Книга Sefiller II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 7
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller II. Cilt
Sefiller II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller II. Cilt

“Devam ediyorum o zaman.” dedi. “Bir anlaşmaya varabiliriz. Bu konuyu dostane bir şekilde düzenleyelim. Az önce sinirlenmekle yanılmışım, ne düşündüğümü bilmiyorum, çok ileri gittim, abartılı şeyler söyledim. Mesela milyoner olduğun için sana para, çok para, epey para istediğimi söyledim. Bu mantıklı olmaz. Tanrı’m, zenginliğine rağmen sizin de harcamalarınız vardır, kimin yok ki? Sizi mahvetmek istemiyorum, sonuçta açgözlü biri değilim. Ben, konum avantajına sahip oldukları için kendilerini gülünç duruma düşürmekten yararlanan insanlardan değilim. Neden, çünkü bazı şeyleri göz önünde bulundurabiliyorum ve kendimden bir fedakârlık yapıyorum. Ben sadece iki yüz bin frank istiyorum.”

Mösyö Leblanc tek kelime etmedi.

Thénardier devam etti:

“Şarabıma az su koymadığımı görüyorsun; çok ılımlıyımdır aslında. Servetinizin ne durumda olduğunu bilmiyorum ama paraya ihtiyacınız olmadığını biliyorum ve sizin gibi hayırsever bir adam bahtsız bir ailenin babasına kesinlikle iki yüz bin frank verebilir. Bu arada sizin zeki biri olduğunuz da belli. Bu akşam, bu kadar hazırlık yaptığınıza göre bu paradan daha azıyla yetinmeyeceğimi sezmişsinizdir. İki yüz bin frank, kesinlikle tüm bunlara değer. Bu önemsiz şey cebinizden çıkarsa, meselenin bittiğini ve artık korkmanıza gerek olmadığını garanti ederim. Bana şimdi diyeceksiniz ki: ‘Ama benim yanımda iki yüz bin frangım yok.’ Ah! Ben kesinlikle size zarar vermek istemiyorum. Sizden tek bir şey rica ediyorum. Size dikte edeceğim şeyi yazma nezaketini gösterin.”

Burada Thénardier biraz sustu ve sonrasında kelimelerin üstüne basa basa ve mangalın içindeki makasa bakarak sırıtıp devam etti: “Şimdi bana sakın yazı yazmayı bilmediğinizi söylemeyin, çünkü buna inanmam.” Yüzünde korkunç bir sırıtma vardı ve ihtiyarın bağlı olduğu yere masayı itti, kalemi hokkaya batırdı; yarı aralı duran ve içinde bir bıçağın parladığı çekmeceden bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı adamın önüne bıraktı: “Yazın bakalım!” dedi.

Bağlı olan ihtiyar adam nihayet konuştu: “Bu şekilde nasıl yazabilirim? Bağlıyım.”

“Haklısınız, özür dilerim!” dedi Thénardier yine yüzünde o pis sırıtışla, “Sağ elinizi kullanıyorsunuz.”

Bigrenaille’e dönerek: “Beyefendinin sağ elini açın!” dedi.

Tutsağın sağ eli boş kalır kalmaz, Thénardier mürekkebe batırdığı kalemi ona verdi ve konuşmaya devam etti: “İyice anlayın, efendim, bizim elimizde, takdirimize bağlı olarak, hiçbir insan gücünün sizi bundan kurtaramayacağını ve nahoş aşırılıklara gitmek zorunda kalırsak gerçekten üzüleceğimizi anlayın. Ne adınızı ne de adresinizi biliyorum ama sizi uyarıyorum, yazacağınız mektubu taşımakla görevli kişi dönene kadar bağlı kalacaksınız. Şimdi yazmaya başlayın!” dedi.

“Ne?” dedi tutsak olan ihtiyar adam.

“Söyleyeceğim!”

İhtiyar, kalemi eline aldı. Thénardier ne yazılması gerektiğini söylemeye başladı:

“Kızım…”

Adam bir anda titredi ve bakışlarını Thénardier’ye yöneltti.

“Dilerseniz sevgili kızım da diyebilirsiniz.” dedi Thénardier. İhtiyar adam ses çıkarmadı. Thénardier devam etti: “Hemen gel…” Yine bir süreliğine sustu: “Ona nasıl hitap ediyorsan, öyle de yazabilirsin.” dedi.

“Kim?” diye sordu Mösyö Leblanc.

“Yani isterseniz küçük Tarla Kuşu da diyebilirsiniz.”

İhtiyar adam yine herhangi bir duygu belirtisi göstermeden cevap verdi: “Ne demek istediğinizi anlamıyorum.”

“Her neyse, devam et.” diye aksi bir tavırla karşılık verdi Thénardier ve dikte etmeye devam etti:

“Hemen buraya gel, sana acilen ihtiyacım var. Bu notu sana teslim edecek kişiye, seni bana getirmesi talimatı verildi, seni bekliyorum. Ona güvenebilirsin!” İhtiyar söylenenlerin hepsini yazmıştı. Thénardier hemen fikir değiştirerek: “Ah! Ona güvenebilirsin cümlesini silebilirsin, bu onu rahatsız edebilir. Hemen gel, yeterli olacaktır.” dedi. İhtiyar adam söylenileni yaptı ve o kelimeyi sildi.

“Şimdi de imzanızı atın!” dedi Thénardier. “Bu arada isminiz neydi?”

İhtiyar adam elindeki kalemi bıraktı ve Thénardier’ye şöyle bir soru yöneltti: “Kime yazıldı bu mektup?”

“Siz bunu çok iyi biliyorsunuz.” diye karşılık verdi Thénardier. “Daha önce de söylediğim üzere, sizin küçük hanımefendiye.”

Thénardier sanki bilinçli olarak kızın ismini söylemiyor, ona ya “Tarla Kuşu” ya da “küçük hanımefendi” diyordu. Elbette adamın gerçek ismini diğerlerinin öğrenmesine izin vermemek için bunu yapıyordu, gerçeği öğrenirlerse bu hiç onun menfaatine olmazdı. Gereğinden fazlasını öğrenmelerinin anlamı yoktu.

“Haydi imzanızı atın, isminiz nedir?”

“Urbain Fabre.” diye yanıt verdi ihtiyar adam.

Thénardier bir kedi ataklığıyla elini cebine atıp adamdan kaptığı mendili çıkardı ve muma yaklaşıp armalara baktı: “U.F. Urbain Fabre. Peki tamam, haydi imzanızı atın. U.F. olarak.”

Adam imzayı da attı.

“Kâğıdı katlamak için iki el gerek, verin ben katlayayım.” dedi Thénardier, alaycı bir sesle ve kâğıdı onun elinden aldı.

“Şimdi de adresi yazın. Matmazel Fabre. Sizin buralardan fazla uzaklarda oturmadığınızı biliyorum. Saint-Jacques Mahallesi civarında olduğunu tahmin ediyorum, sürekli sabah ayinlerine oraya gittiğinize göre ama sokağınızı bilmiyordum. İsminiz konusunda yalan söylemediğinize göre bana doğru adresi vereceğinize eminim.”

Tutsak bir an dalgınca durdu, sonra kalemi alıp yazdı: “Matmazel Fabre, Urbain Fabre’ın Evi, Saint-Dominique Sokağı, No. 17.”

Thénardier mektubu hızla adamın elinden çekip aldı ve heyecanla “Kadın!” diye haykırdı. Karısı koşup geldi, ona anlattı:

“İşte mektup. Ne yapacağını biliyorsun. Kiralık araba aşağıda. Hemen git ve kızı alıp dön.” dedi. Daha sonra elinde kasap baltası tutan adama dönüp: “Sen de onunla git. Arabanın arkasına oturursun. Onun yanından ne zaman ayrılacağını biliyorsun.” dedi.

“Evet.” dedi adam.

Adam baltasını bir kenara bırakıp kadının arkasından ilerledi. Kapıdan çıkıyorlardı ki Thénardier başını uzattı ve arkalarından seslendi: “Sakın ola o mektubu kaybetme. Üzerinde iki yüz bin frank taşıdığını da asla unutma.”

Karısının o korkunç boğuk homurdanması duyuldu: “Merak etme! Onu koynuma koydum!”

Bir an sonra, kamçı ve tekerlek sesleri duyuldu, hemen sonrasında da sesler kesildi.

“Çok iyi!” dedi Thénardier homurdanarak. “Hızlı ayrıldılar, bu hızla gidecek olurlarsa kırk beş dakika içerisinde dönmüş olurlar.”

Sandalyesine kuruldu ve ayaklarını ateşe uzatıp: “Ayaklarım dondu!” diye söylendi.

İçeride ihtiyar adam, Thénardier ve beş haydut dışında kimse kalmamıştı. Yüzlerini örten kara tutkal veya taktıkları maskelerden dolayı adamların bazıları kömürcülere bazıları zencilere bazıları da şeytanlara benzemişti. Hiçbirinde en ufak bir duygu belirtisi yoktu, acımasızca cinayet işlemeye hazır insanlardı, bunu bir görev olarak benimsemişlerdi. Onlar açısından gayet sıradan bir görevmiş gibi rahat hareketlerle odada dolaşıyorlardı. Thénardier ise bu sırada ayaklarını ısıtmakla meşguldü. Bağlı adam, yine düşüncelerine dalmıştı. Az önce büyük bir karmaşanın yaşandığı odada, şimdi mutlak bir sessizlik hâkimdi. Yarısına kadar yanmış mum, karanlık odayı iyi aydınlatıyordu. Mangaldaki kömürler de kararmaya başladığı için, canavar kafalarını andıran hırsız kafaları duvarlara ve tavana kötü gölgeler hâlinde yansıyordu. Bir köşeye serilip sızmış ihtiyarın horlaması dışında ses yoktu. Marius her an çoğalan bir kaygıyla bekliyordu. İhtiyarla kızını kuşatan sır giderek yoğunlaşıyordu. Thénardier’nin “hanımefendi” ya da “Tarla Kuşu” diye söz ettiği o kız da neyin nesiydi? Bu isim adamı hiç etkilememişti. Aksine o sakince, “Kimden söz ettiğinizi anlayamadım.” demişti. Bununla birlikte, mendil üzerindeki “U. F.” harfleri durumu aydınlatmıştı. Babanın adı Urbain Fabre olduğuna göre kızın adı kesinlikle “Ursule” değildi. Marius büyülenmiş gibi olduğu yerden ayrılamıyordu. Sinirlerine hâlâ hâkim olamıyor, bir türlü aklını toparlayamıyordu. Kendi kendine: “Eğer aradığım kız bu bahsi geçen ‘Tarla Kuşu’ ise bunu hemen anlarım, Thénardier’nin karısı birazdan onu buraya getirecek. İşte o zaman her şey ortaya çıkacak. Onları kurtarmak için kanımı son damlasına kadar seve seve akıtırım. Beni hiçbir şey durduramaz!” diye geçiriyordu aklından.

Böylece yarım saat geçti. Thénardier karanlık düşüncelere dalmış görünüyor, tutsakları ise hiç kıpırdamıyordu. Yine de Marius ara sıra ve son birkaç dakikadır tutsaktan hafif, boğuk bir ses duyduğunu sanıyordu. Thénardier hemen tutsağa seslendi:

“Bu arada Mösyö Fabre, size hemen söylemeliyim.” diye başladı konuşmasına. Bu birkaç kelime bir açıklamanın başlangıcı gibi görünüyordu. Marius dikkat kesildi.

“Karım birazdan dönecek, sabırsızlanmayın. Tarla Kuşu’nun gerçekten sizin kızınız olduğunu düşünüyorum ve bence onu elinizde tutmanız da oldukça doğal. Sadece beni biraz dinleyin. Karım sizin mektubunuzla gidip onun peşine düşecek. Karıma onun gibi giyinmesini söyledim, böylece genç hanımınız onu takip etmekte zorluk çekmesin. İkisi de arkada arkadaşımla birlikte arabaya binecekler. Bariyerin dışında bir yerde, çok iyi iki atın kullandığı bir araba var. Genç hanımınız ona götürülecek. Arabadan inecek, yoldaşım onunla birlikte diğer araca binecek ve karım buraya gelip bize ‘Bitti.’ diyecek. Genç hanıma gelince ona bir zarar gelmeyecek, araba onu sessiz kalacağı bir yere götürecek ve siz o küçük iki yüz bin frangı bana verir vermez size geri verilecek. Bana bir şey yapacak olursanız, Tarla Kuşu’nuza veda edersiniz.”

Tutsak adam bir hece bile söylemedi.

Bir duraklamadan sonra, Thénardier devam etti:

“Gördüğünüz gibi durum çok basit. Zarar verilmesini istemediğiniz sürece, kimseye bir şey olmayacak. Size işlerin nasıl yürüyeceğini söyledim. Hazırlıklı olasınız diye sizi uyarıyorum.”

Durdu. Tutuklu sessizliği bozmadı ve Thénardier devam etti:

“Karım dönüp bana ‘Tarla Kuşu yolda.’ derse sizi serbest bırakacağız ve siz de gidip evde uyumak için özgür olacaksınız. Görüyorsunuz ki niyetimiz kötü değil.”

Marius’ün aklından korkunç görüntüler geçti. Nasıl olurdu bu! Kaçırdıkları o genç kız geri getirilmeyecek miydi? O canavarlardan biri onu bir karanlığa mı götürecekti? Ama nereye? Ya ona bir şey olursa? Kızın, sevdiği kız olduğu açıktı. Marius kalbinin atmayı bıraktığını hissetti. Ne yapacaktı? Tabancayı boşaltmalı mıydı? Bütün o alçakları adaletin ellerine mi teslim edecekti? Ama baltalı korkunç adam, yine de genç kızdan uzakta olacaktı ve Marius, Thénardier’nin kanlı planının önemini anladığı sözleri üzerine düşündü:

“Beni tutuklarsanız yoldaşım, Tarla Kuşu’nun icabına bakar.”

Şimdi eli kolu sadece Binbaşı’nın vasiyetiyle değil; aynı zamanda kendi sevgisi yüzünden, sevdiğinin tehlikede olması yüzünden bağlıymış gibi hissediyordu. Zaten yarım saatten fazla süren bu ürkütücü durum her an çehresini değiştiriyordu. Marius, umut arayarak ve hiçbir şey bulamayarak en yürek parçalayıcı varsayımları art arda gözden geçirecek kadar güçlü bir düşünce fırtınasının içine düşmüştü. Düşüncelerinin kargaşası, mağaranın cenaze sessizliğiyle tezat oluşturuyordu. Bu sessizliğin ortasında merdivenin altındaki kapının açılıp kapandığı duyuldu. Tutuklu sanki kulak kabartmış gibi doğruldu.

Thénardier: “İşte burjuvazi.” dedi.

Thénardier’nin karısı kıpkırmızı, nefes nefese, yanan gözlerle aceleyle odaya daldığında ve aynı anda koca ellerini kalçalarına vururken haykırdığında kelimeleri güçlükle telaffuz etmişti:

“Yanlış adres!”

Onunla giden kabadayı arkasında belirdi ve baltasını yeniden eline aldı. Kadın konuşmaya devam etti:

“Orada kimse yok! Saint-Dominique Sokağı, No. 17, Mösyö Urbain Fabre yok! Onun kim olduğunu bile bilmiyorlar!”

Durdu, boğuldu, sonra devam etti:

“Mösyö Thénardier! O yaşlı adam sizi kandırdı! Siz gerçekten çok sabırlısınız! Ben olsaydım, canavarı en başta dört parçaya bölerdim! Ve eğer yalan söylediyse onu canlı canlı haşlardım! Konuşmak ve kızın nerede olduğunu, paralarını nerede tuttuğunu söylemek zorunda kalacaktır! İşleri böyle halletmeliydin! Erkeklerin kadınlardan biraz daha aptal olduğunu söylerken insanlar gerçekten çok haklıymış! 17 numarada kimse yok. Büyük bir araba kapısından başka bir şey yok orada! Saint-Dominique Sokağı’nda Mösyö Fabre yok! Tüm o atlar ve arabacıya verilen ücretten sonra, boşu boşuna yapıldı her şey! Hem kapıcı kadınla da konuştum; güzel, yiğit bir kadın ve onlar onun hakkında hiçbir şey bilmiyorlar!”

Marius, derin bir nefes aldı. O, Ursule ya da adını bilemediği sevgili; kurtulmuştu! Öfkeden delirecek gibi olan kadın, ağzı burnu köpükler içinde homurdanırken Thénardier yine masa başına oturmuştu. Bir zaman tek kelime etmeden bekledi. Sağ bacağını salladı, ocaktaki mangala çevriliydi o vahşi, korkunç gözleri. Sonra doğrudan ihtiyarla korkunç bir sesle konuştu:

“Yanlış adres ha! Peki bununla ne umuyordun alçak?”

İhtiyar adam, çınlayan bir sesle karşılık verdi: “Vakit kazandım!”

Birden uzandığı yerden silkindi, bütün ipleri çözmüştü. Yatağa sadece tek bacağından bağlıydı. O yedi adamın kendisine engel olmalarını önleyerek ocağa eğildi ve ardından tekrar doğruldu. Thénardier ve adamları ona korku dolu bir şaşkınlıkla baktılar. Adam korkunç ve görkemli bir şekilde, başının üstünde ateşte kızmış makası sallıyordu.

Çok daha sonraları Gorbeau harabesi cinayet planıyla ilgili açılan soruşturmada yerde ortadan ikiye bölünmüş, üstünde kabartmalar ve oymalar bulunan kocaman bir para bulundu. Bu para, kürek mahkûmlarının kaçmak için kullandıkları aletlerden biriydi. Şiir için argo metaforları neyse, harika bir sanatın bu iğrenç ve narin ürünleri de kuyumcular için odur. Kadırgalarda tıpkı Benvenuto Cellini3 kadar yetenekli olan mahkûmlar da vardı, tıpkı edebiyatta Villonlar4 olduğu gibi. Kaçmak isteyen bu adamlar çoğu zaman kör bir bıçakla en büyük bozuk parayı ikiye bölüp onlar üzerinde bazı oyuklar açar, kesilen parçaları tekrar birbirine vidalarlardı. Kişi istediği anda vidayı sökebilir, oluşan bu küçük kutuya bir saat yayı yerleştirebilirdi; böylece ipleri ve demir çubukları rahatlıkla kesebilirlerdi. Gardiyan, tutuklunun sadece tek meteliği olduğunu sanır; onun özgürlüğünü elinde tuttuğunu bilmezdi. Bu olayda da yıllar sonra yapılan araştırmaların neticesinde Gorbeau harabesinin ortasında, yerde, ikiye bölünmüş böyle büyük bir para bulunacaktı. Yine aynı paranın içinde saklanabilecek küçük çelikten bir yayı vardı. Muhtemelen haydutlardan biri onu düşürmüştü. Marius’ün kısa bir süre önce duyduğunu sandığı o gürültü de bu paradan çıkmış olmalıydı.

Adamlar bir anda olup biten saldırının şaşkınlığını üzerlerinden atmış gibilerdi. “Sorun yok!” dedi Bigrenaille, Thénardier’ye. “Bacağından bağlı, o kadar kolay kurtulamaz elimizden. Onun bacağını kendi ellerimle bağladım, o iş bende!”

Bu arada tutuklu, sesini yükselterek bağırdı: “Siz hepiniz zavallısınız ama hayatım bunun için savunma zahmetine değmez. Beni konuşturabileceğinizi, yazmayı seçmediklerimi bana yazdırabileceğinizi, söylemeyi seçmediklerimi söyletebileceğinizi düşündüğünüz zaman büyük hata yaptınız!”

Sol kolunu sıyırıp dirseğine kadar açıkta bıraktı. “Bakın bakalım buraya!”

Bu arada kolunu uzattı ve kızmış makası koluna dayadı. Odayı yanık etin kokusu sardı, işkence odalarının iğrenç kokusu yayıldı her yere. Marius korkmuştu, başı döndü, yuvarlanmamak için duvara tutundu, adamlar da ürpermişlerdi. Kızgın demir çıplak kolunu dağlarken ihtiyar adamın yüzü bile değişmedi. Kinden uzak bakışını Thénardier’ye çevirdi; bedeninin verdiği büyük acı, sanki onu sakinleştirmişti. İhtiyar adam gür bir sesle bağırdı: “Zavallılar sizi! Benden korkmanıza gerek yok, zaten ben de sizden korkmuyorum!”

Daha sonra makası çıplak kolundaki yaradan çekip çıkarttı ve açık pencereden dışarı attı. Bu sırada karı koca baş başa vermişler, bir şeyler hazırlıyorlardı.

İhtiyar adam devam etti: “Bana istediğinizi yapabilirsiniz!”

Hırsızlardan biri onun yakasına sarıldı ve karnından konuşan soyguncu, elindeki büyük demir çubuğu başının üstünde sallayarak onu korkutmaya çalıştı. Thénardier masaya yaklaştı ve çekmeceyi açıp bıçağı aldı. Marius eli tetikte, duraksıyordu. Bir saatten bu yana vicdan muhakemesi yapıyor, aklı ihtiyar adamı kurtarmasını söylerken vicdanı babasının son arzusunu yerine getirmesini hatırlatıyordu ona. Karar verebilmek için son ana kadar bir tanık beklemiş ama şimdi kaybedecek zamanı kalmamıştı, bir an evvel karar vermesi gerekiyordu. Çünkü Thénardier elindeki bıçakla hamle yapmak için hazır bekliyordu. Marius yeniden titremeye başladı. Ay ışığı ayaklarının ucunda, masanın üzerindeki bir kâğıdı gümüşe boyamıştı. Bu kâğıdın üstünde iri harflerle şunlar yazılıydı: POLİSLER GELDİ.

Marius’ün aklında bir şimşek çaktı. İşte onun da beklediği işaret buydu. Hem ihtiyarı kurtarabileceği hem de Thénardier’yi yakalatmayacağı bir olanak çıkmıştı karşısına, böylece o haine kaçma şansı veriyordu. Hemen eğilip kâğıdı aldı ve delikten bir alçı parçası daha koparıp, kâğıdı alçıya sarıp odanın içine attı. Tam vaktinde davranmıştı çünkü Thénardier kararını vermiş, elinde bıçakla kurbanına yaklaşıyordu. Bir anda Thénardier’nin karısı irkilerek olduğu yerde haykırdı: “Yukarıdan bir şey düştü!”

Kadın eğilip kâğıdı kaptı ve kocasına uzattı, adam sordu:

“Bu da ne böyle?”

“Bilmiyorum, herhâlde pencereden gelmiş olmalı!” dedi kadın.

Thénardier aceleyle kâğıdı açıp okudu. “Bu bizim Éponine’in yazısı.” diye söylendi, aceleyle yaklaşan karısına bir işaret yaptı ve ona kâğıda yazılan satırı gösterdi, sonra alçak bir sesle ekledi:

“Hemen, hemen ip merdiveni pencereye getirin, adamı burada bırakıp canımızı kurtaralım.”

“Nasıl olur! Onun gırtlağını kesmeden mi gideceğiz?” diye sordu öfkeyle Thénardier’nin karısı.

“Buna zaman yok!”

“Nereden gideceğiz?” diye sordu Bigrenaille.

“Pencereden.” dedi Thénardier. “Éponine taşı bize oradan attığına göre demek orada kimsecikler yok, oradan hızlıca kaçabiliriz.”

Karnından konuşan adam, büyük demiri yere bıraktı ve ellerini başı üstünde tek kelime etmeden indirip kaldırdı. Bu bir işaretti. Adamı yakalayan haydutlar bıraktılar; bir anda ip merdiven, pencere dışına sarkıtıldı ve iki demir kancayla sıkıca tutturuldu. Bağlı adam olup bitenlerle ilgilenmiyordu, dua ediyor ya da derin derin düşünüyor gibi görünüyordu. Merdiven bağlanınca Thénardier karısına bağırdı: “Gel buraya, önce kadınlar!”

Kendisi de hemen onun arkasından pencereye koştu fakat tam bacağını dışarı atıyordu ki Bigrenaille onu ceketinin eteğinden yakaladı:

“Bu kadar hızlı değil, ihtiyar köpek, önce biz!” dedi. Haydutlar aynı anda: “Bizden sonra!” diye bağırdı.

“Çocuk gibisin!” diye haykırdı Thénardier. “Zaman kaybediyoruz. Polis peşimizde.”

“Tamam.” dedi haydutlardan biri. “O zaman aramızda kura çekelim, kazanan ilk olarak insin.”

Thénardier dehşete düşmüş bir hâlde haykırdı:

“Siz deli misiniz! Çıldırdınız mı? Neyin kavgasını yapıyorsunuz? Niyetiniz vakit kaybetmek mi? Ne kurası? Islak parmak, kısa çöp, isim yazmak mı! Şapkadan kâğıt çekelim o zaman!..”

“Benim şapkama ne dersiniz?” diye hemen arkalarından bir ses haykırdı. Aynı anda başlarını çevirdiler, kapıda Javert duruyordu. Şapkası elinde, gülümseyerek onları selamladı.

XXI

Kişi Her Zaman Mağdurları Tutuklayarak Başlamalıdır

Karanlık çökmek üzereyken Müfettiş Javert, ekibini Gorbeau’nun karşısındaki sokakta toplamış; ilk iş olarak da ortalığı kolaçan eden kızları yakalamaya karar vermiş ancak sadece Azelma’yı ele geçirebilmişti. Éponine bir biçimde elinden kaçmayı başarmıştı. Daha sonra Javert kulağı kirişte, tabanca sesini dinlemeye başlamıştı. Kiralık arabanın gelip gitmesi polisi çok rahatsız etmesine rağmen beklemeye devam etmişti. Haydutların hepsinin orada toplandığını anlamıştı. Cebinde Marius’ten aldığı anahtar vardı. Tam vaktinde içeri girmişti. Haydutlar köşede bıraktıkları silahlarını toplamak için atıldılar. Biri elinde topuzu, diğeri büyük demiri; kalanlar da keserleri, çekiçleri havada bekliyorlardı. Thénardier bıçağını salladı, karısı köşedeki büyük taşı aldı. Javert şapkasını başına taktı; kılıcı belinde, sopası kolunda, kollarını göğsünde birleştirip sakince odanın ortasına kadar yürüdü.

“Durun!” dedi sakince. “Pencereden kaçamazsınız, kapıdan çıkın. Daha rahat çıkarsınız. Siz yedi kişi, biz on beş kişiyiz. Boşuna kendinizi yormamanızı tavsiye ederim.”

Bigrenaille, beline takmış olduğu silahını hızlıca çıkarıp onu Thénardier’nin eline tutuşturdu:

“Dinle.” dedi. “O, Javert! Ben onu vurmaya cesaret edemem! Sen edebiliyorsan yap.”

“Neden olmasın!” diye yanıtladı Thénardier.

“Tamam, o zaman ateş et!”

Thénardier tabancayı aldı ve Javert’e nişan aldı. Ondan yalnızca üç adım ötede olan Javert, dikkatle ona baktı ve şunu söylemekle yetindi:

“Şimdi gel, ateş etme. Iskalayacaksın.”

Thénardier tetiği çekti. Tabanca ateş aldı ancak ıskaladı.

“Sana söylemedim mi!” diye haykırdı Javert.

Bigrenaille, sopasını Javert’in ayaklarına fırlattı.

“Sen iblislerin imparatorusun! Teslim oluyorum.”

“Peki, sizler?” Javert geri kalan kabadayılara sordu.

Cevap verdiler:

“Ee, biz de teslim oluyoruz.”

Javert, sakince tekrar başladı:

“Tamam; ben de öyle düşünmüştüm, siz iyi çocuklarsınız!”

Bigrenaille:

“Yalnızca tek bir şey istiyorum.” dedi. “O da hapisteyken tütünümden mahrum kalmamak.”

“Kabul edildi.” dedi Javert.

Ve arkasına dönüp seslendi:

“Şimdi gelebilirsiniz!”

Javert’in çağrısı üzerine ellerinde kılıç, sopa ve coplarla silahlanmış ajanlardan oluşan bir polis ekibi içeri girdi. Hırsızları köşeye sıkıştırdılar. Tek bir mumla zar zor aydınlatılan bu insan kalabalığı, mağarayı gölgelerle doldurdu. “Hepsini kelepçeleyin!” diye bağırdı Javert. “Hadi!”

“Hele bir yaklaşın bakalım!” Bir erkeğe ait olmayan ama kimsenin de asla “Bu, bir kadının sesidir.” diyemeyeceği bir ses haykırdı.

Thénardier’nin karısı, pencerenin köşelerinden birine yerleşmişti ve az önce bağıran da oydu. Polisler ve ajanlar geri çekildi. Şalını atmıştı ama şapkasını elinde tutuyordu; arkasında çömelmiş olan kocası, neredeyse atılan şalın altına gizlenmişti ve bir kaya fırlatma noktasında dev gibi bir kaldırım taşını başının üstüne kaldırırken vücuduyla onu koruyordu. “Dikkat!” diye bağırdı.

Hepsi koridora doğru koştu. Tavan arasının ortasında geniş bir açık alan açıldı. Thénardier’nin karısı kendilerinin yakalanmasına izin veren, boğuk ve gırtlaktan gelen aksanlarla mırıldanan kabadayılara bir bakış attı:

“Korkaklar!”

Javert gülümsedi ve Thénardier’nin gözleriyle yiyip bitirdiği açık alanda ilerledi.

“Yanıma gelme!” diye bağırdı. “Yoksa seni ezerim.”

“Ne muhteşem!” diye bağırdı Javert. “Senin erkek gibi sakalın var anne ama benim de kadın gibi pençelerim var.”

Ve ilerlemeye devam etti. Dağınık ve korkunç durumda olan Thénardier ayaklarını iyice birbirinden ayırdı, kendisini geriye attı ve kaldırım taşını Javert’in başına doğru fırlattı. Javert eğildi, taş onun üzerinden geçti, arkasındaki duvara çarptı, büyük bir sıva parçasını devirdi ve şimdi şans eseri neredeyse boş olan kulübenin üzerinde bir açıdan bir köşeye sıçrayarak Javert’in ayaklarının dibine düştü. Aynı anda Javert, Thénardier çiftine ulaştı. Koca ellerinden birini kadının omuzuna indirdi, diğerini ise kocanın kafasına.

“Kelepçeler!” diye bağırdı.

Polisler harekete geçti ve birkaç saniye içinde Javert’in emri yerine getirildi. Thénardier dişisi bunalıp kelepçeli ellerine ve yere düşen kocasının ellerine baktı, ağlayarak haykırdı: “Kızlarım!”

Javert: “Hapisteler.” dedi.

Bu arada ajanlar, sarhoş adamı kapının arkasında uyurken görmüşler ve onu sarsıyorlardı. Uyandı, kekeleyerek:

“Bitti mi Jondrette?” dedi.

“Evet.” diye yanıtladı Javert.

Elleri kolları bağlı ve kelepçeli altı haydut oracıkta bekliyordu; üçünün yüzü kömürden kararmış durumda, diğer üçünde ise maskeler vardı.

“Maskeleriniz kalsın.” dedi Javert.

Savaştan önce ordularını denetleyen bir Alman generalinin gururlu edasıyla onları inceledi. Üç adama şöyle seslendi: “İyi günler, Bigrenaille! İyi günler Brujon! İyi günler Deuxmilliards!”

Daha sonra üç maskeli adama dönerek elinde baltası olan adamı selamladı: “İyi günler, Gueulemer!” Sonrasında da kısa boylu adama döndü: “İyi günler, Babet!” Ve en sonda karnından konuşan adamı selamladı: “Selamlar, Claquesous.”

Tam o sırada haydutların şiltenin ayağına bağladıkları ihtiyarı gördü. Adam tek kelime etmemiş, başı eğik bekliyordu. Javert adamlarına: “Beyefendiyi çözün ve kimsenin buradan ayrılmasına izin vermeyin!” dedi.

Daha sonra masa başına görkemle kuruldu ve kalemi hokkaya daldırıp cebinden çıkardığı pullu bir kâğıda tutanak yazmaya başladı. Birkaç satır karaladıktan sonra gözlerini kaldırdı: “Adamların bağladığı şu ihtiyarı getirin bana.”

Polisler çevrelerine şaşkınca baktılar. Javert sabırsızlandı: “Tamam haydi, nerede o?”