fırlattı.
“Yatağın ayağına bağla.” dedi.
Ve ihtiyar adamın yumruğunun darbesiyle odanın diğer ucuna uzanan ve hiç hareket etmeyen yaşlı adamı görünce ekledi:
“Boulatruelle öldü mü?”
“Hayır.” diye yanıtladı Bigrenaille. “Sarhoş sadece.”
Thénardier: “Onu bir köşeye sıkıştırın.” dedi.
Madencilerden ikisi, sarhoş adamı ayaklarıyla eski demir yığınının yanındaki köşeye itti.
“Babet.” dedi Thénardier, sopalı adama alçak bir sesle. “Neden bu kadar çok adam getirdin; onlara gerek yoktu.”
“Ne olmuş?” diye yanıtladı sopalı adam. “Hepsi içinde olmak istedi. Bu kötü bir sezon. Devam eden bir iş de yok.”
Serseriler onu sağlam bir şekilde, ayakları yerde, pencereden en uzak ve şömineye en yakın olan ucundan yatağın başına bağladılar. Son düğüm atıldığında, Thénardier bir sandalye aldı ve ihtiyar adamın tam karşısına oturdu. Thénardier artık kendisine benzemiyordu; birkaç dakika içinde yüzü dizginsiz bir şiddetten sakin ve kurnaz bir tatlılığa dönüştü. Marius, resmî hayattaki bir adamın o cilalı gülümsemesinde, bir an önce köpüren, neredeyse vahşi olan ağzını tanımakta güçlük çekti; bu fantastik ve ürkütücü metamorfoza hayretle baktı ve bir kaplanın, bir tilkiye dönüşümünü izledi.
“Mösyö…” dedi Thénardier. Elleriyle hâlâ adamları kendinden uzak tutmaya çalışan ihtiyar adamı durdurmaya çalışarak. “Biraz uzak durun ve beyefendiyle konuşmama izin verin.” dedi diğerlerine.
Hepsi kapıya doğru çekildi.
Devam etti:
“Mösyö, pencereden atlamaya çalışmakla yanlış yaptınız. Bacağınızı kırabilirdiniz. Şimdi, izin verirseniz, sessizce konuşacağız. Her şeyden önce, bütün bu süreç boyunca çığlık atmamanızdan dolayı teşekkür ederim.” Thénardier haklıydı, bu ayrıntı doğruydu. Marius de bu süre zarfında rahatlamıştı. İhtiyar adam sesini yükseltmeden birkaç kelimeyi zar zor telaffuz etmişti ve pencerenin yanındaki altı kabadayı ile mücadelesi sırasında bile en derin ve tekil sessizliğini korumuştu.
Thénardier devam etti:
“Tanrı’m! Hırsız var diye bağırmış olabilirdiniz ya da adam öldürüyorlar diye haykırabilirdiniz. Kendisine kötülük etmek isteyenleri gören birinin biraz yaygara koparmasından olağan ne olabilir? Ağzınızı bile bağlamamıştık. Gerekçesini anlatayım. Çünkü bu odada ne kadar ses yaparsanız yapın dışarı çıkmayacağını biliyorsunuz, burası bizim inimiz. Burada bomba patlasa bile dışarıdan zor duyulur. Fakat siz çıt çıkarmadınız. Bu cesaretiniz için sizi kutlarım fakat kafama takılan başka bir şey var. Neden imdat istenir? Kendisine yardıma gelinsin diye. Yardıma kim koşar? Polis. Fakat siz polisin gelmesini istemediğinizden ses çıkarmadınız. Demek polisle aranız iyi değil, tıpkı bizler gibi. Bu da saklamak istediğiniz bir şeylerin varlığı yüzünden. Bize gelince, aynı hâlde olduğumuz için sizinle çok iyi anlaşabiliriz.”
Thénardier bu sözleri söylerken sanki adamın düşüncelerini okumak istermiş gibi doğrudan ona bakıyordu. Bu arada konuşma tarzı da oldukça değişmişti, sanki az önceki hırsızın yerini rahiplik eğitimi alan sinsi bir patron almıştı. Marius de adamın bu olağan olmayan sessizliğinden kuşku duymuştu aslında ve Thénardier’nin sözleri de onu fazlasıyla şaşırtmıştı. Courfeyrac’ın ihtiyar olarak adlandırdığı, asıl ismini bile bilmediği bu ihtiyarın geçmişinde nasıl bir sır olabilirdi? Bununla birlikte ihtiyar adam iplerle sıkıca bağlı olmasına karşın hâlâ sakinliğini korumayı başarıyordu. Marius onun kederli ve gururlu yüzündeki ifadesine büyük saygı duyuyordu. Muhtemelen çelik gibi bir iradeye sahip biri olmalıydı. Thénardier sandalyesinden kalktı ve ocağa yürüdü. Ocağın önündeki o eski bölmeyi çekerek, kömürlerin üzerindeki mangalı çıkardı. Ateşte kor olmuş makas kıpkırmızı kesilmişti. Thénardier ihtiyar adamın karşısına geçip oturdu: