“Bu da biraz aceleye gelmedi mi Sammy?” diye sordu Mr. Weller.
“Hiç de bile.” dedi Sam. “Keşke daha da yazsaydım diyecek. Buna da mektup yazma sanatı derler işte.”
“Peki.” dedi Mr. Weller. “Fena olmamış keşke analığın da konuşurken böylesine nazik olsa. İmza atmayacak mısın?”
“O iş zor işte.” dedi Sam. “Nasıl imzalanır bilmiyorum.”
“İmzala işte, ‘Weller’ diye.” dedi, bu ismin en yaşlı sahibi.
“Olmaz.” dedi Sam. “Sevgililer kartına insan kendi ismini yazar mı hiç?”
“O zaman ‘Pickwick’ yaz.” dedi, Mr. Weller. “Çok güzel bir isim, yazması da kolay.”
“Tam üstüne bastın.” dedi Sam. “Hatta ufak bir kafiye de patlatayım, ne dersin?”
“Sevmedim, Sam.” dedi Mr. Weller. “Ben hayatımda hiç şiir yazan saygıdeğer bir arabacı görmedim. Gerçi bir tane vardı eşkıyalığa çıkacağı gün şiir yazıp bırakmış niyeyse. Gerçi o Cambervellliydi, o sayılmaz.”
Ama Sam bu fikirden cayacak gibi değildi, o yüzden mektubu şöyle bitirdi:
Ben aşkından bir yitik.
Pickwick.
Sonra da kartı çok karmaşık biçimde katlayıp kenarını kıvırarak: Mary’ye, Mr. Nupkins’in evinde hizmetçi, Mayor’s, Ipswich, Suffolk yazdı ve cebine koyup pullayarak postalanmaya hazır hâle getirdi. Bu önemli mesele de hallolunca Mr. Weller oğlunu yanına çağırmasının sebebi olan konuyu açtı.
“İlk mesele patronunla ilgili, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller. “Yarın sınanacak değil mi?”
“Mahkemesi görülecek.” diye yanıtladı Sam.
“Bak Sam…” dedi Mr. Weller. “Herhâlde onu övmesi ya da görgü tanıklığı etmesi için şahit çağırmak isteyecektir. Ne zamandır bu meseleyi düşünüp duruyorum Sammyciğim ama gönlünü ferah tutsun. İki işi de halledecek dostlarım var. Ama benim tavsiyemi dinleyecek olursan onu övecek adamı boş ver, önemli olan görgü tanığı olarak gösterebileceği biri. En iyisi bu Sammyciğim, en iyisi bu.” Mr. Weller bu hukuki fikri ifade ederken ciddi göründü ve burnunun ucuna kadar götürdüğü bardağın ardından şaşkına dönmüş oğluna göz kırptı.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Sam. “Old Bailey’de3 yargılanacağını düşünmüyorsun, değil mi?”
“Davasının nerede görüneceği şimdinin meselesi değil, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Nerede yargılanırsa yargılansın, onu kurtaracak şey görgü tanığı. Biz kelli felli adamlar onu hiçbir şey kurtaramaz derken, cinayetten yargılanan Tom Vildspark’ı görgü tanığı sayesinde kurtardık. Bana kalırsa Sammyciğim, eğer senin patron bir görgü tanığı bulamazsa İtalyanların dediği gibi hapı yutacak, bunu bilesin.”
Yaşlı Mr. Weller, Old Bailey’nin bu ülkedeki en ihtişamlı mahkeme olduğuna ve buradaki kural ve işleyiş biçimlerinin diğer bütün mahkemelerde geçerli olduğuna yönelik ciddi ve değişmez fikrini savunurken oğlunun görgü tanığının kabul edilmeyeceğine yönelik teminat ve argümanlarını görmezden geldi ve Mr. Pickwick’in mağdur edildiği fikrini savundu. Sam konuyu değiştirip babasının ona danışmak arzusunda olduğu ikinci konunun ne olduğunu sordu.
“O da tam bir ailevi mesele.” dedi Mr. Weller. “Stiggings denilen adam var ya…”
“Kırmızı burunlu adam mı?” diye sordu Sam.
“Aynen o.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bu kırmızı burunlu adam, Sammyciğim, analığını daha önce görülmemiş bir nezaket ve istikrarla ziyaret ediyor. Artık bizim ailemizin ne kadar yakın bir dostuysa bizden uzaktayken illaki ona bizi hatırlatacak bir şey istiyor.”
“Ben senin yerinde olsam, onun hafızasını öyle mühürleyecek bir şey yapardım ki on sene boyunca unutamazdı.” diye lafa girdi Sam.
“Bi’ dur.” dedi Mr. Weller. “Şunu diyecektim, adam yanında hep büyük bir şişe getiriyor ve gitmeden de içini ananaslı romla ağzına kadar dolduruyor.”
“Bir daha geldiğinde de şişe bitmiş oluyor, değil mi?” dedi Sam.
“Dibine kadar!” diye yanıtladı Mr. Weller. “İçinde artık tıpa ve koku dışında bir şey kalmayana kadar, seni bu konuda hiç yanıltmaz Sammyciğim. Şimdi oğlum, benim Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneğinin bu akşam aylık toplantısı var. Analığın gidecekti ama romatizması tuttu, ondan gidemeyecek. İşte Sammyciğim bende de analığına gönderilmiş iki bilet var şimdi.” diyerek Mr. Weller bu büyük gizemi büyük bir neşeyle iletti ve bundan sonra öyle yorulmak bilmez şekilde göz kırptı ki Sam herhâlde yüzüne felç indi diye düşünmeye başladı.
“Eee?” dedi genç beyefendi.
“Eee’si…” diye devam etti babası, etrafına müthiş bir dikkatle bakarak. “Biz tam saatinde gideceğiz. Rahip yamağı da gidemeyecek, Sammyciğim, rahip yamağı gidemeyecek.” Bu noktada öyle bir gülme krizine tutuldu ki yaşlı bir beyefendinin pekâlâ da boğulabileceği sınıra gelmeden hemen önce de durdu.
“Ben ömrühayatımda böyle üçkâğıtçı görmedim.” diye bağırdı Sam, yaşlı beyefendinin sırtının alev almasına sebep olacak kadar sürtünme kuvveti uygulayıp okşayarak. “Sen neye gülüyorsun bakayım, tombul fare?”
“Sessiz ol, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, büyük dikkatle etrafına bakıp fısıltıyla konuşarak. “Oxford Caddesi’nde çalışan iki dostum var, ellerinden gelmeyen iş yoktur. Birlikte rahip yamağını iyi tongaya düşüreceğiz Sammyciğim ve Ebenezer Derneğine geldiğinde (kesin gelecek ha çünkü ona kapıya kadar eşlik edecekler ve gerekirse de içeri tıkacaklar), o kadar çok rom ve su içmiş olacak ki hani Granby Dorkin Markizi vardı ya hatırlarsın, ha işte öyle. Bu da az sarhoş olmak değil, ha.” Mr. Weller bunları açıkladıktan sonra yine öyle ölçüsüz bir kahkahaya tutuldu ki az kalsın boğulacaktı.
Sam Weller’ı kırmızı burunlu herifin gerçek amacını ve kişiliğinin ifşa edilmesinden daha çok memnun edecek başka bir şey yoktu. Buluşma saatine de çok zaman kalmadığından baba ve oğul vakit kaybetmeden Brick Lane’e doğru yollandılar. Sam, bu arada mektubunu postaneye bırakmayı da ihmal etmedi.
Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneği Brick Lane Şubesi’nin aylık toplantıları güvenli ve rahat bir merdivenle çıkılan geniş, hoş ve havadar bir odada gerçekleşiyordu. Toplantı yürütücüsü artık ayık olan, bir zamanların itfaiyecisi, şimdilerin öğretmeni ve ara sıra da geçici vaizlik yapan Mr. Anthony Humm’dı. Sekreter, mumcu dükkânı işleten ve katılımcılara çay satan, coşkulu ve ön yargısız bir kişi olan Mr. Jonas Mudge’dı. Toplantıya girişmeden önce kadınlar artık gitme zamanı olduğunu düşünene kadar bir kenarda hep birlikte çay içerlerdi. Üzerinde yeşil pamuklu bir örtü olan yuvarlak masaya mahsus yerleştirilmiş büyük bir para kutusunun arkasında, kutuya düşen her bir bakır parayı minnettar bir edayla kabul eden bir adam vardı.
Ancak bu sefer kadınlar çaylarını bıktırıcı derecede uzun sürede içtiler. Sam ne kadar kaş gözle onu uyarsa da büyük Mr. Weller hiç gizlemediği bir şaşkınlıkla etrafına bakıp durdu.
“Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer buradaki bazılarının midesinden yarın hortumla su çekmek gerekmeyecekse ben de baban değilim. Baksana yanımdaki yaşlı hanım çay içmekten boğulacak neredeyse.”
“Sessiz olur musun?” diye mırıldandı Sam.
“Sam.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer şu sekreter denilen adam beş dakika daha devam edecek olursa yemin ediyorum patlayıp her yere ekmek ve çay saçacak.”
“Bırak hoşuna ne gidiyorsa onu yapsın.” diye yanıtladı Sam. “Bu seni ilgilendirmez.”
“Eğer şuradaki dayanabilirse, Sammy’ciğim.” dedi Mr. Weller, az önceki alçak ses tonuyla: “İnsan olarak kalkıp alkış tutmayı görevim bilirim. Yan masada genç bir kadın var ve dokuz buçuk fincan çay içti. Resmen gözümün önünde şişiyor.” Çay fincanlarının tabaklarına koyulmasından oluşan müthiş bir gürültü, neyse ki çay saatinin sona erdiğini bildirmemiş olsa Mr. Weller’ın bu iyi niyetli düşünceyi resmiyete dökeceğine hiç şüphe yoktu. Tabak çanak ortadan kaldırınca yeşil örtülü masa ortaya getirildi ve akşamın asıl konusu, eski püskü pantolonun arkasına gizlenen cılız bacakları her an kırılma tehlikesi geçiren ciddi görünümlü, kel kafalı ve eski giyimli adam, gecenin açılışını yapmak için merdivenlerden son hız çıktı ve: “Hanımlar ve beyler, muhterem kardeşim Mr. Anthony Humm’ı sandalyeye oturmaya davet ediyorum.” dedi.
Hanımlar bu teklife birbirinden süslü cep mendillerini sallayarak yanıt verdiler ve tez canlı ufak adam, Mr. Humm’ı kelimenin tam manasıyla omuzlarından yakaladığı gibi, bir zamanlar sandalyeyi temsilen yapılmış maun ağacından çerçevenin içine sokuşturuverdi. Mendil sallama durumu tekrarlandı ve ince, beyaz, sürekli terleme hâlinde olan bir yüzü olan Mr. Humm kadınların bu büyük hayranlığı karşısında uysalca başını önüne eğdi ve ciddiyetle yerine yerleşti. Sonra eski püskü pantolonlu adam tarafından sessizlik sağlandı ve Mr. Humm ayağa kalkarak, Brick Lane Branch Şubesi’nden o anda orada bulunan erkek ve kız kardeşlerinin izniyle sekreterin Brick Lane Komitesi raporunu okuyacağını bildirdi ve bu öneri bir kez daha mendillerin sallanmasıyla karşılandı.
Sekreter etkileyici biçimde hapşırdıktan ve önemli bir iş gerçekleştirilmeden önce topluluğun ilgisini toplamak için yapıldığı üzere öksürerek şu belgeyi okudu:
BÜYÜK BİRLEŞMİŞ EBENEZER YEŞİLAY DERNEĞİ BRICK LANE ŞUBESİ KOMİTESİ RAPORU
“Komiteniz, geçtiğimiz ay minnet uyandırıcı uğraşlar gerçekleştirmişlerdir ve biz de Yeşilay’a başvuran yeni isimleri bildirmekten büyük gurur duyuyoruz.
H. Walker; terzi, evli ve iki çocuklu. Geçmiş âlem günlerinde sürekli olarak bira ve alkollü gazoz içme huyuyla tanınırdı. Yirmi sene boyunca haftada iki kere ağzına ‘köpek burnu’ sürüp sürmediğinden emin değil ki soruşturduğumuzda bunun bira, şeker şurubu, cin ve muskat karşımı (yaşlı bir hanımdan yükselen ‘Hah aynen o!’ homurtusu) olduğunu tespit etmiş bulunmaktayız. Artık işsiz ve tek kuruş parası yok. Bunun sebebinin ya bira (tezahüratlar) ya da sağ elini kullanma yetisindeki kayıp olduğunu düşünmekte. Sebebin ne olduğundan emin olmasa da hayatı boyunca su dışında bir şey içmemiş olsa iş arkadaşının koluna paslı bir iğne sokmayacağına ve böyle bir kazanın yaşanmayacağına neredeyse emin (müthiş tezahürat). Artık soğuk su dışında bir şey içmiyor ve asla susuz hissetmiyor (müthiş alkış).
Betsy Martin; dul, tek çocuk ve tek göz. Gündüzleri gündeliğe ve çamaşıra gidermiş. Hayatı boyunca tek gözü olmuş ama annesinin içki içtiğini bildiğinden sebebine şaşmamak gerektiğini düşünüyor (müthiş tezahürat). Eğer içki içmek konusunda çekimser olsaydı şimdiye iki gözünün olacağı fikrinin pek de imkânsız görünmediğini söylüyor (müthiş alkış). Eskiden gittiği her yerde on sekiz penilik içki alıyormuş, bu da bir bardak bira ve bir bardak da liköre eş değermiş ama Brick Lane Şubesi’ne üye olduğundan beri artık üç şilin altı penilik içki alıyormuş (bu bildiri kulakları sağır eden bir coşkuyla karşılandı).
Henry Beller; çeşitli şirket yemeklerinde kadehlerin efendisi unvanına sahip olmuş ve her kadeh kaldırmada epey ithal şarap içiyor, hatta bazen bir iki şişeyi de eve götürüyormuş. Bu sonuncudan emin olmasa da eve içki götürdüysem içen ben olmuşumdur diyor. Çok üzgün ve melankolik hissediyor, hep ateşi var ve sürekli ağzı kuruyor. Bunun içtiği onca şaraptan kaynaklandığını düşünüyor. (Tezahürat.) Artık işsiz ve zaten istese de bir lokma ithal şarap içemiyor. (Müthiş alkış.)
Thomas Burton; belediye başkanlarına, emniyet amirlerine ve kimi meclis üyelerine hizmet veren kedi maması satıcısı4 (bu beyefendinin isminin duyurulması herkesin sessizliğe gömüldüğü bir merakla karşılık buldu). Bir ayağı tahtadandır. Tahta ayağın taş yollarda yürüyerek harap edilmeyecek kadar pahalı olduğunu düşündüğünden ikinci el takma bacak kullanmaktadır. Her akşam düzenli olarak bir bardak sıcak cin içmektedir hatta bu sayı bazen ikiye çıkmaktadır (derin iç çekişler). Tahta bacakları çok çabuk kırılmakta ve çürümektedir, bu durumun cin ve su tüketiminden kaynaklandığına inanmaktadır (uzun tezahürat). Artık yeni tahta bacak almakta ve yalnızca su içip hafif çay içmektedir. Yeni bacaklar eskilerine göre iki kat daha uzun süre dayanmaktadır ve beyefendi bunun sebebini yalnızca değiştirdiği huylarına atfetmektedir.” (Coşkulu haykırışlar.)
Anthony Humm, artık bir şarkıyla keyiflerine bakmalarını teklif etti. Mantıklı ve ahlaklı keyfin verdiği hissiyatla Mordlin kardeş Neşeli Genç Denizciyi Duymayanınız Var mı? şarkısının muhteşem sözlerini 100. Mezmur ilahisinin melodisine uyarladı ve herkesin kendisine eşlik etmesi ricası büyük bir coşkuyla karşılandı (müthiş bir alkış). Müteveffa Mr. Dibdin’in bu şarkıyı seneler önce eski yaşantısının hatalarını ve alkolsüz yaşamın avantajlarını göstermek için yazdığına yönelik büyük inancını burada paylaşsa iyi olabilirdi. Bu sahiden de içki karşıtı bir şarkıydı. (Tezahürat tufanı.) Genç adamın kılığının düzgünlüğü, küreğinin gücü, ona bir şairin güzelim sözlerini kazandıran kıskanılası hâl ve şu sözü söyleten o zihin:
Kürek çek, zihninde başka hiçbir şey olmadan!
İşte bunların hepsi birleşince onun bir su-içer olduğu anlamı ortaya çıkıyordu (tezahürat). Ah, bu nasıl da onurlu bir keyif hâli olmalıydı! (Kendinden geçmiş çığlıklar.) Peki genç adamın ödülü neydi? Bütün genç beyleri bu dizeyi dinlemeye çağırıyorum:
Genç kızlar seve seve teknesine akın ediyorlardı.
(Kadınların da katıldığı şiddetli bir tezahürat.) Nasıl da güzel bir örnek! Kız kardeşlik hissiyle genç denizcinin teknesini çevreleyen genç kızlar, onu görev ve ayıklık bilinciyle taçlandırıyorlar. Peki onu yatıştıran, avutan ve destekleyen yalnızca kendi hâlinde genç kızlar mıydı? Hayır!
Küreğiyle şehirli kibar hanımlar arasında da rağbet görürdü.
(Muazzam tezahürat.) Narin cinsten olanlar adamları, affedersiniz kadınları aşarak genç denizciye koştular ve yanlarından geçen içkiciye iğrenerek baktılar. (Tezahürat.) Bricklane Şubesi’nin erkek kardeşleri denizciyi temsil eder. (Tezahürat ve kahkaha.) Oda onların teknesidir ve izleyiciler de genç hanımlardır ve o (Mr. Anthony Humm), ne kadar değersiz olsa da “kürekçi başıdır.” (Kontrolsüz alkış.)
“Narin cinsten kastı ne Sammyciğim?” diye sordu Mr. Weller. fısıltıyla.
“Kadınlar.” dedi Sammy aynı tonda.
“Haksız da sayılmaz, Sammy’ciğim.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Onlar sahiden de narin cins, gerçekten de narin cins sayılırlar, eğer böyle heriflere kanıyorlarsa.”
Sinirli yaşlı beyefendinin başka bir yorumu olacaksa da sözü Mr. Anthony Humm’ın dinleyicileri bu efsaneye şahit olsun diye ilk iki dizesini icra ettiği şarkının duyulmasıyla yarıda kesildi. Şarkı söylenirken eski pantolonlu ufak adam ortadan kayboldu ve şarkı bittiği anda geri dönerek yüzünde müthiş bir ciddiyet ifadesiyle Mr. Anthony Humm’a bir şeyler söyledi. “Dostlarım!” dedi Mr. Humm, bir iki sıra arkadaki gürbüz hanımların susmasını sağlayabilmek adına küçümseyici bir ifadeyle elini kaldırarak. “Dorking Şubesi’nden Kardeş Stiggins aşağıdaymış.”
Mendiller daha öncekine oranla daha büyük bir hışımla çıkarıldı çünkü Mr. Stiggings, Brick Lane’in kadın nüfusu içine epey sevilirdi.
“Bana kalırsa yanımıza gelebilir.” dedi Mr. Humm keyifsiz bir gülümsemeyle etrafına bakınarak. “Kardeş Tadger, lütfen gelip bizi karşılamasına izin verin.”
Kardeş Tadger hitabına karşılık veren eski pantolonlu ufak adam büyük bir hızla merdiveni indirdi ve hemen ardından Rahip Stiggins’le birlikte yukarı tırmanmaya başladılar.
“Geliyor, Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller, bastırılmış bir kahkahadan ileri gelen mosmor bir suratla.
“N’olur bana bir şey deme şimdi.” diye yanıtladı Sam. “Çünkü kendimi tutamayacağım. Kapıya yaklaştı, merdivendeki tırmanışını duyabiliyorum.”
Sam Weller lafını bitirmemişti ki ufak kapı hızla açıldı ve Kardeş Tadger hemen arkasında Rahip Mr. Stiggins’le içeri girdi. Mr. Stiggins’in içeri girişi alkış, ayaklarla yeri tepme, mendillerin dansı ile karşılandı ve bunların hepsi keyif belirtileriydi. Kardeş Stiggins bunların hiçbirine karşılık vermedi ve tek yaptığı deli bakışlarını diktiği muma doğru yüzünde sabit bir gülüşle bir o yana bir bu yana yalpalayarak, dengesiz ve kendinden emin olmayan adımlarla yürümek oldu.
“Siz iyi misiniz Kardeş Stiggins?” diye fısıldadı Mr. Anthony Humm.
“İyiyim, efendim.” diye yanıtladı Mr. Stiggins, gaddarlıkla müthiş kalın bir telaffuzun birleşiminden oluşan bir sesle. “Ben iyiyim efendim.”
“Ah, iyi o zaman.” dedi Mr. Anthony Humm hemen, bir iki adım geri çekilerek.
“Bana kalırsa benim iyi olmadığımı söyleyecek adam henüz anasının karnından doğmamıştır değil mi?” dedi Mr. Stiggins.
“Ah, elbette hayır.” dedi Mr. Humm.
“Bana kalırsa kimse böyle bir işe girişmesin, efendim, kimse böyle bir işe girişmesin.” dedi Mr. Stiggins.
Bu aşamada dinleyiciler artık kesin bir sessizlik hâline geçmiş ve endişeyle işlerin nasıl ilerleyeceğini beklemeye koyulmuşlardı.
“Toplantıyı açacak mısın kardeşim?” dedi Mr. Humm, teşvik edici bir gülümsemeyle.
“Hayır efendim, hayır efendim. Açmayacağım.” diye lafı yapıştırdı Mr. Stiggins.
Odadaki herkes kalkık kaşlarla birbirlerine baktı ve bir şaşkınlık mırıltısı aldı başını gitti.
“Bana kalırsa efendim.” dedi Mr. Stiggins, paltosunu çıkarıp sesini epey yükselterek. “Bana kalırsa buradaki herkes sarhoş, efendim. Kardeş Tadger mesela efendim!” dedi Mr. Stiggins, bir anda hızını artırıp aniden eski pantolonlu ufak adam dönerek: “Siz sarhoşsunuz efendim!” Mr. Stiggins herkesi ayıklığa teşvik etmeye yönelik takdire şayan bir arzuyla ve bütün uygunsuz şahsiyetleri aradan çıkarmak için eski pantolonlu Kardeş Tadger’in burnunun ortasına öylesine kesin bir nişan ürünü yumruk attı ki adam yıldırım gibi gözden kayboldu. Kardeş Tadger’ın baş üstü olacak şekilde merdivenlerden uçtuğu anlaşıldı.
Bunun üstüne kadınlar panik hâlinde çığlık atmaya ve en sevdikleri Erkek Kardeşlerin kollarına atılarak onları tehlikeden korumaya çalıştılar. Bu merhamet gösterisi, Humm için ölümcül tehlike teşkil ediyordu çünkü çok sevdiğinden boynuna atılıp düşüncesizce üstüne çullanan kadın fanatikleri tarafından boğularak öldürülecekti. Işıkların büyük bir çoğunluğu söndü ve her yanı gürültü ve şaşkınlık sardı.
“Hadi Sammyciğim.” dedi Mr. Weller büyük bir dikkatle paltosunu çıkararak. “Dışarı çıkıp bir bekçi getiriver.”
“Bu arada sen ne yapacaksın?” diye sordu Sam.
“Sen beni düşünme.” deyiverdi yaşlı beyefendi. “Ben de o Stiggins denen herifle kozlarımı paylaşmakla meşgul olurum.” Sam bunu engellemek için harekete geçemeden kahraman babası odanın köşesine geçip Tanrı’nın ona bahşettiği bütün kuvvetle Rahip Stiggins’e saldırmaya başladı.
“Bırak gitsin!” dedi Sam.
“Bırak gitsin mi?” Mr. Weller daha fazla zaman kaybetmeden Rahip Mr. Stiggins’in kafasını uyarı niteliğinde bir kez tıklattıktan sonra, neşeli ve zıpır bir edayla etrafında zıplamaya başladı ki o yaşa gelmiş bir beyefendiyi böyle görmek müthiş bir görüntü şöleniydi.
Bütün itirazlarına rağmen bir şey değişmeyince Sam, şapkasını kafasına geçirip babasının paltosunu da kolunun altına alarak, yaşlı adamı belinden tuttuğu gibi zorla merdivenlerden indirip sokağa çıkarana kadar, ne babasını bıraktı ne de duraksamasına izin verdi. İlerlerlerken Rahip Mr. Stiggins’in kontrol altında tutulacağı bir yere götürülüşüne şahit olan kalabalığın bağırışlarını ve artık dağılmakta olan Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneği Brick Lane Şubesi üyelerinin farklı yönlerden gelen seslerini duydular.
Otuz Dördüncü Bölüm
Akıllara Kazınan Bardell/Pickwick Davasının Tam ve Aslına Sadık Anlatımı
“Acaba jürinin başkanı, artık her kimse, kahvaltıda ne yemiştir?” dedi Mr. Snodgrass, 14 Şubat’ın serüvenli sabahında muhabbet olsun diye.
“Ah.” dedi Perker. “Umalım ki iyi bir kahvaltı yapmış olsun.”
“Ama neden?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Bu çok önemlidir, hem de çok önemli, efendim.” diye yanıtladı Perker. “İyi, hâlinden memnun, kahvaltısını da yapmış bir jüri üyesi bulmak çok önemlidir, efendim. Tatminsiz ya da aç jüri üyeleri hep davacıyı tutar.”
“Vay başıma gelenler.” dedi Mr. Pickwick, kafası epey karışmış görünerek. “Böyle bir şeyi neden yaparlar ki?”
“Nedenini bilmiyorum.” diye yanıtladı ufak adam sakinlikle. “Zaman kazanmak için herhâlde. Eğer yemek vakti gelmişse jüri başkanı, jüri karar için bir kenara çekildiğinde saatini çıkarır ve ‘Bak sen şu işe, saat beşe on var, inanır mısınız! Ben beşte yemeğe otururum beyler.’ ‘Ben de öyle.’ der, saat üçte yemeğini yemiş ve sonuca kadar beklemekte hiç sıkıntı görmeyen iki kişi dışında diğer herkes. Jüri başkanı gülümser ve saatini geri takar: ‘Pekâlâ, o zaman davalı mı davacı mı dersiniz beyler? Benim fikrimi sorarsanız, bana kalırsa beyler, yani ben diyorum ki ama lütfen bunun sizi etkilemesine izin vermeyin, bence adamımız davacıdır.’ Bunun üzerine en az iki üç kişi de aynı fikirde olduklarını söyleyeceklerdir. Çünkü sahiden de böyle düşünüyorlardır, sonra da hep birlikte ve sanki en doğalı buymuşçasına bu fikri benimserler.”
“Saat onu on geçiyor!” dedi ufak adam saatine bakarak. “Çıksak iyi olur beyefendiciğim; sözünden cayma davalarında salon, genelde tıklım tıklım dolu olur. Bir araba çağırsanız iyi olacak beyefendiciğim yoksa epey gecikeceğiz.”
Mr. Pickwick derhâl zili çaldı ve bir araba buldukları anda dört Pickwickçi ve Mr. Perker hemen arabaya bindiler ve Guildhall’a doğru yola çıktılar. Sam Weller, Mr. Lowten ve mavi çanta, başka bir arabayla arkalarından takip etti.
“Lowten…” dedi Perker, mahkemenin önüne geldiklerinde. “Mr. Pickwick’in arkadaşlarını stajyerler bölümüne oturtun, Mr. Pickwick de benimle otursa iyi olur. Bu taraftan sevgili dostum, bu taraftan.” Mr. Pickwick’i paltosunun kolundan tutup Kraliyet Hâkimi’nin masasının tam dibindeki, avukatlar burada otursunlar ve gerekirse duruşma avukatının kulağına davanın gidişatıyla ilgili gerekli talimatı fısıldayabilsinler diye yapılmış alçak sıraya götürdü. Burada oturanları, sandalyeleri daha yüksek konumda olan dava vekilleri ve daha alçak bir konumda olan izleyiciler göremezdi. Elbette ki sırtlarını iki gruba da dönmüş, yüzlerini hâkime vermiş şekilde oturuyorlardı.
“Bu da tanık kürsüsü sanıyorum ki?” diye sordu Mr. Pickwick, sol eliyle pirinç korkuluklu bir tür kürsüye işaret ederek.
“Evet, tanık kürsüsü beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker, Lowten’ın az önce ayaklarının dibine bıraktığı mavi çantayı eşeleyip birtakım kâğıtlar çıkararak.
“Bu da…” dedi Mr. Pickwick, sol tarafta kalan etrafı çevrili sandalyelere işaret ederek. “Jüri üyelerinin oturduğu yer değil mi?”
“Tam da yeri, beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker, tütün kutusunun üstünde parmaklarıyla ritim tutturarak.
Mr. Pickwick yüzünde müthiş endişeli bir ifadeyle ayağa kalkıp mahkeme salonunu inceledi. Pek çok izleyici hâlihazırda salonun çeşitli noktalarında yerlerini almış, İngiliz Barosunun ismini duyurduğu binbir çeşit burun ve favoriye sahip bir grup peruklu adam da vekillere özel bölüme yerleşmişlerdi. Böyle beyefendilerin ellerinde hep bir evrak çantası bulunurdu ve bunları olabildiğince göze çarpacak şekilde taşır, hatta izleyenler olur da ellerindekinin ne olduğunu anlayamamışlardır diye iyice gözlerine sokmak için arada burunlarını kaşımak için bu sözü geçen dosyaları havaya kaldırırlardı. Gösteriş yapacak evrak çantaları olmayan beyefendiler, kollarının altında arka tarafında kırmızı bir etiket ve üstünde de az pişmiş turta hamuru renginde bir kapak olan teknik ismi “kanun danası” olan dolgun dosyalar taşıyorlardı. Elinde ne çanta ne de dosya olan diğerleri de elleri ceplerinde, mümkün olduğunca bilge bir tavırla yürüyorlardı. Bu sözü geçen diğerleri, müthiş bir hararet ve hevesle bir oraya bir buraya koşuşturuyor ve böylelikle neler olduğundan bihaber olan yabancıların takdir ve şaşkınlığını kazanmaktan dolayı memnun olmuş görünüyorlardı. Mr. Pickwick’i şaşırtan şeyse herkesin kendince gruplara ayrılmış ve sanki az sonra bir dava görülmeyecekmiş gibi olabilecek en soğukkanlı edayla havadan sudan konuşuyor olmalarıydı.
İçeri girip Kraliyet Hâkimi’nin arkasındaki sıraya yerleşen M. Phunky’nin başıyla selam vermesi, Mr. Pickwick’in dikkatinden kaçmadı ve o da bu selama karşılık vermek üzereydi ki Dava Avukatı Snubbin, hemen arkasında Mr. Mallard’la birlikte içeri girdi. Mr. Mallard’ın masaya koyduğu kırmızı çanta Dava Avukatı Snubbinn’i neredeyse gözlerden sildikten sonra Perker’la tokalaşarak çekildi. Sonra içeri bir iki dava avukatı daha girdi ve aralarında şişman ve kıpkırmızı suratı olan bir tanesi, Dava Avukatı Snubbin’e dostane bir selam verip havanın çok güzel olduğunu söyledi.
“Bizim avukata selam verip ne güzel gün diyen kırmızı suratlı adam kim?” diye fısıldadı Mr. Pickwick.
“Dava Avukatı Buzfuz.” diye yanıtladı Perker. “O karşımızda. Diğer ekibi yönetiyor. Arkasındaki beyefendi de Mr. Skimpin, onun astı.”
Mr. Pickwick tam büyük bir tiksintiyle bu Dava Avukatı Buzfuz kim oluyor da karşı tarafın avukatı olmasına rağmen Dava Avukatı Snubbin’e ne güzel bir sabah diyebiliyor diye sorgulamak üzereydi ki bir anda bütün avukatlarının ayağa kalkması ve mahkeme memurlarının “Sessizlik!” uyarısı ona engel oldu. Etrafına bakınca bunun sebebinin hâkimin içeri girişi olduğunu anladı.